Meal Okumaları 56 – Vâkıa Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

Bugünkü suremizi birçoğunuzun nenesi ya da annesi evinin bereketi, eşinin kazancı için okuyor olabilir demiştik, sonra bunu neden yapıyorlar bir araştıralım bakalım demiştik. İşte Vakıa Suresine ‘’bereket duası’’ muamelesi yapılmasının sebebinin İbni Mesud olduğunu anlayınca yazıya da bunu anlatarak başlamak istedim. İbni Mesud, (yani Rahman Suresinde bahsettiğimiz müşriklere Kuran okumaya giden o meşhur sahabe) günlerden bir gün, zamanı dolup ölüm hastalığı gelip onu bulunca yataklara düşmüş. Ziyaretine giden Hz.Osman ise yardımcı olmak adına ‘’Sana ikramda bulunulmasını emredeyim mi?’’ diye sormuş. İbni Mesud ise, yıllar öne Kabe’ye Kuran okumaya giderkenki ‘’Bana Rabbim yeter’’ teslimiyeti ile  ‘’Benim ikrama ihtiyacım yok’’ buyurmuş. Bunun üstüne Hz.Osman kabul ettirme umuduyla ‘’Senden sonra kızlarının olur ve rahat ederler.’’ deyince, hiddetlenerek; ‘’Sen benim kızlarımın fakir kalacağından mı korkuyorsun? Korkma! Ben kızlarıma her gece Vakıa Suresi okumalarını emrettim, çünkü Rasulullahtan böyle işittim’’ diyerek tekrar reddettmiş. İşte o günden sonra bu olaya şahit olan sahabeler tabiine, tabiin etbeut-tabiin’e ve onlar da kendinden sonrakilere aktararak bu hadisi muhafaza etmişler. Kısaca hadisin ravi zinciri hayli sağlam görünüyor ve sağlamlıktan ziyade bu görüşü destekleyen birkaç hadis daha bulmak da mümkün. Fakat belirtmek isterim ki, bu hadislerin hiçbirinde bir sayıya rastlamadım. Düzenli olarak okunması gerektiğini nasihat eden var, her gece okunmasını nasihat eden var, sıkışınca okunmasını nasihat eden var ama şu kadar kere okuyun diyen yok. Bir de Vakıa Suresinin tefsirinde bir müfessir şöyle diyor; ‘’Vakıa Suresi maddi fakirliği gideriyor olabilir, bilemeyiz. Fakat manevi fakirliği giderdiğine asla şüphe yoktur.’’

Yeter bu kadar giriş faslı, hadi sureye geçelim;

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم


Vâkıa sûresi Mekke’de nâzil olmuş Mekki Surelerdendir. Mushaftaki sıralamada elli altıncı, iniş sırasına göre kırk altıncı sûredir. Seksen bir ve seksen ikinci âyetlerinin Medine’de nâzil olduğu rivâyet edilmektedir. Rahman sûresi ile kuvvetli bir bağı vardır. Adını, birinci âyetteki vâkıa kelimesinden almıştır. Vâkıa, olay, savaş, çarpışma ve belâ demektir. Âyette ise, kıyâmet olayı, sayhası, hadisesi anlamındadır. Kıyâmet olayında çeşitli şiddetler meydana geleceği için, burada vâkıa diye anılmıştır. Kıyamet gününün gerçekliğinde asla kuşku duyulmaması gerektiği uyarısıy­la başlayan sûrede geniş biçimde cennet ve cehennem tasvirleri yapılmakta; Allah Teâlâ’nın kudretinin kanıtlarından örnekler verilmekte, Kur’an’ın Allah katından indirilmiş bulunduğuna ve bunun insanlar için büyük bir nimet olduğuna dikkat çekilmektedir. Daha fazla konu ayrıntısına girmeden kategorilere verelim;

1-6: Kıyamet olayı
7-40: Sağın adamları ve mükafatları
41-56: Solun adamları ve akıbetleri
57-74: İnsanlara nimetleri düşündürmek
75-85: Kuranın gerçek kıymeti
86-96: İyi kimselere verilecek mükafatların tekrarı

Sureye vâkıa, kıyâmet olayı ile giriş yapılmaktadır: “Kıyâmet koptuğu zaman, onun oluğunu yalanlayacak kimse çıkmaz” Bu cümleden, kafirlerin kıyamet günüyle ilgili konuşmalarına bir cevap verildiği anlaşılmaktadır. İslâm’ın ilk yıllarında Mekkeliler Hz. Peygamber’in (s.a) davetini işittiklerinde, kıyametin vukuunu, kainatın ve yeryüzünün alt-üst olmasını, yeniden dirilişi, hesap gününü, ceza ve mükafat vs. gibi olayları imkansız olarak görüyorlardı. Onlar, yeryüzünün, denizlerin, dağların, Ayın, Güneşin ve yıldızların yok olup asırlardan sonra bunca insanın yeniden dirileceğini hayretle karşılıyorlardı. Ve sonuçta “Cennet ve Cehennem bir hayal ürünüdür. Bu tür hayallere nasıl inanabiliriz?” diyorlardı. Bu tartışmaların tüm Mekke’yi sardığı bir atmosferde bu ayetler indi. Bundan sonraki ayetlerde ise vaadedilen kıyametin tarifi yapılmaya başlandı; ‘’ Yer, şiddetli bir sarsıntıyla sarsıldığı, ve dağlar darmadağın olup ufalandığı, Derken toz duman halinde dağılıp-savrulduğu, Ve sizler de üç sınıf olduğunuz zaman’’ Burada yer sarsıntısını bir deprem olarak düşünenlerin haklılık payı var, fakat tüm dünya aynı anda aynı şiddetle sallanacak ve aynı anda yok olacak bilgisini de o düşünceye ekleyin. Daha sonra da birlikte şu son kısımdaki ‘’üç sınıf olduğunuz zaman’’ ifadesine yoğunlaşalım. Bu hitap, her ne kadar, Kur’an’ın indiği zamanki muhatablarına ve şimdiki okuyuculara gibi görünüyorsa da, aslında bu ifade tüm insanlığı kapsamaktadır. Yani ilk insandan itibaren, kıyamet gününe kadar tüm insanlık, bu üç grup içinde mütelaa edileceklerdir. Bu üç grubu ayetler şöyle açıklamış; ‘’sağın adamları (amel defterleri sağ tarafından verilenler), ne uğurlulardır onlar! Solun adamları (amel deflerleri sol tarafından verilenler) ne uğursuzlardır onlar! Ve o sâbıklar, (o inançta ve amelde duraklamadan) ileri geçenler!” Bu âyetlerde ifâde edilen amel defterleri sol tarafından verilenler, tevhid inancım kabul etmeyen, ilâhî emirlere karşı çıkan ve her türlü kötülüğü işlemekten çekinmeyen kâfirlerdir. Amel defterleri sağ tarafından verilenler ise, tevhid inancına sahib olan, ameli salih ve imânı bütün mü’minlerdir. Bu genel görüşü biraz daha kapsamlı ele almak gerekebilir, burada sağın adamları ve solun adamları hitaplarıyla ne kastedilmiş bunu Arap müfessirlerden öğreneceğiz. Meymene “sağ el” anlamına gelir. Bu yüzden sağın adamları kısmına araplar ‘’Ashabı Meymene’’ derler. Arap müfessirlere göre ayetteki ‘’sağın adamları’’ ifadesi Arap geleneğine yönelik söylenmiş olabilir. Çünkü Araplar sağ eli, kuvvet ve şerefin sembolü olarak nitelerlerdi. Nitekim hürmet ettikleri kimseleri, meclislerde sağ köşeye oturturlardı. Ayrıca bir kimse, başka bir şahsın kendi yanında önemli bir yeri olduğunu söylemek istediğinde “Fulanun minnî bil-yemin” (o benim sağ kolumdur) derdi. Bu yüzden sağ elin lugat anlamına değil de yüksek mertebe anlamına yoğunlaşılması gerektiğini düşünüyorlar. Aynı zamanda ayetin devamındaki solun adamlarının yorumunu da şöyle yapıyorlar;  “Ashab-ul Meş’eme”; Meş’eme, “şum” kelimesinden türemiştir. Uğursuzluk, talihsizlik demektir. Ayrıca lügatte sol el için “şu’ma” tabiri kullanılır. Nitekim Araplar “şimal” (sol el) ve “şu’ma” (uğursuzluk) kelimelerini aynı anlamda kullanırlar. Araplarda, sol el zayıflığın ve zilletin simgesidir. Örneğin, sefere çıkan bir kimsenin sol tarafından bir kuş uçtuğu zaman bu olayı uğursuzluk olarak telakki ederlerdi. Yine Araplar, bir kimseyi mecliste sol tarafa oturturlarsa eğer, bu o kimseyi aşağı mevkide ve önemsiz gördükleri anlamına gelirdi. Yani Arap müfessirlere göre sağın adamları yüksek mertebeli, solun adamları zillet mertebeli olacaktır, bu ifadenin anlamıda yukarıdaki gibidir. Bana soracak olursanız, Kuran birçok yerde Arap gelenekleri ele alınarak vahyedilmiş. Ve Mekki surelerinin birçoğu Mekke kafirleri ele alınarak indirildiği için Arap görüşünü kabul etmek benim için çok daha kolay. Belki ahirette amel defterlerini iyiler sağ el, kötüler sol el ile alır bilmiyorum. Fakat bu ayet için yapılan en iyi tefsir süphesiz araplara ait.

Ayetlerin devamında sağın adamlarına ve solun adamlarına verilecek ahiret hayatına dair bilgilerle karşılıyoruz. Biz bu cennet nimetlerine ve cehennem cezalarına girmeyeceğiz. Daha önce Rahman Suresinde bunları açıklamıştık. Zaten mealdede bu nimetler apaçık bir şekilde yazılmış.  Fakat bu ayetlerin benim günlerdir içinde kaybolduğum bir mesele de var. İnşallah öğrendiklerimi en doğru şekilde ulaştırabilirim. Şimdi aklınızı temizleyin ve sıradaki paragrafa yoğunlaşın.

Az önce 3 grup insandan bahsettik; Ashabı Meymene, Ashabı Meş-eme ve Sabikun. Sonra buradaki ilk iki grubu Arap müfessirlerden açıkladık. Sabikun, Allah’ın dâvetine hiç tereddüt etmeden sarılanlar, beklemeden koşanlar, koşar adım gidenler demektir. Onlar, iyilikte öncülük edenler, önde olanlar, öne geçenlerdir. Allah’ın kendilerinden istediği kulluğun gereğini tam olarak yerine getiren öncülerdir. Bunlar hayır konularında en öndedirler. Her konuda önde, her konuda birinci olanlardır. Kitap ve sünnetin ortaya koyduğu hayırlı amellerde en önde olanlardır. Sabikunlar için 13.ayette şöyle buyuruluyor; “Naîm cennetlerinde Allah’a en çok yaklaştırılmış olanlar işte bunlardır.” Bu ayetle anlıyoruz ki kıyametin kopmasıyla, Vâkıanın gerçekleşmesiyle insanlar işte böyle üç gruba ayrılacaklar, üç grup halinde mahşer yerine getirilecekler ve üç grup halinde değerlendirilecekler. Bunlardan ikisi cennette, birisi de cehennemde olacaktır. Bu grupların üçüncüsü yani sâbikûn olanlar, öncüler, mukarrabûn olanlar Naim cennetlerinde en üstün makamdadırlar. Tam burada aklımıza nasıl sabikun olunur sorusu geliyor, çünkü ayetleri okurken tüm bu cennet nimetlerinin en üstü olan naim cennetinde olmak istiyoruz. Ama yukarıda saydığımız şeyler ayette geçen bir sabikun tanımı değildi, bu sabikun kelimesinin lugat tanımının açılımıydı. Peki ya Kuranda sabikun olmanın sırrı nasıl verilmiş 14.ayete bakalım; “Onların(yani sabikunların) büyük kısmı eski ümmetlerden, az bir kısmı da sonrakilerdendir.” Bu ayeti okuyunca kafamdan aşağı kaynar sular döküldü. Çünkü apaçık bir şekilde Sabikunların çoğunun Adem’le (a.s) başlayan bu İslâm ümmetinin ilklerinden, birazı da sonrakilerden olduğunu söylüyordu. Veya bir başka görüşe göre bu eski ümmetler ile kasıt, Rasulullah’ın ilkleri sahâbe-i kiram efendilerimizdir. Tefsire baktığımızda da bu görüşü destekleyen açıklamalar gördüm ve kafamdan aşağı dökülenin su değil kezzap olduğuna karar verdim. Çünkü müfessirlere göre o zamanların, yani islamın ilk döneminde, ilk çağda, o ilk sıkıntılı dönemde, bütün o aleyhte şartlara rağmen Peygamber efendimize ve onun getirdiği hidâyet hediyesine iman etmiş, ölüm tehditleri altında, her türlü zulüm ve işkenceler altında olmalarına rağmen yılmadan peygamber safında yer almış olanlar sabikun olabilirlerdi. İlk Müslümanlar çok zor şartlar altında iman ettikleri için ayetteki ifadeye göre naim cennetine girenlerin çoğu bunlardan, azı da sonraki nesillerdendir. Yani önce ilkler gelecek, sonra da artık Müslümanlığın kolaylaştığı dönemlerde Müslümanlıktan başka bir şey düşünmeyen Müslümanlar gelecektir. Şimdi bırakacağım suyu kezzabı da açık açık kabul edeceğim içinde bulunduğum girdabı. Okuyorum iyi güzel hoş, öğreniyorum amenna, öğrenmemin önünde hiçbir engel yok, kimse canımla tehtid etmiyor, ailem desem sağlıkla sıhhatle her biri elinde bir akıllı telefonla içeride sıcaktan terlemekle meşgul, sınırım yok, haddim yok,  iman ettiğim için kime tarafından zor durumda bırakılmıyorum. Sonra diğer bir tarafa bakıyorum, hayır hayır eski ümmetlere ya da sahabeye değil. Günümüzde bu zorluğu çekenlere. İman ettiği için eziyet görenlere, Allah dediği için evladını yitirenlere, oruç tuttuğu için diri diri yakılanlara, namaz kıldığı için asılanlara, Kuran okuduğu için kafasından aşağı bombalar yağdırılanlara. Fakat buna rağmen dimdik kalıp iman edenlere! Allahuekber diye diye her seferinde yeniden doğanlara! Bitmez bir güç, tükenmez bir sabırla tekrar tekrar islam için savaşanlara. Hakikaten ben hala sabikunlardan olup da naim cennetine girebileceğime nasıl inanıyorum? Eğer bu ayetin müfessirlerin anladığı dışında bir anlamı yoksa ve gerçekten naim cennetine gireceklerin çoğu eski nesillerden ve azı simdiki nesilden olacaksa, hiç şüphesiz bu azınlık imanı için savaşan, müslümanlıktan başka bir isteği bir arzusu olmayanlardır. Siz de benim gibi yeterince korktunuz mu? Yüreğinizin taa içinde bir şeyler acıdı mı? Ya da bu kadar rahatlık içinde bile ne kadar az müslümanca yaşadığımızı anladınız mı?  Tamam şimdi herkes bu duyguya girdiyse sure amacına ulaştı demektir. Amacına ulaştığı içinde artık onu okuyanlara müjde gibi bir haber verecektir. Bu ürküten ayetten sonra uzun uzun cennet tanımı yapıldıktan sonra 39.ayette buyuruluyor ki; ‘’ Buraya gireceklerin birçoğu öncekilerden, birçoğu da sonrakilerdendir.’’ Elhamdulillah ufaktan bir serinlik geliyor ayetten ama bir yandan da düşünen yerlerin sormadan edemiyor; ‘’Ee diğer ayet ne oldu?’’ Bazı müfessirler bu ayetin 13.ayeti neshettiğini söylüyorlar. Fakat bu tür ihbarî hükümlerde nesih olmaz.  Kaldı ki, ister ümmetler arasında olsun, ister İslam ümmetinin ilk ve daha sonraki insanları için olsun, farklı kesimler söz konusu olduğu için eski hükmün neshedilmesi asla doğru olmaz. O zaman bu ayeti nasıl açıklayacağız? Tabi ki yine Arap müfessirlerin yorumlarını ele alarak. Genel görüşe göre, surenin 13-14. ayetleri “Sabikûn” denilen ve -hayır, hasenat işlerinde- en önde olan kimselerden söz edilmektedir. Buna mukabil, Surenin 39-40. ayetlerinde ise,  kitabı sağ elinden alanlardan söz edilmektedir. Bu sebeple ayetler arasında bir çelişki yahut bir nesih asla söz konusu değildir. Aynı zamanda bu genel görüşe dahil olan bazı müfessirlerin, sabikun ile kastedilenlerin peygamberler olduğu yönünde bir fikri mevcuttur. Ve 39.ayetteki ifadeyle anlıyoruz ki, sağ elin adamları çoktur ve öncekilere de sonrakilere de yer mevcuttur. İşte yine Rabbin geniş hazinesi bizi selamladı. Şimdi bu kadar okuduk bu kadar yazdık derken karışma fikrini de göze alarak bir cümleyle özetleyeceğim ve bu cümle saptırılmasın diye dua edeceğim. Ahirette üç grup insan olacak, sağ elin adamları, sol elin adamları, sabikunlar. Sabikunlar yüksek mertebeli peygamberler ya da cok takvalı insanlar olacaklar ve bunların yeri naim cenneti olacak. Bir de sağın adamları olacak bunların sayısı çok olacak ve asla ayrıştırılmayacaklar. Bunlarında yeri cennet olacak ama sabikun olabilecekler mi muaamma. Ama işte Tur suresinde bir ayet diyordu ki; ‘’ İnanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız’’ demek ki, biz gerçekten iman eder ve bu düstur üzerine yaşarsak Allah bizi Sabikunlardan ayırmaz ve neslimize nesillere katar. Bunun için dua edelim. Son olarak da az önce sizi korkuttuğum için özür dilerim, bazen birazcık silkelenmeye hepimizin ihtiyacı oluyor. Fakat unutmayalım, dünya üzerinde hepimizin başka bir imtihanı var. Kimin gücü nedir, kim neye ne kadar sabredebilir bilmiyoruz bu yüzden imtihanlarımızı hafife almamalıyız. Evet imanımız için canımız ve evladımızla imtihan olmuyoruz. Fakat biz de keyfine düşmüş bunca insan içinde ibadete vakit ayırıp ayırmadığımızla, allahı anıp anmadığımızla imtihan olacağız. Sadece şundan korkun, yarın ahirette Allah bize ‘’kulum ben sana bana ibadet et, kulluk et diye rahat bir hayat ve ferah bir ömür nasip ettim, sen ise şeytana uyup beni unutanlardan oldun’’ Allah muhafaza. Bizim imtihanımız şimdilik bunlara sabretmek, bunlara savaşmak, yarın bir gün imanımız uğruna allah bilir ne savaşlar vereceğiz. İnşallah farketmek nasip olsun.

Sure tüm bu bilgilerden sonra, içinde bu ayetleri barındıran kuranın korunmuşluğundan bahsederek, kimsenin aklında soru oluşmasın denmek istenmiş. Ayet şöyle buyuruyor; ‘’ “O, elbette şerefli bir Kur’ândır. Korunmuş bir kitaptır. Ona (dış ve iç pisliklerden) temizlenenlerden başkası dokunamaz” Burada önce Kuranın değiştirilmemiş olduğunu açıklayarak ona kuşku duymadan iman etmemiz gerektiği vurgulanıyor. Sonra da herkesin çok iyi bildiği ‘’Kurana temizlerden başkası dokunamaz’’ ayetinin başka bir versiyonu önümüze geliyor. Bu ayeti birçok şekilde okumak mümkün, bu yüzden farklı gördükleriniz yanlış olarak görmeyin. Fakat galiba hepimiz türkçesinden çok tefsirini merak ediyoruz. Bu konuda iki görüş yazacağım. Bunları delil ve dayanaklarıyla birlikte yazacağım için ve dileyenler yakın gördüğü görüşe inanabilir.

İlk görüşün sahipleri, Bu surenin Mekki bir sure olduğunu, ayetlerin ise kafirlere hitap ettiğini hatırlatıyor. Bu yüzden de ‘’ona temiz olanlardan başkası dokunamaz’’ ayetini şöyle yorumluyorlar; ‘’ Müşriklerin Efendimize ‘’o ayetleri sana allah vahyetmiyor, şeytan vahyediyor’’dediler, bunun üstüne Şuara Suresinde ‘’Kuranı Şeytanlar indirmedi’’ ayeti indi.  Ve Vakıa Suresindeki bu ayette “İlla’l-Mutahharun” yani Temiz olanlar hariç ifadesiyle  Kur’an’ın vahyolunmasına şeytanların müdahale etmesinin mümkün olmadığına işaret edilerek, ona ancak tahir (temiz) olan meleklerin yaklaşabileceğini söylüyor. İlk görüşün sahibi müfessirler bu açıklamaya dayanarak, bu ayetten ‘’Kurana abdestsiz dokunulmaz’’ anlamının çıkmayacağını söylüyorlar. Bunun en kuvvetli sebebinin de ayetin müşriklere hitap etmesi olduğunu ekliyorlar. Bu ayeti, Enes bin Malik, İbn Abbas, Said bin Cübeyr, İkrime, Mücahid, Katade, Ebu-l Aliye, Süddî, Dahhak ve İbn Zeyd de bu şekilde yorumlamışlardır.  Yine bu görüşe sıcak bakanlar için birkaç delil niteliğinde kullanılmış hadis bulmak da mümkün; Örneğin, Tirmizi de geçen bir hadiste şöyle buyuruluyor;  Hz. Ali’nin rivayet ettiğine göre, cünüplüğün dışında hiçbir şey Hz. Peygamber’i Kur’an okumaktan alıkoymazdı. Ve Ebu Davud’da da ;  ‘’İbn Ömer’den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber, cenabet ve hayız halinde olanların Kur’an okumamalarını emretmiştir.’’ Hadisi delil olarak görülebilir.

Gelelim ikinci görüşün müfessirlerine. Bunlar ayetin Hz.Ömer’in iman etmesi meselesine dayandığını söylüyorlar. Hani Hz.Ömer kardeşinin Kuranını istemişti ve kardeşi de temizlenmediği müddetçe ona kuranını vermeyeceğini söylemişti. Çünkü Hz.Ömer onun yanına gittiğinde kafirdi ve kardeşi Kuranına zarar vermesinden korkmuştu. Hz.Ömer ise okumak için iman etmemişti fakat abdest alıp onu incelemiş sonra da şahadet getirmiş. Bazı müfessirler, ki ağırlıklı olarak Türk müfessirler bu görüşü esas almış ve bu ayetten ‘’Kurana abdestsiz dokunulmaz’’ ifadesini çıkarmışlardır.  Bu konuda hangi mezhebe ve hangi alimlere güvendiğimiz  çok önemli. Yani ayetten direk olarak bir fetva çıkaramayacağımız aşikar. Bu yüzden size en yakın gelen görüşleri incelemenizi tavsiye ederim. Yine de bilgilendirme açısında birkaç Sahabenin görüşünü yazalım;  Hz. Selman el-Farisî “Abdestsiz Kur’an okumanın bir sakıncası yoktur ama dokunmak caiz değildir.” demiştir. Sa’d bin Ebi Vakkas ve İbn Ömer de aynı görüştedirler. Hasan Basri ve İbrahim Nehaî, “Abdestsiz Kur’an’a dokunmak mekruhtur” demişlerdir. Hz. Ömer, Hz. Ali, Hasan Basri, İbrahim Nehai ve İmam Zühri’ye göre Cünüp, hayız ve nifas halinde Kur’an okumak mekruhtur. İbn Abbas ise, Kur’an okumayı düzenli bir şekilde devamlı sürdüren kimseler için, “ezberden okuyarak devam etsinler” demiş ve kendisi de bu şekilde davranmıştır. Said bin Müseyyeb ve Said bin Cübeyr kendilerine bu meseleyle ilgili bir soru yöneltildiğinde “Zaten Kur’an hafızalarda saklı değil mi? O halde okunmasında ne zarar var?” diye cevap vermişlerdir. Ek olarak Mezheplere göre olan görüşleri de ekleyelim; İmam Kâşânî, “Bedaiüs-Senayî” adlı eserinde Hanefilerin görüşlerini açıklarken şunları söylüyor: “Nasıl abdestsiz namaz kılmak caiz değil ise abdestsiz Kur’an’a dokunmak da caiz değildir. Fakat Kur’an bir kılıf içinde bulunuyorsa dokunulabilir.” Bazıları Kur’an’ın cildini kılıf kabul ederler. Ayrıca tefsir kitaplarına veya ayetin yazıyla bulunduğu herhangi bir şeye de abdestsiz dokunulmamalıdır. Fıkıh kitaplarına dokunulabilir ama abdestli dokunmak müstehaptır. Çünkü bu eserlerde de ayet bulunmaktadır. Bazı Hanefî fakihleri, Kur’an ayetlerinin yazılı olduğu şeylere abdestsiz dokunulabileceğini söylemektedirler. Şafiî mezhebi imamlarından, İmam Nûdi, “el-Minhac” adlı eserinde Şafiilerin görüşlerini şöyle açıklar: “Namaz ve Tavaf’da olduğu gibi Kur’an’a abdestsiz dokunmak haramdır. Kur’an cilt içinde olursa da bu caiz değildir. Şayet Kur’an valiz içinde, para üzerinde veya tefsirde olursa, bunlara abdestsiz dokunulabilir. Ancak Kur’an bir tahtada yazılı ise veya sandık içinde ise tahtaya veya sandığa abdestsiz dokunmak caiz değildir. Ayrıca çocuklar abdestsiz Kur’an’a dokunabilirler. Abdestsiz Kur’an okuyan bir kimse sopa vb. araçlarla Kur’an’ın sayfalarını çevirebilir.” Malikî Mezhebi, abdestsiz Kur’an’a dokunulmayacağı konusunda Cumhur ile ittifak halindedir. Fakat öğretmen ve öğrenci Kur’an öğrendikleri, öğrettikleri için bu hükümden istisna edilmişlerdir. Hatta Kur’an öğrenmek için hayızlı kadınlar dahi Kur’an’a dokunabilirler. Türkiyede yaygın üç mezhebin görüşünden sonra Hanefi mezhebine bağlı olduğumu hatırlatarak ufacık da bir şahsi görüş ekleyebilirim. Ben abdestsiz Kuran okumak istemem, çünkü ona bir hazırlık yapmayı ve ruhen de bedenen de onu sarmayı seviyorum. Fakat bir ayete, bir cüze, bir sureye bakacak olduğum vakitte abdestsiz de olsam elime alıp, bakıp sonra yerine koyuyorum. Yine aynı şekilde, hocalık yaptığım dönemlerde çokça defa, talebelerin ezberlerini abdestsiz dinlediğimde oldu.  Şafii mezhebindeki gibi sopa ya da peçete gibi şeylerle çevirmenin mantığını da çok anlayabilmiş değilim. Yaptığımın doğru olduğunu iddia edemem, Vakıa Suresindeki bu ayetten ne anlam çıkarılması gerektiğini de çok anlayabilmiş değilim, fakat Kurana olan hürmetim her daim sağlam kalırsa, ben onu hiçbir zaman abdestsiz okumayı kendime yakıştırmayacağım.

Surenin son kısmına geldiğimizde iyi kimselere verilecek mükafatların tekrarıyla karşılaşıyoruz. Yalanlayan sapkınların ise kaynar su ile azap çekeceğini görüyoruz. Son ayette ise ‘’O halde Rabbini ismiyle tesbih et’’ telkini mevcut.  Hz. Ukbe bin Amir Cüheyni’nin rivayet ettiğine göre bu ayet nazil olduğunda Hz. Peygamber (s.a) rükûda “Subhane rabbiye’l-azim”, “Fesebbih bismi Rabbike’l-â’la” ayeti nazil olduğunda ise secdede “Suhane rabbiye’l-âlâ” denilmesini emretmiştir. Bu rivayetten anlaşıldığına göre, Hz. Peygamber’in (s.a.) gösterdiği namaz tarzının en küçük cüzleri bile Kur’an’dan alınmıştır. Aynı zamanda bu ayet Rabbimizi her daim ona yaraşır biçimde anıp zikretmeyi de emretmiştir.

Çok şükür bir sureyi daha bitirdiğimize göre,
Sadakallahulazim.

 

 

Yorum yapın