Uzun yıllar çocuk sahibi olamamış Hanne Validemiz, bir yavrusu olacağını öğrendiği an ona bir adak adamaya karar verir. Ama Hanne bilmez, Allah bilir. Ve hamile iken eşini ve eşiyle birlikte varlığını kaybeder. Bu yüzden adayacak bir şey bulamaz. En sonunda kendisi için en değerli olanı, şu cümleler ile Rabbine adar: “Rabbim karnımdakini hür olarak sana adadım, benden kabul buyur. Doğrusu Sensin Sen, Semîsin, Alîmsin.” Hanne bu dua ile, herşeyi en iyi yalnızca Rabbinin bildiğini ikrar etmiştir.
Alîm olan Allah, Hanne’nin, İmran’ın ve onlardan doğacak olan çocuğun akıbetini biliyor olsa da bu süreci başlatan Hanne’nin duasıdır. Hanne Validemiz, akrabalarını ve dönemin inançlarını ve onlardan gelebilecek her türlü sıkıntıyı göze alarak, baskılardan bağımsız bir tavır ve samimi bir iman ile evladını Rabbine adamıştır. Bu cesur adaktan sonra başına ne geleceğini Hanne bilmez, Allah bilir. O evladın kız olacağını Hanne bilmez, Allah bilir. Daha doğmadan adının Meryem olacağını Hanne bilmez, Allah bilir. O bebek mucizevi bir doğum gerçekleştirecektir, Hanne bilmez, Allah bilir. O bebekten bir peygamber doğacaktır, Hanne bilmez, Allah bilir. Ve Hanne, bilmediği bunca şeyden sadece duası ile emindir. Çünkü o, duasında “Sen Alîmsin.” diyerek evladını Alîm olana adadığını yalnızca Rabbine değil kendine de söylemiştir. Aynı zamanda bu dua ile, başına gelecek her türlü sıkıntıyı iman ile göğüsleyeceğini kabul etmiş ve Rabbine teslim olmuştur. Çünkü Hanne biliyordu ki, kendi bilmez, Rabbi bilir.
Alîm isminin, Allah’a izafe edilerek kullanıldığı sayılı yerlerden biridir Âli İmran Suresi’nin 35. ayeti. Bana göre onu diğer ayetlerden ayıran ise bir annenin duası olmasıdır. Dünyada bir anne için evladından daha kıymetli, daha değerli bir şey olmamasına rağmen onu bir bilinmezliğe büyük bir teslimiyetle adayabilen Hanne’nin duasıdır.
Bu isim Kuran’da üç farklı şekilde karşımıza çıkıyor. En çok kullanılan Alîm, tahmini yüz elli yedi kez hem insana hem Allah’a izafe edilerek kullanılmış. Daha sonra az bir sayıda, Alîm olarak yalnızca Allah’a izafe edilmiş. Ve sonuncusu Allâm olarak birkaç kez yine yalnızca Allah’a izafe edilerek kullanılmıştır. Aynı zamanda Alîm ismi çoğunlukla, diğer isimlerle birlikte zikredilmiştir. Örneğin; altı yerde en üstün ve en kuvvetli anlamına gelen Aziz ismiyle, dört yerde tüm gizliliklerden haberdar olan Habir ismiyle, üç yerde cezalandırmaya gücü yettiği halde bekleyen Halim ismiyle kullanılmıştır. Bu bilgilerden sonra açıklamak gerekir ki, Alîm, herşeyi çok iyi ve hakkıyla bilen demektir. Bu isim, dünyalık bilgisi çok olan insanlara sıfat olarak kullanılabilir. Çünkü akıl, imanın hizmetindedir. Bu yüzden insan da bilmeli ve bilmek için çaba göstermelidir. Bu çabalarının sonucunda edindiği bilgiyle Alîm olabilir fakat unutmamak gerekir ki onun bilgisi Allah’ın bildirdiğiyle sınırlıdır.
Bu konuda Esma’ül Hüsnâ alimleri, insanın ve Allah’ın bilmesi durumunun farklılıklarını birkaç maddeyle ele alıyor. Bunların ilki; Allah’ın bilgisinin bilinenin varlığına bağlı olmaması durumudur. Yani Allah’ın bilmesi için var olması gerekmez. Fakat insanın bilgisi, bilinenin varlığına bağlıdır, var olması gerekir. İkincisi; Allah’ın bilgisi zaman ve mekan kavramından münezzehtir. Her durumda, her şekilde ve zamanda bilendir. Fakat insanın bilgisi zamana ve mekana bağlıdır, değişkenlik gösterir. Üçüncüsü; -haşa- Allah’ın bilmek için duyulara ve fikre ihtiyacı olmaz. Fakat insanın görmek, duymak, hissetmek, bilmek gibi duyulara ve beraberinde bunlardan çıkacak fikirlere ihtiyacı vardır. Aksi halde bilmesi, öğrenmesi mümkün değildir. Dördüncüsü; Allah’ın bilgisi kalıcıdır. İnsan’ın bilgisi geçicidir. Beşincisi; Allah’ın bilgisi sonsuzdur. İnsanın bilgisi ise biterek, tükenerek yahut ölerek sonlanır. O halde Allah, bilenin, bilinenin ve bildirenin en büyüğüdür.
Bu isimden insanın anlaması gereken ilk şey, ilim tahsil etmenin gerekliliğidir. Çünkü insan olmanın ilk şartı ilimdir. Hakeza, ilmin var olmasının sebebi“Kendini bilen Rabbini bilir…” sırrı içerisinde kulları, Cenâb-ı Hakk’a ulaştırmaktır. Bu bakımdan ilim, her hâlükârda Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatmalı ve insanı O’na yaklaştırmalıdır. Fakat maalesef, ilmin en büyük şeref olduğu hem ayet hem hadislerde defaatle bahsedilirken, bizler akıllarımızı sadece dünya menfaatleri doğrultusunda kullanarak bu şerefi hiçe sayanlarız. Bu konuda Efendimiz’in “Fayda vermeyen ilimden sana sığınırım!” duasındaki hassasiyeti yakalamak zorundayız. Aksi halde öğrendiklerimizin sadece bir mavaldan ibarettir. Abesle iştigaldir.
O halde, Rabbim tüm güzel isimlerinin hakkı için hepimize merhamet etsin ve günahlarımıza rağmen bize bu ilmi anlamayı/anlatmayı nasip etsin.
Sadakallahulazim.
“Esma’ül Hüsnâ Serisi #20: Alîm” üzerine bir yorum