Esma-ül Hüsnâ, bazı âlimler tarafından Celâl ve Cemâl isimler olmak üzere ayrı ayrı incelenmiştir. Cemâl ismi Allah’ın lütuf, şefkat, af, ihsan, cömertlik, ikram gibi sıfatlarının, Celâl ismi ise Allah’ın Kahhar, Müntakim, ceza, azamet, haysiyet, gibi isim ve sıfatlarını temsil eder. Bizim, bu pencereden bakarken Allah’ın isim ve sıfatlarının iç içe olduğunu unutmamamız gerekiyor. Yani bir Celâl sıfatında bir Cemâl tecellisini de görmek mümkündür. Bir Cemâl sıfatında Celâl tecellisi görmek de. Mesela, Kahhar ismi zalimler için bir Celâl tezahürü iken, haksızlığa uğramış mazlum biri için rahmettir, onun hakkını temin eder. Aynı şekilde Cebbar ismi de, ilk etapta “Dilediğini zorla yaptırmaya muktedir olan” anlamıyla karşımıza çıktığı için bizi ürkütmektedir. Fakat bu zorla yaptırma eylemi insanın iradesi dışında kalan durumlar için geçerlidir. Hatta bu anlamdaki tecellisini daha çok kainat olaylarında görmekteyiz.
Örneğin; gökyüzünde yıldızlar kendi iradeleriyle değil Allah’ın cebri ile sıralanırlar. Güneş her gün Allah’ın cebri ile doğar ve batar. Tavuk her gün Allah’ın cebri ile yumurtlar. İnek her gün Allah’ın cebri ile süt verir. Onlar, iradesiz yaratıldıkları için kendi görevlerini kendileri tayin edemezler, bu yüzden Allah’ın cebrine muhtaçtırlar. İnsanda tecelli edişi ise organlarının görevlerini yerine getiriyor olmasıyla birlikte, iradesinin kendi eline bırakılmış olmasıdır. Nasıl ki, kalp yeni bir güne başlarken “Ben bugün çalışmak istemiyorum.” ya da “Ben bugün böbreğin görevini yapacağım.” diyemiyor, aynı şekilde insan da “Ben bugün karar vermeden yaşayacağım.” diyemez. Burada Cebbar isminin ikinci anlamı devreye giriyor: “Mahlukatı, iradesine uymaya mecbur eden” Yani Allah’ın cebri, organları bir düzen içerisinde görevlerini yerine getirmeye mecbur kıldığı gibi insanı da iradesini kullanmaya mecbur etmiştir. O halde, Allah’ın insana zorla yaptırdığı ilk ve tek şey onu iradesine mahkum etmektir. Sonrası insanın kendi seçimlerinden ibarettir. Bu cümleyi kurarken, kader bahsini unutmuş değilim. Fakat kader, ilahî ilimden çıkmış bir programdır. İlim ise, zorlayıcı yanı olmayan bir sıfattır. Yani Allah, bizim yaptıklarımızdan haberdardır ama onları bize yaptıran onun cebri değil kendi irademizdir. Çünkü Allah, bu yetkiyi insanın eline bırakarak onu imtihan etmek istemektedir. İnsana helal ve haram olgularını öğretmiş, cennet ve cehennem hayatından haberdar etmiş ve daha sonra gideceği yolu seçme hakkını insana bırakmıştır.
Demek ki, bir insanı doğru yola iletmek istiyorsak yalnızca onun iradesini geliştirmesine yardım etmemiz gerekir. Bu yolda Allah dahi kulunu zorlamamışken, birilerinin yardım etme yahut İslam’ı öğretme gibi çeşitli bahanelere sığınarak insanları bir şeylere mecbur etmesi doğru değildir. Çünkü Allah dışında kimsenin insanlar üzerinde zorlama yetkisi yoktur. Geçmişte ve günümüzde birçok zalim, insanların iradeleriyle hareket etmelerinin önüne geçerek onları bir şeylere mecbur bırakmışlardır. Bu İslam’da apaçık bir zulümdür. Aynı zamanda Allah’ın cebrinden çalmaya kalkmaktır. Elbette Allah dilerse cebrini çalmaya kalkmış bu hadsizleri cezalandırabilir ve ortadaki zulmü kaldırabilir. Fakat bu Allah’ın kanuna ters düşer. Çünkü ortada iradesini kullanarak yaşamaya mahkum bırakılmış iki insan vardır. Biri zulüm ederek imtihan olur, biri zulüm görerek. Aslında özgürlükmüş gibi görünen irade, insanın felaketinden başka bir şey değilmiş, öyle değil mi? Neyse ki “Ahiret var!”diyerek insan bir nebze olsun rahatlıyor. Çünkü ahiretin kanunu, dünyanın kanununa benzemiyor. Burada başımıza dert açan iradeler, yarın ahirette Allah’ın cebri ile hesap veriyor.
Cebbar isminin Kur’anî çerçevesini incelediğimizde, on yerde kullanıldığını ve bunlardan yalnzca bir tanesinin Allah’a izafe edildiğini görüyoruz. Bu da Haşr Sûresinin 23. ayetinde “O, Azîz’dir, Cebbâr’dır, Mütekebbir’dir.” şeklinde karşımıza çıkıyor. Geri kalan dokuz yerde Allah’a izafe edilmediği için, olumsuz olarak kullanıldığı dikkatimizi çekiyor. Üstelik bu kullanımların çoğu Efendimiz Hz. Muhammed sallallahu aleyhi vesellem için. Bununla ilgili olarak Kaf Sûresinin 45. ayetinde şöyle buyruluyor: “Mâ ente aleyhim bi cebbârin fe zekkir bil kur’âni.” yani “Sen onların üzerine zorlayıcı değilsin, öyleyse onları Kur’an ile uyar.” Aslında bu ayet yukarıda söylediğimiz birçok şeyin delili niteliğinde. Ve biz buradan anlıyoruz ki, peygamberler ile başlayıp bize kadar uzanan tebliğ sorumluluklarının hiçbiri zorlayıcı olarak yerine getirilmez. Bu cümleyi ‘büsbütün salıvermek’ olarak anlamak yanlıştır. Çünkü kastedilen tebliğ şekli; Kur’an-ı Kerim’den öğüt vermek, sabırla anlatmak, güzellikle uyarmak ve geri kalanı karşımızdakinin iradesine bırakmaktır.
Hepimizin bildiği “Dinde zorlama yoktur.” ayetiyle alakalı, müfessir şu kıssayı rivayet etmişlerdir: Nübüvvet Medine’ye varmadan önce, çocuğu olmayan Araplar toplum içerisindeki aşağılık duygusundan kurtulmak için sürekli dua eder ve çocukları olursa Yahudi mabedlerine bağışlayacağına dair yemin ederlermiş. Bu yeminleri sebebiyle birçok ailenin çocuğu mabedlere teslim edilmiş ve orada bu bilinç ile yetiştirilmeye başlanmış. İlk günlerde aileler bu durumdan hayli memnunlarmış. Fakat Efendimiz’in sesi Medine’ye ulaşınca ve aileler İslam ile tanışınca bu durum ailelerin canını sıkmaya başlamış. Üstüne bir de, Yahudiler Efendimiz’e suikast düzenlemeleri sebebiyle, sürgün edilme kararına çarptılınca aileler hemen ayağa kalkmışlar. Efendimiz’in huzuruna gidip “Yavrularımızı bile bile ateşe mi atacağız? Yoksa yeminimizden mi döneceğiz? Bize bir yol göster.” demişler. Efendimiz ne demiş biliyor musunuz? “Buna ancak çocuklar karar verir.” Yani ne siz, ne ben onları zorlayamayız. İşte örnek alınması gereken Peygamber ahlakından birini hayata geçirmek demek, Cebbar isminin bize tecelli etmesi demek.
O halde, Rabbim tüm güzel isimlerinin hakkı için hepimize merhamet etsin ve günahlarımıza rağmen bize bu ilmi anlamayı/anlatmayı nasip etsin.
Sadakallahulazim.
“Esma’ül Hüsnâ Serisi #10: Cebbâr” üzerine bir yorum