Mütekebbir, Allah’ın azâmeti ve büyüklüğünü ancak kendi zâtına layık görmesi ve her hadisede büyüklüğünü göstermesidir. Yalnız akıl, Allah’ın bu büyüklüğünü anlamaktan acizdir. O’nu dünyada en çok anlayacağını düşündüğümüz Efendimiz, bu konuda şöyle buyurmuştur: “Ey gözlerin zâtını idrak edemediği! Ey vasfedenlerin kendini hakkıyla vasfedemediği! Ey akıl ve anlayışın zâtını kavrayamadığı! Ey azâmet ve Kibriyâ örtüsü olan!”
Demek ki gerçekten akıl, Allah’ın zâtını anlatmaktan acizdir. Bizim yaptığımız ise, O’nun için kurulabilecek en uygun cümleleri bir araya getirip, O’nu tanımaya çalışmak ve O’nu tanıyarak kendi küçüklüğümüzün farkına varmaktır. Yine de bilmemiz gerekir ki, bu büyüklükle alakalı kuracağımız tüm cümleler, O’nun büyüklüğü içerisinde küçücük kalacaktır. O halde Allah Mütekebbir’dir derken, O’nun her şey ve her olayda büyüklüğünü gösteren olduğunu ve aynı zamanda bu büyüklüğün hakkını yalnızca O’nun verebileceğini unutmamamız gerekir.
Bizler biliyoruz ki, günümüzde büyük sıfat verilen herkeste zamanla bir büyüklenme meydana gelir. Fakat bu büyüklenme, insanın özüne konmuş bir imtihandan fazlası değildir. Toplumca kibir adını verdiğimiz bu hâl insan için kullanıldığında bir yergi, Allah için kullanıldığında bir övgüdür. Çünkü Allah bu kibrin içini doldurabilecek kadar büyük, insan ise bunun içini ufacık dahi dolduramayacak kadar küçük ve eksiktir. Ve haddi olmadığı hâlde bu kibre bürünen insanlar zamanla kendini geliştirme ve değiştirme yetisini kaybeder. Çünkü kendini gerçekten göremez ve eksikliğini fark edemez. Kendini yeterli ve en iyi görmesi, zamanla insanın başkalarına karşı olan tavrına ve tahammülsüzlüğüne sebep olur. Adem (a.s.) kıssasını hatırlarsınız, orada şeytan kibre kapılıp “Ben ateşten yaratıldım, topraktan yaratılmış bir insana nasıl secde ederim!” demişti. Demişti ve kaybetmişti, demişti ve şeytan olmuştu. Onun durumu, kibri ve sonu, ayetlerle ne acı şekilde anlatılmıştı. O hâlde Allah bizi, bu ayetleri bilmiyormuş gibi yaşamaktan ve kibre kapılıp şeytanlaşmaktan korusun. Çünkü farkındaysanız ayetlerde kibir, insanı şeytanlaştıran tek özelliktir ve bunun cezasını elbet Mütekebbir olan verir. Bu sahnede kula düşen, her kibir duygusuna düşeceği an Rabbini hatırlayarak, kendi küçüklüğünün farkına varmak ve ona göre davranmaktır.
Kur’an-ı Kerim’de Mütekebbir ismi Haşr Suresinin 23. ayetinde şöyle geçmektedir: “Elmelikul kuddûsus selâmul mû’minul muheyminul azîzul cebbârul mütekebbir” Yani “O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır.” Farkındaysanız tüm celâl ve cemâl isimlerini kapsayacak kadar geniş olan 7 isim zikredildi ve daha sonra dendi ki “Allah Mütekebbir’dir” Bununla ilgili olarak Casiye Suresi’nde buyruluyor ki: “Kibirlenmek hakkı yalnızca Allah’a mahsustur. Fakat O Aziz’dir, Hakîm’dir.” Yalnız belirtmek isterim ki, bu ayeti esas alarak “Allah kibirlidir” diye düşünmek yanlıştır. Çünkü ayetin sonunda “O Aziz’dir, O Hakîm’dir” denmesi, zâten O’nun yeterince yüce bir zât olduğunu, bu yüzden böyle kibir emarelerinin olmadığını söylemektedir. Yani Allah kibirlenmeyi hak eden tek varlıktır evet ama buna ihtiyacı yoktur, çünkü O Aziz’dir.
Bu ismin bir insana tecelli etmesi, insanın kibirden uzak durması demektir. Yani “El Mütekebbir” ismine iman etmek, tevâzû sahibi olmayı gerektirir. Yalnız unutmayalım ki, sahte tevâzû kibirden çok daha kötüdür. İşin içine bir de yalan ve riya karıştırmaktır. Sahte tevâzûya kapılmamak adına, insan daima kendi yaptığı iyilikleri küçük, başkasının yaptığı iyilikleri ise büyük görmelidir. Bu nefsin kabarmaya çalışan yanlarını bastırır. Aynı şekilde insan, kendi günahlarını çok büyük ve başkasının günahını ise kendininkinden daha küçük görür ise onu şeytanlaştırmaya çalışan kibrini büyük ölçüde yenebilir. Çünkü böylelikle kendini daima aciz görecektir. Bu acziyet, ona yeri gelecek haddini bildirecek, yeri gelecek Rabbini bildirecek, yeri gelecek amelini arttıracaktır. Çünkü sahibini mânen yücelten hakîkî tevâzû, kişinin hikmet ve mârifetinin artmasına, basîretinin açılmasına vesîle olur.
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî, bir damla suyun macerasıyla, gerçek bir tevâzû ile mânen yükseliş sırrına vesîle olunabileceğini şu temsili hikayecikte şöyle anlatır: “Bir buluttan denize bir damla su damladı. Damla denizin büyüklüğünü, genişliğini görünce utandı ve dedi ki: ‘Denizin bulunduğu yerde ben kim oluyorum? Doğrusuna bakılacak olursa, o var iken adeta ben yokum.’ Su damlası kendisini hakîr gördüğünden, deniz onu bağrına basarak naz ile besledi ve felek onu öyle yükseltti ki, padişahların taçlarına lâyık bir inci oldu. Damla kendisini diğerlerinden hakîr gördüğü için yükseldi ve yokluk kapısını çaldığı için var oldu.” Bu hikmeti, Ebû Ali Rodbârî Hazretleri de şu sözleriyle ifâde etmektedir: “Yükselen ancak tevâzû ile yükselir, alçalan da ancak kibirle alçalır.”
Ve elbette bize, gitmeden bir de hadis aktarmak yakışır: “Siz en fazîletli ibadetten gâfil kalıyorsunuz; o da tevâzûdur!”
O hâlde, Rabbim tüm güzel isimlerinin hakkı için hepimize merhamet etsin ve günahlarımıza rağmen bize bu ilmi anlamayı/anlatmayı nasip etsin.
Sadakallahulazim.
“Esma’ül Hüsnâ Serisi #11: Mütekebbir” üzerine bir yorum