Esma’ül Hüsnâ Serisi #39: Hafîz

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

Hafîz, muhafaza etmek ve hatırda tutmak anlıma gelen “hıfz” kökünden türemiş bir kelimedir. Bu bağlamda el-Hafîz “Hakiki ve mutlak muhafaza edici, her şeyi koruyup gözetmeye gücü yeten” demektir. Esma’ül Hüsnâ âlimleri bu ismin, Allah’ın yarattığı her şeyi koruması anlamını taşıdığını belirtmiş ve Allah’ın korumasını iki başlık altında incelemişlerdir:

  • Genel koruma: Bir şarta ve kayda bağlı olmaksızın gerçekleşen korumadır. Ayrım olmaksızın herkes ve her şey bu koruma kapsamındadır. Dünyanın yörüngede durmasından tutun, karıncanın kendini koruyabilmesine kadar tüm bu kusursuz düzen, kendiliğinden gibi görünse de Rabbimizin Hafîz isminin tecellisi ile ayakta durmaktadır.
  • Özel koruma: Bu koruma şart ve kayda bağlı korumadır. Bu korumadan istifade etmek için şartların yerine getirilmesi gerekir. Bu koruma kimi zaman Allah’ın dostları, kimi zaman dua eden mümin kulları, kimi zaman da darda tüm kulları içindir. Bu özel koruma içerisindeki en önemli koruma hiç şüphesiz yarattığı kulların kalbini şirkten, nifaktan, riyadan koruması yani onları iman ile mükâfatlandırmasıdır. O halde şöyle diyebiliriz ki; Müminler, Allah’ın Hafîz isminin tecellisiyle şirkten korunmuş ve bu sayede iman edebilmişlerdir.

Bu isime iman noktasında bizim bilmemiz gereken şey, Allah’ın yarattığı her şeyi, takdir ettiği zamana kadar tüm tafsilatıyla koruyup gözeten yegâne bir yaratıcı olduğudur.  Hiçbir insanın ve hiçbir gücün, Allah’ın korumasına denk bir koruma sağlaması yahut buna yaklaşması mümkün değildir. Çünkü hakkıyla Hafîz olan yalnızca Allah’tır. Dünyada O’ndan başka bir koruyucu aramak bir yana, O’ndan başkasının bizi bir şeylerden korumuş olduğunu düşünmek dahi bu ismi anlamamış olmaktır.  Bu konunun devamını daha rahat anlamanız açısından bir menkıbe ile devam edelim istiyorum.

Hz. Musa (a.s.) bir gün çok hastalanmış. Günler sonra sancıdan duramaz hale geldiğinde sıkıntısını Rabbine açıp şifa istemiş. Bunun üstüne Rabbi ona Sahra’da yetişen bir otu bulmasını ve yemesini söylemiş. Hz. Musa, denileni harfiyen yapmış ve şifasına ulaşmış. Birkaç zaman sonra aynı hastalık ona tekrar musallat olunca, o yine aynı otun peşine şifa aramaya çıkmış. Otu bulmuş bulmasına ama ne kadar yediyse şifaya kavuşamamış aksine gün geçtikçe daha da hasta oluyormuş. Sıkıntısını yine Rabbine arz ederek demiş ki: “Ya Rab! Bu otu ilk yediğimde şifa bulmuştum şimdi neden böyle oldu?” Rabbi cevap vermiş:“Çünkü sen şifayı ottan bildin Ey Musa!”

Bu olayı içimizde şöyle bir analiz edelim; Allah isteseydi Musa’ya (a.s.) o an şifasını direkt olarak veremez miydi? Ama onu illa ki bir otun peşine dağlara gönderdi. Buradan bu hikmeti alalım ve diyelim ki: Dünya sebepler dünyası. Demek ki, dünyadaki sebeplere de sarılacağız. Kendimizi korumak için tedbir alacağız. Yardıma ihtiyaç duyan birini gördüğümüzde, yardımına koşacağız. Sahipsiz bir canlı gördüğümüzde onu koruyacağız. Tüm bunlara “Allah en iyi koruyandır zaten” deyip sırt dönmek, olası bir imtihanı kaybetmek demektir.

Elbette ki Allah yarattıklarını bir şekilde koruyacak, ister bizim elimizle, ister bir başkasının eliyle ve isterse de kendi yardımını göndererek. Ama birini diğerine sebep edecek, çünkü bu dünya sebepler ve imtihanlar dünyası. Tüm bunlar olurken, biz eğer birinin yardımına yetişiyorsak Allah’ın bir aracısı olduğumuzu düşüneceğiz. Ve eğer, zor bir anımızda birinden yardım görüyorsak, o zaman da Rabbimizin bize o kişiyle yardım gönderdiğini düşünerek şükredeceğiz. Bu sahne karşısında bize düşen, kula teşekkür Rabbe şükür olacak. Asıl yardımın Allah’ın izniyle, Allah’tan geldiğini asla unutmayacak ve sebeplere bağlanmayacağız. Hani İbrahim (a.s.) tam ateşe atılacakken, Cebrail (a.s.) gelip “Yardım ister misin?” diye sormuştu da, o “Rabbim benim halimi görmüyor mu, eğer yardım edilecekse o bana yardım eder.” demişti ya, işte aynı böyle pürüzsüz bir iman teslimiyeti bekleniyor bizden. Nasip olsun inşallah.

Son olarak bu ismin Kur’anî çerçevesine baktığımızda, yalnızca 3 ayette sadece Allah’a isnatla geldiğini görüyoruz. İsimlerin geçtiği ayetler (Hud 57, Sebe 21, Şura 6) incelendiğinde, Kur’an-ı Kerim’de nadiren rastlandığımız bir görüntü ortaya çıkıyor. Hafîz ismi, diğer isimlerden farklı olarak geçtiği her ayette tek başına Allah’ı temsil etmiştir. Başka hiçbir ismin desteğine ve izahına ihtiyaç duymamıştır. Buradan anlıyoruz ki, Hafîz ismi tecellisi kendisinden olan ve çok derin anlamlar taşıyan kıymetli bir esmadır.

O halde, Rabbim tüm güzel isimlerinin hakkı için hepimize merhamet etsin ve günahlarımıza rağmen bize bu ilmi anlamayı/anlatmayı nasip etsin.

Sadakallahulazim!

Yorum yapın