Meal Okumaları 53 – Necm Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم


Necm sûresi, Mekke’de inmiştir. Mekke’de inen diğer sûreler gibi, umûmî çerçeve içersinde, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve hesaba inanma konularından bahseder. Mushaf’taki sıralamada elli üçüncü, iniş sırasına göre yirmi üçüncü sûredir. İhlâs sûresinden sonra, Abese sûresinden önce Mekke’de nazil olmuştur. Sure hakkındaki rivayetler esas alındığında, ayetlerin Risalet’in 5. yılında nazil olduğu kesinlik kazanmaktadır.Sadece 32. âyetinin Medine’de indiği rivayet edilmiştir, fakat bu âyetin öncesi ve sonrasıyla olan sıkı anlam bağı ve üslûp birliği bu rivayeti tereddüde açık bırakmakta­dır. İlk âyetinde geçen ve “yıldız” anlamına gelen “necm” kelimesi sûreye ad ol­muştur. Genel konu olarak baktığımızda iki kısıma ayırmak mümkün. İlk kısımda Kur’an’ın Allah tarafından Cebrail vasıtasıyla Hz. Muhammed’e indirilmiş olduğu ve Hz. Peygamber’in Allah’tan aldıklarını sadakatle tebliğ ettiği ortaya konmaktadır. İkinci kısımda ise önceki peygamberlere gönderilen vahiylerle Resûlullah’ın getirdikleri arasındaki bazı or­tak noktalara değinilmekte, inkarcılıkları sebebiyle helak edilmiş geçmiş toplum­lardan örnekler verilmektedir. Şimdi bir de ayet ayet kategorize edelim ve ayetlere geçelim.

1-12: Miraç mucizesi ve ilahi vahiy
13-23: Putların ilah edinilmesi
24-42: Kıyamet günündeki adil cezalandırmalar
43-63: Rabbin yaratma, öldürme, zenginleştirme gibi tüm hikmetleri

Bu suredeki ayetler biraz kolay gibi görünsede, aslında her birinin arkasında işaret ettiği bir olay ve bir kişi var. Ve bunları anlamayabilmenin tek yolu tabi ki o dönemi anlamaktan geçiyor. Bu yüzden ayetlere geçmeden önce tarihsel arka planı oluşturmaya çalışalım istiyorum. Plan oluştuğunda, okuduğumuz her ayeti ‘’cuk’’ diye yerine oturtacağız ve ayrıntı vermesek bile kendimizi ayet anlamış olarak bulacağız.

Necm Suresi nazil olana kadar Hz. Peygamber (s.a), 5 sene boyunca sürekli tanıdık kişilerin evlerinde, özel ve herkese açık olmayan toplantılarda İslâm’ı tebliğ ediyor ve Kur’an’ı okuyordu. Yani o döneme kadar O genel bir topluluğa hitap edememişti. Çünkü kafirler ona hep şiddet ile karşılık vermişlerdi. Onlar Hz. Peygamber’in (s.a) şahsiyetinin, hitabetinin ve Kur’an’ın ne kadar etkileyici olduğunu bildikleri için, onu dinlemek istemedikleri gibi başkalarına da mani oluyorlardı. Ayrıca bir yandan “Muhammed yoldan çıkmış, başkalarını da yoldan çıkarıyor” diye iftira atarken, diğer yandan da, Hz. Peygamber’in (s.a) gittiği her yerde “sapıkça” diye niteledikleri mesajının duyulmaması için gürültü çıkarıyorlardı. Yani iddialarının yalan olduğunu kendileri de bildiği için, başka kimselerin mesajı işitmesine fırsat dahi vermiyorlardı.

İşte böyle bir ortamda Rasûlullah (s.a) birgün Harem-i Şerif’te Kureyş’den bir topluluğun karşısında, tebliğ etmek üzere ayağa kalkmış ve vahyolunan bu sureyi okumuştur. Ancak okunan sure, çevredekileri o kadar çok etkilemiştir ki, Kureyşliler adeta büyülenmiş gibi sessizce sureyi dinlemişler ve her zaman yaptıklarının aksine gürültü çıkarmayı unutmuşlardır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.) surenin sonunda secde ayetini okuduğunda hemen secdeye gidince, kafirler de onunla birlikte secdeye gitmişler, fakat bu davranışlarının hemen akabinde, bir zaaf içine düştüklerini farketmişlerdir. Hatta bunun üzerine bazı kimseler onların ileri gelenlerini “Sizler hem bu Kur’an’ı dinlemekten başkalarını menediyorsunuz hem de bu sözleri kendiniz dinlediğiniz yetmiyormuş gibi bir de secdeye gidiyorsunuz,” diye eleştirmeye başlamışlardır. Onlar da kendilerini şu şekilde savunmuşlardır “Biz Muhammed’in, “Lat, Uzza ve üçüncüleri olan Menat yüce bir makama sahip ilahlardır ve onların şefaat etmeleri umulur” diye söylediğini zannettiğimizden O’nun dinimizi kabul ettiğini düşündük.” Oysa ayetlerin siyak ve sibakına bakıldığında, onların “yanlış anladık” şeklindeki iddialarının saçma olduğu açıkça görülür. İşte bu surede Mekkeli müşrikler, Kur’an ve Hz. Peygamber (s.a) karşısında takındıkları tavır dolayısıyla uyarılmışlardır.

Onlara karşı uyarılan bir kısmını ilk ayetlerde inceleyebiliyoruz; ‘’ Düştüğü zaman yıldıza andolsun arkadaşı­nız (Muhammed) sapmadı ve bâtıla inanmadı; o, arzu­suna göre de konuşmaz. O vahyedilenden başkası değildir.’’ Bu dört ayetle Peygamber ve Kur’an hakkında­ki asılsız isnatlar kesin bir dille reddedilmekte, onun yolunu şaşırmış bir insan olmadığı gibi kişisel ihtiraslartyla da hareket etmediği, vahyin ve aklın icaplarından sapmadığı belirtilmektedir. Bu özlü anlatımla, onun içten veya dıştan gelebilecek olumsuz etkilere karşı ilâhî koruma altında bulunduğu gerçeği pekiştirilmektedir. Âyette “bu arkadaşınız” anlamındaki “sâhibüküm” tamlamasının kullanılmış ol­ması, muhatapların Hz. Peygamber’i yakından tanıdıklarını yıl­lar yılı onun ne kadar erdemli, makul düşünen ve ölçülü hareket eden bir insan ol­duğunu gözleriyle gördüklerini hatırlatması açısından oldukça manidardır. Zaten surenin bir müddet devamı bu ayetler çerçevesinde ilerleyecek ve genel olarak insanlara şu mesaj verilmeye çalışılacak; Sizlerin iddia ettiği gibi, ne Hz. Peygamber (s.a.) yolunu kaybetmiş ve azmıştır ne de tebliğ etiği mesaj kendisinin uydurduğu bir sözdür. Tam aksine onun tebliğ ettiği mesaj, kendisine Allah tarafından vahyolunmaktadır. O mesaj kendi zan ve hevasının ürünü değil, hakikatın ta kendisidir. Çünkü O bizzat müşahadelerine dayanan hakikatleri sizlere aktarmaktadır. O kendisine vahiy getiren meleği kendi gözleriyle görmüş ve alemlerin Rabbi olan Allah’ın büyük işaretlerini bizzat müşahade etmiştir. O’nun sizlere aktardıkları kendi düşünceleri değil, bizzat müşahede ettiği hakikatlerdir. Ancak tüm bunlara karşılık sizler O’na, tıpkı gördüğü şeyleri anlatan birine, kendi görmemesine rağmen karşı çıkan, inatçı kör bir adam gibi tavır alıyorsunuz. Bu bağlamda şöyle bir soru yöneltilebilir: “Hz. Peygamber’in (s.a) tüm sözleri Allah katından mıdır? Değilse şayet, Hz. Peygamber’in (s.a) sözlerinden hangisi kendisine ait, hangisi Allah’ın vahyidir?” Böyle bir sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Kur’an kesinlikle bir vahiydir ve içindeki tüm sözler istisnasız Allah’a aittir. Bu Vahiy konusu 2 başlık altında incelenirse daha anlaşılır olabilir. 1)Vahyi Celi: Hz. Peygamber’in (s.a) İslâm’ı tebliğ, Kur’an’ı beyan ve izah niteliği taşıyan sözlerinin tümünün vahy kaynaklı olmasıdır. 2)Vahyi hafi: Hz. Peygamber’in (s.a) Müslümanların lideri olması münasebetiyle Allah’ın kelimesini yüceltmek ve dini ikame etmek için mücadele ederken muhtelif zamanlarda verdiği emirleri kapsayan sözleri olmuştur. Bu mücadele boyunca Hz. Peygamber, (s.a) zaman zaman sahabeyle istişarede bulunmuştur. Bu istişareler sonunda O, bazen kendi reyinden vazgeçip, sahabelerin reyini kabul etmiştir. Bazan de sahabeler “Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah’ın vahyi midir?” diye sormuşlar, O da “Benim sözümdür.” karşılığını vermiştir. Bu tür karar ve danışmalar vahyi hafi grubuna girer.

Vahiy konusundan sonra bu vahyin Efendimiz’e ulaşma şeklini tarif eden ayetler karşımıza çıkıyor. ‘’ Muhammed’in kendisi en yüce ufukta idi. Sonra Cebrail ona yaklaştı ve sarktı. İki yay ka­dar yahut daha yakın oldu. Allah, kuluna vahyettiği şeyi vahyetti. Gözün gördüğünü kalbi yalanlamadı.’’ Yani, “Cibril, gökyüzünün doğu tarafında göründü ve Hz. Peygamber’e (s.a) yaklaşarak havada durdu. Sonra daha da yaklaştı, hatta o kadar yaklaştı ki, aralarındaki iki yay veya ondan daha az bir mesafe kaldı” Müfessirler genelde “” ifadesini iki yay ile karşılamışlardır. Ve ayetin sonundaki göz gördü gönül yalanlamadı ifadesi ise, Rasûlullah’ın O’nu gündüzün aydınlığında gördüğü için, bunun bir cin, şeytan, hayal ya da rüya olduğu şeklinde bir şüpheye kapılmadığını anlatır. Net bir şekilde gördüğünden dolayı da O’nun Allah’dan vahiy getiren Cibril olduğu konusunda bir tereddüt duymamıştır. Böylece gönlünce hissettiğine gözüyle de emin olmuştur. Birkaç ayet sonra Cebrail’in Rasulullah’ı bir kere daha ziyaret etmesinden bahsediyor. Ve müfessirlerce bu ayetler Miraç mucizesine işaret etmektedir. Hemen bu ayetlere yeni paragraf vermek icap eder.

‘’Andolsun onu, Sidretü’l-Müntehâ’nın ya­nında bir defa daha görmüştü. Cennetü’l-Me’vâ da onun yanındadır. Sidre’yi kaplayan kaplamıştı. Göz ne şaştı, ne aştı. Andolsun o, Rabbİnin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.’’  Burada Hz. Peygamber’in (s.a) kendisini asıl suretiyle gördüğü Cibril ile yaptığı ikinci görüşmeye işaret etmektedir. Bu görüşmenin vuku bulduğu yerin adı olarak, “Sidretu’l-Münteha” ifadesi kullanılmış ve yanında da “Cennet’ul- Me’va” olduğu bildirilmiştir. “Sidretu’l-Münteha”, bir sıra ağacın en sonundaki ağaca atfen kullanılır. Nitekim Allame Alusi, Ruhu’l-Meani adlı eserinde bu hususu şöyle açıklar: “Tüm ilimler orada son bulur ve ötede bulunan herşeyi Allah bilir.” Cennetu’l-Me’va’ ise lugatte, barınılacak, oturulacak yer anlamına gelir. Hasan Basri’ye göre bu Cennet, mü’minlerin gireceği cennettir. O, bu ayetten yola çıkarak cennetin gökte olacağını söyler. Katede ise bu cenneti şehid ruhlarının gideceği cennet olarak kabul eder. Yani Ahirette verileceği vaad edilen cennet değildir. Nitekim İbn Abbas da aynı kanaattedir. O ayrıca şöyle der: “Ahirette va’d edilen cennet gökte değil, bu dünyada olacaktır.” Yepyeni bir bilgi öğrendik dimi?  Elhamdulillah. Bu ayetlerin sonundaki ‘’Ayetlerin büyük bir kısmını gördü’’ ifadesine bakarak Rasullulah’ın allahı gördüğü anlamını çıkarmak absürt olabilir. Çünkü yetten açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber (s.a) Allah’ı değil, O’nun büyük ayetlerini görmüştür. Siyak ve sibakdan bu olayın ikinci görüşmede vuku bulduğu anlaşılmaktadır. İlk kez onu Ufuku’l-Ala da görmüştü ve bu, Allah değildi. İkincisinde ise “Sidretu’l-Münteha”da görmüştü o da Allah değildi. Rasûlullah (s.a)her ikisinde de Cibril’i görmüşdü. Eğer Hz. Peygamber (s.a) Allah’ı görmüş olsaydı muhakkak bu kadar büyük bir hadiseyi açıkça anlatmış olması gerekirdi. Kur’an’da Hz. Musa, Allah’ı görmeyi arzu ettiğinde Allah Teâlâ kendisine, “sen beni göremezsin” demiştir. Yani Hz. Musa’ya böyle bir şeref verilmemiştir. Şayet bu şeref, Hz. Peygamber’e (s.a) verilmiş olsaydı, Allah onu açıkça beyan ederdi.  Ayetlerde Allah’ın büyüklüğü, varlığın üzerindeki tahakkümü ve her şeyin O’nun emrine boyun eğişi çeşitli şekillerde tebliğ edildikten sonra, halâ iman etmeyip, hiçbir anlamı olmayan ve kendi elleriyle yaptıkları putlara tapan müşriklere hayret ifade eden bir uslûbla 19 ve 20.ayette  şöyle soruluyor: “Şimdi siz ilâh olarak Lât’ı, Uzzâ’ yı ve diğer üçüncüleri olan Menât’ı mı görüyorsunuz?” Aynı zaman da Mekkeli müşrikler tapındıkları bu dişi ilâheleri Allah’ın kızları olarak görüyorlardı. Allah Teâlâ, onların bu akıl dışı ve hiçbir mantık ölçüsüne sığdırılması mümkün olmayan inançlarını tenkid ederek, ne kadar büyük bir açmazın içerisinde bulunduklarını 21 ve 22.ayette gözler önüne sermektedir: “Erkekler sizin de, kızlar Allah’ın mı? Öyleyse bu insafsızca bir taksimdir” Yani siz bu ilâheleri Allah’ın kızları olarak kabul ediyorsunuz. Bu ne kadar saçma ve anlamsızdır ki, kendiniz için kız çocuğu edinmeyi bir zül telakki ederken, utanmadan onları Allah’a nisbet edebiliyorsunuz. Bu şekilde putlar edinip onlara saygı göstererek tapınma olayının bu günkü “ilkel toplum” anlayışıyla izah edilecek bir tarafı yoktur. Çünkü günümüzde, kendilerinin çağdaş ve yüksek kültür seviyesinde olduklarını iddia eden bir takım topluluklar, halâ o eski çağların ilkel anlayışlarının devamı niteliğinde olan bir tarzda, kendi düşünceleriyle üretip ilahlaştırdıkları bir takım tağutların, heykellerini dikerek, şikayet, istek ve arzularını gidip onlara arz edebiliyor ve onlardan medet umabiliyorlar. İcra edilen tapınma olayı incelendiğinde bugün yapılanla yüzlerce yıl önce icra edilen tapınmanın mahiyet itibarıyla birbirinden hiç de farklı olmadığı görülecektir. Bu da, cahiliyye anlayışının geleneksel olduğunu, görüntü itibariyle farklı gibi görünse bile, binlerce yıl öncesinin yöntemlerinin aynıyla kullanıldığını göstermektedir.

Surenin ikinci konusunda iman edip iyilikte bulunanların en güzel şekilde mükafatlandırını ve  onların büyük günahlardan ve hayasızlıklardan şiddetle kaçınacaklarını anlatıyor. Bu bilgilere göre müminlerin küçük günahları ise Allah tarafından bağışlanacaktır. Bütün bunlar, inkarcıların veya başkalarının istek ve arzuları doğrultusunda gerçekleşecek değildir. Bu kararı, her şeyi hakkıyla bilen Allah Teâlâ verecektir. Bu hususu Allah Teâlâ şöyle ifade etmektedir: “O iyi amellerde bulunanlar küçük kusurları hariç, büyük günahlardan ve hayasızlıklardan kaçınırlar. Şüphesiz Rabbin, bağışlaması bol olandır. Kimin takva üzere olduğunu da O çok iyi bilir” Büyük ve küçük günahlar arasındaki farka değinmek gerekirse Kur’an ve Sünnet’te açıkça yasaklanan her günahın, büyük günah olduğu kesindir. Ayrıca Allah’ın ve Hz. Peygamber’in (s.a.) had cezası verdiği veya Ahirette karşılık olarak azab haberi bildirdiği ya da mücrimin lanetlendiği her günah, büyük günahtır. Yine Allah’ın mücrimler üzerine azab göndermesine neden olan her suç büyük günahtır. Bunların dışındakiler, küçük günahlar grubuna girer. Büyük günahları işlemeye niyet etmek ve istek duymak da küçük günahtır. Hatta büyük işlememek kaydıyla, başlangıç safhasında olmak dahi küçük günahtır. Ancak, küçük günah işleyen kimse, Allah’a karşı büyüklenir, büyük günah işlemekten çekinmez ve Allah’ın yasalarını dikkate almadığı gibi, bu yasaları hafife alırsa o takdirde sözkonusu afdan yararlanamaz.

Bunun peşinden, Hz. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)’a verilen sahifelerde açıklanmış olan dinin temel prensipleri zikredilir: “Kimse kimsenin günahını yüklenmez. İnsan için çalıştığının karşılığından başka bir şey yoktur. İnsan yaptığı amelinin karşılığını mutlaka görür” Bu ayetler, çok büyük gerçekleri ihtiva etmektedir: Her insan, işlediği kötü amel işin yalnızca kendisi ceza görür. Yani suçların şahsiliği prensibi getirilmiştir. Hiç kimse, başkasının işlediği bir suçtan dolayı sorgulanamaz. Ayrıca insan, mükâfat ve ceza olarak, yalnızca kendi işlemiş olduğu şeylerin karşılığını bulacaktır. Yani göreceği cezalandırma, yaptığı şeylerin karşılığı olacaktır.

Surenin sonuna doğru, Hz. Muhammed’in evvelki peygamberler gibi yaklaşan kıyamet ve cehennem azabıyla uyaran bir uyarıcı olduğu tekrar vurgulanarak, kıyamet anının yaklaştığı ve onun ne zaman vaki olacağının Allah Teâlâ’dan başka hiç kimse tarafından bilinemezliği gerçeği 56-58.ayetlerde ortaya konuluyor:” Bu peygamber de önceki uyarıcılardan biridir. Kıyamet yaklaştı. Kıyameti Allah’dan başka kimse açığa çıkaramaz”  Daha sonra kâfirlerin bu haberler karşısında takındıkları tavırları, tehdit ifade eden bir uslubla dile getirilmektedir: “Siz, bu söze şaşıyor musunuz? Gülüyor da ağlamıyor musunuz? Gaflet içinde oyalanıyorsunuz”

Ve işte geldik mümin müşrik demeden tüm insanların duyunca secde ettiği ayete. ‘’Artık Allah’a secde edin ve sadece O’na kulluk yapın” Bu arada imam Ebu Hanife ve İmam Şafiî gibi birçok alime göre, bu ayet üzerinde secde vaciptir bilgisini de verelim de öyle veda edelim. Bilgiyi verdiğimize de göre;

Sadakallahulazim

“Meal Okumaları 53 – Necm Suresi” üzerine 2 yorum

  1. Meraba Gönül Hanım, arkadaşımla niyet edip meal okumalarına başlamak istiyoruz. Bir fotoğrafınızın altında görmüştüm, yazılarınızı toplu olarak mail atabiliceğinizi yazmıştınız. Çıktısını alıp hem arkadaşıma hem de kendime hediye etmek istiyorum 🙂 Zahmet olmazsa ben de yazılarınıza talibim 🙂

    Yanıtla

Yorum yapın