Meal Okumaları 52 – Tûr Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Tûr Suresi Mekke’de inen sûrelerdendir. Mushaftaki sıralamada elli ikinci, iniş sırasına göre yetmiş altıncı sûredir. Secde sûresinden sonra, Mülk sûresinden önce Mekke’de inmiştir. İlk âyetinde geçen ve genellikle Sİna Dağı olarak anlaşılmış olan “Tûr” keli­mesi sûreye ad olmuştur.  Bu surenin de Zariyat Suresi’nin nazil olduğu Mekke döneminde nazil olduğu, konuların içinde geçen bilgilerin verdiği ip uçlarından tahmin edilmektedir. Bu sureyi okurken, nazil olduğu günlerde Hz. Peygamber’e karşı koyuşlar, iftira ve itirazların yapıldığı, fakat işkence ve eziyet çarkının bütün gücü ile henüz dönmeye başlamadığı kat’i olarak hissedilmektedir. Sure konu olarak ayrılırsa, başlarda ahiret sonlarda ise kafirleri kınamadan bahsedilir. Ayetleri ise şu şekilde kategorize edebiliriz;

1-16: Kıyametin sıkıntılı halleri ve o gün kafirlerin durumu
17-29: Kıyamet gününde müminlerin durumu
30-34: Efendimiz’in Peygamberliği
35-47: Kafirleri kınama
48-49: Müminlere sabır telkini

Daha önce ahirette tekrar dirilmenin mutlaka vuku bulacağı, bir önceki sure olan Zâriyât suresinde delillendirilerek ortaya konmuş idi. Bundan dolayı deliller tekrar zikredilmeden, bir kaç gerçeğe ve varlığa kasem edilerek, ahiretin varlığı bütün çıplaklığı ile gözler önüne serilmektedir; “Tûr dağına, açılmış sayfalar üzerine yazılmış kitaba, ma’mur olan ve, tavan gibi yükseltilmiş semaya, kabarıp taşan denize yemin olsun ki, Rabbinin azabı mutlaka gerçekleşecektir.’’ İlk ayetteki Tûr’un asıl mânâsı dağ demektir. Ayetteki Tûr’dan maksat, Allah’ın Hz. Musa’yı üzerinde peygamberlik ile şereflendirdiği Sina adındaki özel bir dağdır. İkinci ayetteki  “açık kitaptan” maksat: Kitap Ehli olanların yanında bulunan mukaddes kitaplar topluluğudur. Onlar kaybolmadıkları, okudukları ve içinde ne yazdığı kolaylıkla öğrenilebildiği için ona “açık kitap” denilmiştir. Üçüncü ayetteki ‘’İnce deride yazılmış kitaba’’ ifadesiyle ceylan derisi kastedilmiş olabilir. Bu deri, özel olarak yazmak için ince deri ya da zar şekline getirilir ve konuşma dilinde de ona “Rakk” denilirdi. Semavi kitaplara inananlar uzun müddet korunsun ve devam etsin diye genellikle Tevrat, Zebur, İncil ve Peygamberlerin getirdikleri sahifeleri işte bu “Rakk” (çok ince deri) üzerine yazarlardı. Dördüncü ayetteki “Mamur Ev”  Hasan Basri hazretlerine göre: Hac, Umre ve Ziyaret tavafı yapmak için bu gibi sebeplerle hiçbir zaman boş kalmayan, “Beytullah”, yani “Kâbe” kastedilmektedir. Hz. Ali, İbn Abbas, İkrime, Mücahid, Katade, Dahhâk, İbn Zeyd ve diğer müfessirler bundan, Mirac sırasında peygamberimizin zikrettiği, duvarında perdelenmiş olarak Hz. İbrahim’i gördüğü mamur ev kastedilmiştir, demektedirler. Beşinci ayetteki “Yüksek Tavan”da yeryüzünü bir kubbe gibi çevrelemiş gözüken gökyüzü kastedilmektedir. Ve ayette bu kelime bütün yüce alem için kullanılmıştır. Altıncı ayette Arapça ‘Mescur” kelimesi geçmektedir. Çeşitli mânâları açıklanmış, bazı müfessirler buna “Ateşle dolu” demektir demişler, bazıları suyu yer altına inerek kaybolmuş boş ve ıssız yer mânâsını vermişler, bir kısmı “Hapsedilmiş” mânâsına almış ve denizin suyu yer altına giderek kaybolmasın ve kara üzerine yayılarak da yeryüzünde yaşayanların hepsini birden boğmasın diye, deniz tutulmuştur, (hapsedilmiştir) demektir demişlerdir. Bazıları tatlı ve tuzlu, sıcak ve soğuk her çeşit su gelip içine katıldığı için ona karışık mânâsı verirken, bazıları da ona dopdolu ve dalgalı mânâsını vermişlerdir. Ve son ayette ‘’Rabbin azabı muhakkak olacaktır’’ ifadesiyle baştan beri sayılmış olan beş şeyin üzerine yemin olsun denilmiştir. Kendisinden dolayı o beş şey üzerine yemin edilen hakikat budur. Rabbin azabından murad ahirettir. Çünkü burada muhatap, ona iman edenler değil, onu inkar edenlerdir. Ve onlar hakkında da o ahiretin gelişi elbetteki bir azaptır. Bu bakımdan ona kıyamet veya ahiret ya da ceza günü denmesi yerine “Rabbin azabı” denmiştir. Kendileri ile yemin edilen o beş şeyin ahiretin meydana gelişine nasıl delâlet ettiğini artık iyice düşününüz. Tûr; ayak altına alınmış ve ezilmiş bir halkın ayağa kaldırıldığı, galip ve çok güçlü bir halkın da ayak altına alınmaya karar verildiği bir yerdir. Bu karar tabiat kanunlarına bağlı olarak değil, ruhani kanunlar ve hakların ele geçirilmesi, herkesin hakettiğini alması prensiplerine göre verilmiştir. Bu bakımdan ahiret hakkında, tarihi olaylarla ispatlama şeklinde Tûr bir delil ve alâmet olarak ileri sürülmüştür. Denmek istenen de, İsrailoğulları gibi güçsüz ve zayıf bir kavmin ayağa kaldırılması, Firavun gibi çok güçlü bir diktatörün de askerleri ile toptan suda boğdurulmasıdır. Bu olayın karar ve hükmü ise, ıssız bir gecede Tur Dağı’nda verilmişti. Kainat nizamının karakterinin, insan gibi akıllı ve iradeli bir yaratık hakkında nasıl manevî bir hesaba çekilmeyi ve amellerin karşılığını görmeyi gerektirdiğini, bu gereğin yerine gelmesi için de bütün insanlığın bir araya getirilerek sorguya çekileceği hesap gününün mutlaka olması gerektiğine bu en açık bir misaldir.

Surenin 9.ayetinden itibaren kıyamet günü tarif edilmeye başlanır. “Göğün şiddetle sarsılıp çalkalandığı, dağların süratle yüdüdüğü gün. Evet, işte o gün, bâtılla oyalanan, yalanlayanların vay haline! O gün onlar cehennem ateşine sürülüp itileceklerdir”  Kıyamet günü evrenin alacağı durum bu kelimelerle açıklanarak, o gün kainatın bütün düzeninin alt üst olacağı ve gökyüzüne bakanların o her zaman aynı biçimde gözüken bir atlas gibi olan gökyüzünün bozulduğunu ve her tarafta bir kaynaşmanın koptuğunu görecekleri hatırlatılıyor. Diğer kelimelerde dağları sapasağlam tutan yeryüzünün o tutuşu gevşeyecek, dağlar da köklerinden sökülerek uçuşup giden dağınık bulutlar gibi fezada uçuşmaya başlayacaklardır.

Sıradaki konuda cehenneme atılan inkârcılar topluluğuna, bulundukları durumun dünyada yalanlayıp durdukları şeyden başkası olmadığı ve gördükleri bu muamelenin sadece yaptıkları kötülüklerin karşılığı olduğu hatırlatılacak ve onlara 16.ayetteki ifadeyle; “Girin cehenneme! Sabredin veya sabretmeyin. Sizin için değişen bir şey olmayacaktır. Siz, sadece yaptıklarınızın cezasını göreceksiniz” denir.  Bu ayet Zemahşerî’nin şu yorumu esas alınarak verilmiştir: İnkarcılara sabredip etmemelerinin kendileri açısından bir farkının olmayacağı bildirildikten sonra “Çünkü sadece yaptıklarınızın karşılığını görmektesiniz” şeklinde bir gerekçe gösterilmiştir; bu gerekçenin amacı ise, artık yargılamanın sona erdiğini ve dünyada yapılanların karşılığını görmekte olduklarını, dolayısıyla orada cezayı hafifletici bir çaba için­de olmalarının yarar sağlamayacağını, sabır erdeminin ancak imtihan ortamı olan dünya hayatında değer taşıdığını hatırlatmaktır.

Daha sonra sûre, Naîm cennetlerinde, koltuklar üzerinde karşılıklı o-turan takva sahibi mü’minlerden bahseder. Yüce Allah onlara her türlü mut­luluğu birlikte vermiştir: Güzel gözlü huriler, neslin ve çocukların bir arada bulunmaları, her türlü yiyecek ve içecek şeylerden yani, hoşa giden ve iştah çekilen çeşitli meyvelerden ve etlerden faydalanma ve yeme olacaktır. Bunların dışında, orada bulunan, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiç bir insanın aklından geçmeyen çeşitli nimetlerden fayda­lanılacaktır. İşte Allah, surenin bu kısmında müminlerin nasıl bu nimetlerden faydalandıklarını bize ipucu olarak veriyor ve nasıl muttakilerden olabileceğimizi anlamamızı sağlıyor. İlk olarak 18.ayetteki ifadeyle ‘’Onlar Rablerinin kendilerine verdiği ile zevklenmektedirler.’’ Bakın bu şükür etmenin bir basamak üstüdür. Ayetin devamındaki “Allah (c.c) onları cehennem azabından kurtardı” buyruğunda, aslında kişinin cehennemden kurtulması Allah’ın fazlı ve keremiyle mümkündür. Yoksa “Beşeri eksiklikler her kişinin amelinde öyle kusurlar meydana getirir ki, Allah merhametinden dolayı göz ardı etmeseydi de şiddetli bir hesaba çekseydi hiç kimse yakalanmaktan kurtulamazdı” hakikatine işaret vardır. Bundan dolayı cennete girmek ne kadar büyük bir nimetse, insanoğlunun şu cehennemden kurtulması da ondan daha az bir nimet değildir.  Yine 26.ayette şöyle buyuruluyor; ” Takva sahipleri dediler ki; Biz daha önce dünyada, ailemiz ve yakın akrabalarımız içinde korkanlardık.’’  Yani, biz kendimiz dünyada zevku sefaya kapılıp, kendi alemimize gömülüp gaflette yaşamıyorduk. Bilakis Allah’ın bizi cezalandıracağı bir iş yapmaktan korkardık.  Ve aynı zamanda ailemiz içinde korkardık. Burada insana en çok günah işleten şeyin, kişinin çoluk çocuğunu rahat yaşatması ve onlara iyi bir servet bırakması düşüncesi olduğuna dem vuruluyor. Bilhassa “Kendi ev halkı arasında korkarak hayat geçirme” olarak zikredilen kısımda ailesine servet bırakmak için gözünü hırs bürümüş bir şekilde çalışmaktan ve farketmeden buna haram karıştırmaktan korktuklarını söylemeye çalışılıyor. Bundan dolayı cennet ehli aralarında şöyle diyecekler: Akibetimizin kötü olmasından bizi bilhassa kurtaran şey, çocuklarımızın arasında yaşarken onların hayatını müreffeh yapmak, muhteşem bir istikbal hazırlamak düşüncesinde olmayışımızdır. Bu düşünce onların uğruna ahiretimizi mahvedecek dereceye ulaşan bir yolu seçmemize kadar bizi zorlamamıştı. Ve çocuklarımızı ve kendimize azaba layık kılacak bir yolda gitmedik, çünkü biz korkanlardandık. Bu konuyla ilgili çok harika bir söz geliyor aklıma, nokta atışı olsun diye şuraya bırakıyorum; ‘’Rızık endişesi şeytandandır.’’

Şimdi surenin çok tartışma konusu olmuş bir ayetine kısaca değinip hemen diğer konuya geçeceğiz. 23.ayette buyuruluyor ki; Orada bir kadeh çekiştirirler ki, onda ne bir saçmalama ne de bir günah yoktur. İşte bu ayet içkiyi meşrulaştırıyor ya da güzel gösteriyor değildir. Bizim dilimizde kadeh, içki içilen bardak olarak tanımanlandığı için tefsirler bu açıdan yapılmış ve Mevdudi bu konuda şöyle buyurmuş; Eğer o kadeh, şarap dolu bir kadeh ise bile  içilince sarhoş eden, lüzumsuz gevezelikler yaptıran, yahut söğüp saydıran, kavga gürültüye götüren veya dünya şarabından içenlerin yaptığı gibi çirkin hareketler yaptıran şarap gibi olmayacak. Yani bu ayeti saptıran birileri görürseniz onu önce kadeh kelimesini öğrenmeye yönlendirin.

İnkârcılar ve iman edenlerin, ahiretteki durumları net bir şekilde canlandırıldıktan sonra hitap, Resulullah (s.a.s)’e yönelmekte ve Mekkeli müşrikler tarafından yöneltilen iftira ve ithamlara aldırış etmeden İslâm’ı tebliğe devam etmesi emredilmektedir. Zaten Resulullah’a  ne zaman, kıyamet, haşr-neşir, hesap-kitap, cennet-cehennem ile ilgili bir şeyler söylese, müşrikler hemen, onun okuduğu ayetlerin tesirini yok etmek için iftira kampanyalarına girişir ve olur olmaz sözler sarfederlerdi. İşte onların bu akıldışı tutumları tenkid ediliyor, Kur’an’da değişik şekillerde defalarca yapılan meydan okuma bir kere daha tekrar edilerek Kur’an ayetlerine benzer bir söz söylemeleri isteniyor, onların acziyet ve sapıklıkları dile getiriliyor. “Ey Muhammed, sen hatırlat ve öğüt ver. Rabbinin nimeti sayesinde sen ne bir kâhin, ne de delisin” Daha sonra, inkârcıların tutum ve davranışlarının sebebleri sorgulanarak, onların bu inkâr ve karşı çıkışlarında ne kadar büyük bir sapıklık içinde oldukları ortaya konulmaktadır. Peygamber (s.a.s) onları, herşeyi Allah Teâlâ’nın yarattığına iman etmeye ve O’ndan başkasına tapınmaktan kaçınmaya çağırıyordu. Ancak onlar, mantıksız ve dayanaksız şeylerle buna karşı çıkıp, kızgınlıklarını izhar ediyorlardı. Allah Teâlâ, bu akıldışı tutumlarının tutarsızlığını, “Onlar, bir yaratıcıları olmadan mı yaratıldılar, yoksa kendi kendilerini mi yarattılar? Kesin bir bilgiye sahip değillerdir. Yoksa gaybın ilmi yanlarında da istediklerini ordan mı alıp yazıyorlar?” (35, 36, 41) gibi ifadelerle gözler önüne seriyor. Kâfirlerin, inkârlarında ne kadar inatçı oldukları, başlarına açıkça bir belanın gelişini gözleriyle görseler dahi her çağda olduğu gibi onun, işledikleri kötülüklere karşı ilâhî bir musibet olduğunu bir türlü kabul etmeyecekleri ve değişik yorumlar getirerek son ana kadar sapıklıklarını sürdürecekleri şu ayet-i kerîme ile ortaya konmaktadır: “Üzerlerine azap olarak gökten bir parça düşer görseler: Üst üste yığılmış buluttur” derler”  Bu ilahi buyruğun hedefi, bir yönden Kureyş önderlerinin haksızlıklarını, aksilik ve inatlarını açığa çıkarmak, diğer yönden Hz. Peygamber’i (s.a) ve arkadaşlarını teselli etmektir. Peygamberimiz ve Sahabe-i Kiram’ın gönlünde defalarca; “Şu adamlara Allah Teala’dan bir mucize gösterilse de onunla bu adamlar, Hz. Muhammed’in (s.a.) peygamberliğinin doğru olduğuna inansalar” diye dilekler meydana gelirdi. Bunun üzerine: “Bunlar kendi gözleriyle bir mucize görseler de onu başka şeye yorumlayarak küfürlerinde ısrar etmeye sebep arayıp çıkarırlar. Çünkü onların gönlü iman etmeye hazır değil” buyurulmuştur. Kur’an-ı Kerim’in diğer çeşitli yerlerinde de onların bu inatçılıkları zikredilmiştir. Mesela: En’am Suresi’nin 111. ayetinde “Biz eğer hakikaten onlara melekleri de indirse idik, ölüler de konuşsaydı bütün varlıkları karşılarında toplayarak senin topluluğuna şahit ve kefil gösterseydik, Allah dilemedikçe yine şüphe yok ki iman edecek değillerdi” buyurulmuş ve Hicr Suresi’nin 15. ayetinde de “O müşriklere gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar ve gözleri ile göreceklerini görseler, şöyle diyeceklerdi “Muhakkak ki gözlerimiz döndürüldü, daha doğrusu biz büyülenmiş bir topluluğuz” buyurulmuştur.

Surenin 48 ayetindeki ‘’ Her kalkışında Rabbini hamd ile tesbih et’’ ifadesinin dört ayrı tefsirini bulmak mümkün. Bu ayetten anlaşılanlardan biri ilk olarak şudur: “Bir meclisten kalktığınız zaman Allah’a hamd ve tesbih ederek kalkın. Bununla o mecliste söylenen bütün sözlerin keffareti verilmiş olur” Ebu Davud, Tirmizi, Nesei ve Hakim Hz. Ebu Hureyre vasıtasıyla peygamberimizin şu buyruğunu nakletmişlerdir. “Çok miktarda rastgele konuşulan bir mecliste oturan bir kişi, o meclisten ayrılmadan önce şöyle söylerse Allah onun orada yapılan yanlışlıklardan kazandığı günahını affeder. “Subhanekellahumme ve bihamdik. Eşhedüenla ilahe illa ente. Estağfiruk ve etûbu ileyk” (Ey Allahım! Sana hamdederek seni tesbih ederim, senden başka ilah olmadığına şahadet ederim. Senden bağışlanma diliyor ve huzurunda tevbe ediyorum.) “İkinci anlaşılan şekil şudur: “Siz uykunuzdan uyanıp, yatağınızdan kalktığınız zaman Rabbinizi tesbih ederek ona hamdediniz” Peygamberimiz bunu da yapmıştı ve Sahabe-i Kiram’a da uykudan uyandığınız zaman şöyle söyleyin demişti: “Lailahe illallahu vahdehu la şerikeleh, lehul mülkü ve lehu’l hamdu ve huve ala kulli şey’in kadir. Subhanallah, velhamdulillah ve lailahe illallahu” (Müsned-i Ahmed, Buhari, Ubade bin Sabit’in rivayetine göre) Üçüncü anlaşılan mânâ ise şöyledir: “Siz namaz kılmak için ayağa kalktığınız zaman Allah’ı hamd ve tesbih ile namaza başlayın.” Peygamberimiz (s.a) bu emre uyulması için namazın başında alınan iftitah tekbirinden sonra şöyle söyleyiniz demiştir: “Subhanekellahumme ve bihamdik ve tebarekesmuk ve teala cedduk ve la ilahe gayruk.” Dördüncü anlaşılan mânâ ise şöyledir: “Siz Allah yoluna davet için harekete geçtiğiniz zaman ona, Allah’a hamd ve tesbih ile başlayınız”. Bunu da Peygamberimiz (s.a) sürekli yapmıştır. Çünkü konuşmalarına ve hutbelerine daima Allah’a hamd ve ona övgü ile başlardı.  Arkadan gelen ayetler dördüncü tefsirin daha ağırlıklı olduğuna inancımı arttırıyor. Çünkü bir sonraki yani son ayet; ‘’Gece de tesbih et, yıldızlar batmaya yaklaştığında da’’ buyuruyor.  Bundan maksat: Hem akşam, hem de yatsı ve teheccüd namazlarıdır. Hem Kur’an-ı Kerim okumak, hem de Allah’ı zikretmektir. Yani belki Allah bir önceki ayeti buna giriş yaparak vahyetmiş olabilir. Ya da belki bu dört ihtimalin hiçbiri değildir. Şüphesiz biz Allah’ın bize izin verdiği kadarını anlayabiliyoruz ve muhakkak bu onun ilmi ezelisinin milyonda biri bile değildir.

Sadakallahulazim.

Yorum yapın