Meal Okumaları 95 – Tîn Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Tîn sûresi Mekke’de inmiştir. Mushaftaki sıralamada doksan beşinci, iniş sırasına göre yirmi sekizinci sû­redir. Bürûc sûresinden sonra, Kureyş sûresinden önce nazil olmuştur. Sûre adını birinci âyette geçen ve “incir” anlamına gelen “tin” kelimesinden almıştır. Ayrıca “Ve’t-tîn” ismiyle de anılmaktadır. Sûrede bazı önemli varlıklar üzerine yemin edilerek insanın yüksek değeri vurgulanmış, kötü ahlâkın bu değeri düşürdüğü ifade edilmiştir. İman edip iyi iş­ler yapanlar övülmüş, hesap ve cezayı yalan sayanlar kınanmış, hüküm verenlerin en üstününün Allah olduğu bildirilmiştir. Ayetlerin konu dağılımı ise şu şekilde yapılabilir;

1-6: İnsanın yaratılışındaki kusursuzluğa yemin
7-8: Hesap ve ceza hatırlatması

Bu mübarek sûre, Yüce Allah’ın insanı değerli kıldığına, onu eşsiz ve en güzel bir şekilde yarattığına dâir mukaddes ve şerefli yerlere yeminle başlar. Bu yerler, içlerinde Yüce Allah’ın, peygamberlerine vahy indirmek­le üstün kıldığı Beyt-i Makdîs, Tûr Dağı ve Mekke-i Mükerreme’dir. “Tîn’e, Zeytin’e, Tûr-ı Sina’ya ve şu emin beldeye yemin ederim ki…”  İlk  ayetin tefsirinde müfessirler arasında ihtilaf vardır. Hasan Basrî, İkrime, Ata b. Ebi Rebah, Cabir b. Zeyd, Mücahid ve İbrahim Nehaî diyorlar ki: “İncir”den kasıt bilinen incirdir. “Zeytin”de, yağ çıkarılan, bilinen zeytindir. Diğer bazı müfessirler ise farklı bir Arap adetine dikkat çekerek açıklama yapmışlar. Bir bölgede hangi meyve yetişiyorsa, Araplar oraya o ismi veriyorlarmış.Buna dayanarak da “tin” ve “zeytun” kelimelerinden kasıtın bu meyvaların yetiştiği yerler olduğunu savunmuşlardır. Bu yerler Şam ve Filistin idi. Çünkü o zamanlar Araplar arasında incir ve zeytin yetiştiren yerler olarak bu bölgeler meşhurdur. Biz ikinci grup müfessirleri dikkate alarak ilerleyeceğiz. Tabi yine de bu işin doğrusunu Allah bilir. İkinci ayete baktığımızda ‘’Tur-i Sinîn” dendiğini görüyoruz. Bu, Sina yarımadasının diğer ismidir. Sena veya Sina ya da Sînîn de denir. Kur’an’da bir yerde de “Tur-i Sina” kullanılmıştır. Şimdi orada Tur dağı bulunan bu bölge “Sina” ismi ile meşhurdur.  Ve üçüncü ayetteki emin belde ise hepimizin artık yakinen bildiği Mekke-i Mükerremedir. Bu üç şeye yemin edilmesi, bize çok değerli ve değişmez bir bilgi verilecek demektir. Ve o da 4.ayette şu şekilde karşımıza çıkıyor; ‘’ Biz insanı en güzel biçimde yarattık.’’ İnsanın en güzel şekilde yaratılmasının anlamı şudur: Ona en iyi cisim ve diğer mahluklardan daha iyi özellik verilmiştir. Ayrıca ona düşünce, anlayış, ilim ve akıl gibi yüksek kabiliyetler de bağışlanmıştır. Bunlar diğer mahlukatta bulunmamaktadır.  Bunun yanı sıra, bu bilgiyi verirken neden bu beldeleri saldığını anlamak açısından bir küçük ayrıntıya girelim. Hepimiz biliyoruz ki,  insanların en yüksek ve kemal derecedeki fazilet sahibi olanları peygamberlerdir. Mahlukatın, peygambere bağışlanan bu makamdan daha yüksek dereceye ulaşması mümkün değildir. Onun için, insanın “ahsen-i takvim” olmasına şahit olarak peygamberlere nisbet olunan Şam ve Filistin üzerine yemin edilmiştir. Orada Hz. İbrahim”den Hz. İsa’ya kadar pek çok peygamberler gelmiştir. Tur-i Sina Hz. Musa’ya nübüvvet verilen yerdir. Mekke ise Hz. İbrahim ve İsmail eliyle temeli atılan tevhid dininin merkezidir. Bundan dolayı Arabistan’ın en kutsal ve merkezî şehri olmuştur. Hz. İbrahim bu yer hakkında Allah’a şöyle dua etmiştir: “Rabb’im! Bu şehri güvenli bir şehir yap…” (Bakara 126). Bütün Arabistan’ın her yerinde anarşi varken, bu duanın bereketiyle yalnızca bu şehir 2500 senedir emin merkezdi. “Ahsen-i tavkim”den kasıt şudur: Biz insanı öyle güzel şekilde yarattık ki, onlardan yüksek rütbeli ve nübüvveti yüklenen insanlar çıkmıştır.  Subhanallah! Yine nereden nereye dimi?

İşte bütün yönleriyle tam bir mükemmellikte yaratılmış olan insan, Rabbinin gösterdiği yoldan sapmalar göstermeye başladığı an onun için, bu en güzel yaratılışta olma vasıflarını kaybetme durumu başlamış demektir. Allah Teâlâ, en güzel şekilde yarattığı ve doğru yolu gösterici peygamberler ve kitaplar göndererek onu dünya ve ahiret nimetleriyle nimetlendirdiği halde nankörlük edip şükretmekten vazgeçer ve kendisine yaratıcısından başka ilâhlar edinerek isyan ederse, ruhî ve manevî yönden aşağıların aşağısına sürüklenir ki bu durumda hayvanların bile düşemeyeceği dereceye düşer. Bununla ilgili 5.ayette şöyle buyuruluyor; “Sonra da onu aşağıların aşağısı olan “esfel-i safilîn”e indirdik”  Yani insan en güzel şekilde yaratıldıktan sonra cismani ve zihni kuvvetlerini kötülük için kullanıyorsa o zaman Allah’da ona ancak kötülük yolunu açar. Ve bundan dolayı o insan en alçak duruma düşer ve öyle bir noktaya ulaşır ki, hiçbir mahluk ahlak bakımından o kadar aşağıya düşmez. Bu insanlık toplumunda açıkça görülebilecek bir gerçektir. Hırs, tamah, bencillik, şehvet düşkünlüğü, esrarkeşlik, alçaklık, gazab ve benzeri diğer adetler nedeniyle insan ahlaki bakımdan gerçekten en düşük seviyeye düşer.  Yani insanın en güzel şekilde yaratılıp, sonra da “aşağıların aşağısına” indirilmesinin sebebi ona seçme hürriyetinin verilmiş olmasıdır. İnsan, iyilik ve kötülükten her birini işleyebilme konusunda serbest bı-rakılmıştır. O, dilerse dünyevî şeylere ve şehevî arzuları tatmin etmeye çağıran nefsine tabi olur ve manevî yönden aşağılara doğru düşer. Dilerse hevasına uymaktan kaçınarak Rabbine yönelir, yaratılışındaki en güzel biçimini muhafaza etmiş ve Allah’ın hoşnut olduğu kullarının arasına girmiş olur. İyiliğe ve kötülüğe tabi olma konusunda insan, dünya hayatında hür iradesiyle baş başa bırakılmıştır. işte verilen bu hürriyet onu, diğer varlıklardan ayıran bir sorumluluk yüklemektedir. İşte bu sorumculuğun bilincinde olmak isteyen kimseler, bir anda kendilerini aşağıların aşağısında bulmaktadır. Allah Teâlâ, bu dereceye düşüp cehennem çukurlarına yuvarlanacak olan kimselere istisna olarak iman edip salih ameller işleyenleri göstermektedir, ki bu kimselerin Rableri tarafından sürekli bir kesintisiz bir şekilde mükafatlandırılacakları 6.ayet ile açıklanmıştır; “Fakat iman eden ve salih ameller işleyenler bunun dışındadır. Onlar için arkası kesilmeyen mükâfat vardır” Yani  iman ederek salih amel işleyenler bundan müstesnadır. Onlar bu dereceye sevkedilmeyecektirler. Çünkü bunlar Allah’ın istediği biçimde iman etmişler ve bu imanlarını sadece söz planında bırakmayıp amele dönüştürmüşlerdir. İmanlarını hayatlarına geçirmişler, hayatlarını iman kaynaklı yaşamışlardır. Çünkü bunlar fıtratlarını bozmamışlardır. Allah’ın yarattığı ahsen-i takvim oluş özelliklerini hayatlarının sonuna kadar muhafaza etmişler ve bu fıtratlarına uygun ameller işlemişlerdir.

Bu gerçekleri dile getirdikten sonra, sıradaki ayetlerde insana neye dayanarak itaat etmekten yüz çevirdiği sorulmaktadır. “Ey İnsan! Bütün bu hakikatlerden sonra sana dinini yalanlatan nedir?” Yani tüm bu anlatılanlara rağmen, tüm bu delillere rağmen seni dini yalanlamaya iten sebep nedir? Neye dayanıyorsun? Nereden, kimden güç alıyorsun bu konuda? Nasıl olur da sen dinsizliği tercih edebilirsin? Bu soru karşısındakinden cevap beklenerek sorulmuş bir soru değildir, aynı diğer soru soran ayetlerdeki gibi insanı nankörlüğüyle yüzleştirme hamlesidir.

Surenin son ayetinde ‘’Allah hakimler hakimi değil midir?’’ buyuruluyor. Yani Allah hikmet sahibi değil mi? Laf olsun diye mi yarattı bu dünyayı? Eğlence olsun diye mi getirdi sizi dünyaya? Yaşadığınız bu dünyanın sonunda bir hesap kitap olmasın mı? Yaptıklarınız hep yanınıza mı kalsın? Zalimin zulmü, mazlumun ahı yerde mi kalsın? İyiler, iyiliklerinin mükâfatını, kötüler de kötülüklerinin cezasını görmesin mi? Kim kabul eder bunu? Size kötülük yapanları sizler cezalandırmıyor musunuz? Dünyadaki hakimler, hükümdarlar bile itaat edenlere mükâfat, isyan edenlere ceza verirken Allah kullarını yeniden diriltip hesap sormayarak böyle bir hikmetsizlik yapsın öyle mi? Yani sen küçük hükümdarların bile adaletle muamele etmelerini, suçlulara ceza vermelerini, iyi iş yapanlara mükafat vermelerini istiyorken; Allah (c.c.) hakkında nasıl yanlış bir zan besliyorsun? Oysa Allah, o hükümdarlardan daha büyük bir hükümdar değil midir? İşte bu sorularla aklınızda oluşturabildiğimiz küçük düşünme girdabı sizi doğru noktaya ulaştıracaktır bi-iznillah. Çünkü Efendimiz’e de aynı böyle olmuş. Bu son ayet ona vahiy geldiğinde, aklımıza gelebilecek tüm bu soruları ve cevapları düşünüp şöyle demiş; ‘’ Allahümme fe belâ, Allahümme fe belâ” Yani, “Evet Allah’ım ben de buna şahidim, evet Allah’ım ben de buna şahidim ki sen hakimler hakimisin!” Ve bu ayetle ilgili sahabeden şöyşe bir hadis rivayet olunmuş; Efendimiz buyuruyor ki “Sizden kim “Tin” suresini okursa “eleysallahu bi ahkâmi’l Hâkimin’’ ayetine geldiğinde, “Bela ve ene alâ zalike mineşşahidin” (Evet, ben buna şehadet edenlerdenim) desin.” O halde;

Ey Allahım, biz de şahidiz ki sen hakimler hakimisin.
Elhamdulillah.
Ve
Sadakallahulazim.

Yorum yapın