Bu dünyadan değilmişçesine mukaddes ve mübarek, “Bu dünyadanım!” dercesine çetin ve gerçekçi… İnsanın başını döndüren bir şehir burası. Nasıl bir büyü? Nasıl olurda her şey küçücük bir şehre sığabilir? Nasıl olur da böylesi barikatlar olur zihinlerde? Batısı ile doğusu nasıl bu kadar uçurum inşaa edebilir?
İnsanın cahilliğini Kudüs kadar yüze vuran başka şehir yoktur. İlk öğretti şey; dinler tarihinden siyasete, şeriattan genel kültüre kadar ne kadar bilgisiz olduğumuzdur. İlk peygamberden son peygambere değin neden Kudüs bu kadar gündemde olmuştur sahi?
Asırlar boyu onlarca devletin ve medeniyetin kendince müşerref olduğu bu beldede kendi sırası gelen sorumluluk duygusu ile hareket etmiş olsa da olmasa da değişmeyen tek şey Kudüs’un paylaşılmazlığı olsa gerek.
Babilleri binlerce insan başını su havuzlarına doldurmasından, Romalıların taş üstünde taş bırakmamasına, Haçlıların Kudüs sokaklarını kan akan dere yataklarına çevirmesinden, hahamların “Hz.İsa asılmalı!” çığlıklarına kadar nice zulüm manzarası çehreleri karartır, yürekleri burkar. Tüm bunlara karşın, bakıyorsunuz Müslümanların Kudüs’e girişiyle birlikte ayaklarının tozuyla ilk yaptırdıkları şeyler medreseler, çeşmeler, mescitler, şadırvanlar, sebiller. Gittiklere yerlere zulüm götürmeyen, insanları asimile etmeye çalışmayan, sömürmek yerine âbâd etmek için çırpınan bu insanları, bu hayır eserleri vesilesiyle bir kez daha rahmetle anıyoruz. Bu ümmetin evladı olmak bize dünyada verilmiş en büyük nimetmiş, elhamdulillah.
İlk sabah namazı
Oda çok karanlık ve soğuktu, gözüm hemen güneşliklerin arasından bir ışık süzüp süzmediğini kontrol etmeye çalıştı. Saati geçirdiğimize ve namazı kaçırdığımıza neredeyse emin olmak üzereydim. El yordamıyla telefonumu aradım yatağın içinde, ekranın üst köşesinde 02.20’i görünce yaşadığım iç çekişi ise bugün bile unutmam. Korkmuştum, gerçekten korkmuştum. Uyanmak için hala vaktim vardı ama geri uyumaya yetecek kadar uykum yoktu. Yine de dinlenmek için çıkmadım yataktan, gözlerimi kapatıp kendimi Aksa’ya girerken düşledim. Avlunun içinde gezişimi, etrafı izleyişimi, secdeye gidişimi düşledim. Birkaç saat içerisinde gerçekleşeceğini bildiğiniz bir hayali kurmak bambaşka bir hismiş, o sabah bunu deneyimledim.
Bir süre sonra alarmı duyarak kalktık, yatağımın ucundaki telefondan tüm odaları tek tek aradım. Kimsenin ilk gün uyuyakalmasını istemezdim. Ama hepsi çoktan kalkmıştı hatta öyle ki sesleri bayram çocukları gibi şenlikli ve dinçti. 04.15 itibariyle lobide buluşup yola koyulduk.
Kudüs’ün sabahları ayna gibi parlayan ve nemli gibi kayan kaldırımlarıyla selamlaştık. O sabah sokakta Aksa’yı istikamet tutmuş tek grup bizdik. 50 kişi olmamıza rağmen hayli kalabalık görünüyorduk. Sağlı sollu ekmek ve simit çıkaran fırınlar gülümseyerek bakıyordu geçişimize, erkeklerimiz selamlaşıyordu geçip giden Müslüman abi ve kardeşlerimizle. O sırada ezan öncesi okunan sabah kıraatı başladı. Bildiğim ayetleri sanki ilk kez duyuyormuşum gibi irkilmiştim. Tanıdık kelimelerden ayetleri anlamaya çalışmaya çalışayım istedim ama heyecandan beceremiyordum. O an sadece sokakların taşlarına çarpıp gelen bu sesin, grubumuzun ayak seslerinden çıkardığı uğultularla karışıp bende bıraktığı hislere odaklanabiliyordum. İlk kapıdan geçtikten sonra aşağıya ikinci kontrol kapısına yürümemiz takriben 12-15 dakikamızı almıştı. Yaklaştıkça görüldü İsrail askerleri. Bir anca serin sulardan kızgın kumlara düşmüş gibi oldum. İşte tatlı rüyamızın acı sahnesi. Nasıl da yakışmıyorlardı bu huzur veren eski şehrin duvarlarına. Rehberimiz önden geçip 50 kişilik bir Türk grup olduğumuzu söyledi, bu sebeple herkes hiç çevrilmeksizin akıp geçti ikinci kapıdan. İkinci kapı geçişi hem buruk, hem gururlu oluyor. Kapının önünde İsrail askerleri bekliyor, kapıdan geçiyorsunuz Aksa murabıtları sizi karşılıyor. Mütemadiyen ayağa kalkıp, sıcacık gülüşleriyle selam veriyorlar. Tüm grup sağ salim kapıdan geçtiğinde ise sizden biriymiş gibi rahatlıyorlar. Çünkü Aksa murabıtlarının, yanı koruyucularının varlıklarının ilk amacı buraya giriş çıkış yapan Müslümanların ve harem-i şerifin korunması. Biz sağ salim geçmiştik evet ama niceleri sorunlar yaşayabiliyordu. Yine de biz, Kudüs’u bizim zihinlerimizde bir çatışma merkezi olarak inşaa etmeye çalışanlara inat, burayı daima insanlığı hakikate, huzura, barışa, selamete çağıran bir merkez olarak göreceğiz. Çünkü boy boy askerler, uzun namlulu silahlar ve çatışma sesleri bu şehre hiç yakışmıyor. Zaten bu görüntü sanıyorum ki, ibadete ve ziyarete gelen tüm insanların içini acıtıyordur. Siz büyük bir heyecan ve kavuşma arzusuyla mescide, peygamberlerinize ve Rabbinize koşuyorsunuz ama sizi kapıda silahlarını size doğru çevirmiş askerler karşılıyor. Bu çok rencide edici. Gerçekten sadece Müslümanların sıhhati için söylemiyoruz bu sözleri, çünkü bu insanlığı da rencide etmesi gereken bir manzara. Ama madem sesimizi duyuramıyoruz, bari bırakalım da şairin dediği gibi olsun ve “Kalbimizin ağrısı, başımızın ağrısı, ruhumuzun ağrısı hafiflesin şehre yaklaştıkça”
İkinci kapıdan geçtikten sonra artık zeytin ağaçları arasından devam eden bir yola vardık. İleriden görünüyordu biz avluya çıkaracak merdivenlerden. O sırada ezan başladı. Zalimlerin kalbine korku salacak ve onların azgınlığını arttıracak sesler birer birer yükseliyordu Aksa’nın avlusundan. O sırada çok uzaktan silik bir çan sesi geldi. İşte bu “azgınlıklarını arttıran” ayetinin vukuu buluşu diye geçirdim içimden. Ne için çaldıklarını araştırmadım bile, gün doğumu? İbadet saatleri? Bla bla bla. Beni ilgilendirmiyordu. Beni ilgilendiren ezan-ı muhammediyyemizin arşa yükseldiği bu dakikalarda kulağıma gelen bu sesin buraya hiç yakışmıyor oluşuydu. Neyse ki hayli uzaktı.
Sonra merdivenleri çıktık birer birer… Sonra Kubbettussahra karşıladı bizi… Nihayet başka birilerini görmeye başlamıştık. Ortalığı izlerken farketmeden Kubbettusahra’nın etrafından dolanıp başka bir merdivene yönelmiştik. Bu merdiven bizi aşağıya indiriyordu. Başka bir avluya. Mescid-i Aksa camii, ya da başka adıyla Cuma Camii ya da Ömer Camii’nin bulunduğu avluya. Meğerse sabahları açılmıyormuş Kubbetussahra, bu yüzden Aksa camiine doğru gidiyormuşuz.
Yaklaştıkça görünen yüzler ayırt edilmeye başladı. Yaklaştıkça selamlaşacağımız kardeşlerimizin sayısı arttı. Kimimiz salavat, kimimiz kelime-i tevhid, kimimiz tövbe istiğfar çekiyorduk çünkü miracın yolunu takip ediyorduk. Büyük sükûnetle girdik camiiye. Girer girmez sağ tarafa ayrılan kadınlar bölümüne yöneldik, sağ baştan sandalyelere dizilmiş her yaştan Filistinli teyzeler ders yapıyorlardı. Ayakkabılıkların önüne çekilen sandalyeler, önlerine çekilmiş rahleler, kiminden çıkan ezber sesleri, kiminin ders verme gayreti. İlerleyen yaşlarına rağmen sure ezberleyeni, hafızlık edeni, mahreç öğreneni boy boy dizilmişlerdi safların arkasına. Bağımsız bir şekilde dağıldık saflara. Uzun bir süre ortalığı izledik. Misafirliğe götürülen çocuklar gibi, birçok eşyayı sanki ilk defa görüyormuş gibi hayretle izliyorduk. Hangi taşın hangi peygambere yoldaşlık ettiğini ayıramıyorsunuz bu sınırlar içerisinde. Kendi zihninizde ve iç dünyanızda bu tefekkürü edebildiğinizde anlanıyor her karış toprak. Ben bunları düşünürken arka taraf kalabalıklamıştı ve sorumlu hanımlar öndeki pervazlarla hanımlar bölümünü genişletti. Bu işlemi izlerken beyaz eşarplı bir teyze gelerek bize bir şeyler anlattı. Hoşgeldiniz diyerek başladığı sözlerini, namazı nasıl kılacağımızı tarif ederek ve dua ederek tamamladı. Sünnetleri zaten kılmıştık ve hocanın kametini bekliyorduk. Teyze bitirir bitirmez sözlerini, beklenen ses yükseldi. Hep birlikte namaza durduk. Sessiz bir kıraat hiç bu kadar sesli olmamıştır sanırım. Ya da bu aciz bedenim hiç bu kadar uzun süre rûku’da ve secdede kalmamıştır belki. Hatırlamıyorum. Şuan düşününce o ana dair tek hissettiğim, kıraatte sayfalarca okumanın, rukuda 7 kez subhanerabbiyelazim ve secdede 11 kez subhanerabbiyel ala demenin çok kolay ve çok huzur verici olduğu. Oysa normal zamanda ne kadar da zor geliyor, çoğu zaman üçü bile zor söylüyoruz. Tam bu sırada az önce teyzenin tarif ettiği yere geliyoruz; onlar sabah namazının farzını kılarken, ikinci rekatta rukuya gittikten sonra tekrar doğrulup dua ediyorlar. Bu sırada kimi ellerini dua şekline çevirip duaya katılıyor, kimisi de ellerini tekrar kıraat bağlayışına getirip duaya öyle eşlik ediyor. Dua sanırım 2 dakikaya yakın sürüyor ve bittikten sonra direkt secdeye gidiliyor. Bazıları bu son rekatta dua olayının her gün olmadığını söylese de, bize her gün denk geldi. Güzel de oldu açıkçası. Özetle, normal zamanda maksimum 2 dakikada kıldığımız farzı, harem-i şerifte 10 dakikaya yakın bir sürede kıldık. Ve takdir edersiniz ki, acayip lezzet vermişti. Harem-i Şeriflerin çözülmez sırrını böyle daha çok anlıyoruz sanırım. Günlük hayatta külfet gelen her şey, buralarda çok kolay geliyor. Yaptıkça içinize işleyen o huzur ise bir yandan sürekli size “ahmak nefsim, tembel bedenim” diye kızıyor. Cemaat dağılmaya başlarken gruptan birkaç arkadaşımla gözgöze geldim. Hepimizin gözler kan çanağı. Hepimizin yanaklar nehir olmuş. Hiçbir şey konuşmadan sarıldık sıkı sıkı. Sarılmak teselli etmiyor, daha çok daha çok ağlamanızı sağlıyor böyle zamanlarda. Kimlere sarıldığımı şuan tam hatırlamasam da, her birinde her birimizin dakikalarca öyle kaldığını hatırlıyorum. Biraz kendimize gelip toparlanınca ve camiinin erkek cemaati de yavaştan dağılınca kadınlar bölümünden çıkıp camiiyi gezmek üzere rehberimizin yanında geçtik. Ve Aksa camiinin içerisindeki bölümleri keşfe çıktık.
Mescidi Aksa Kıble Camii’nin İçerisi
İlk durak; Nureddin Zengi mihrabı. Ama giriş kapısından mihraba doğru ilerlerken tavandaki mozaikler çarpıyor göze, kafanızı tavana kaldırıyorsunuz ve müthiş Emevi eseri. O da yıllar sonra bir yangın sırasında, tavan sıvaları patlayınca meydana çıkmış mesela, garip. Sır içinde sır. Sonra ilerlerken kolonlara bakıyorsunuz, kimi taştan kimi mermer. Taş kolonlar camii sınırlarından, mermer kolonlar ise kilise genişletilmesinden kalma. Mihraba yaklaşınca bakıyorsunuz, yepyeni. Güzel saklanmış belki ama aslında 1969’da yahudinin birinin yakmasıyla baştan inşaa edilmek zorunda kalmasının da payı var bu yeni duruşunda. Aslında hikayesi tam baş ucu hikayesi yapmalık, muhakkak araştırın bir mihrabın nasıl çocuk bir Selahaddin’in aklına işlemiş oluşunu. Mihrabı arkamıza alıp sağ tarafa doğru ilerlediğimizde küçük bir odacağın içine giriyorsunuz, önce öğretmen ve öğrencilerin ders yaptığı bir odacık karşılıyor sizi. Sonra o odacığın içinden de eğilerek bir kapıdan geçiyorsunuz, Hz.Ömer mescidi burası. Evet camii içerisindeki küçük bir odacağın adı bu. Küçük bir mihrabı var aynı zamanda. Buradan çıkıp sağ köşeyi devam ettirdiğinizde de Zekeriya mihrabı görüyorsunuz. Diğerlerine nazaran hayli şaşalı ve göz dolduran bir mihrab. Sağdan devam edip kapıya yanaştığınızda şöyle geriye dönüp bir baktım, bilinen üç beş bilginin yanında kaç peygamberin bu sınırlarda dolaştığını düşünmeye çalıştım. Bahsi geçen 125bin peygamberden kaçıyla aynı yere basmışızdır acaba? Ya da inşallah mı demeliydim. Ama sadece burası için değil, tüm Mescid-i Aksa sınırları içerisinde geçerli olmalı bu düşüncemiz.
Çünkü Mescid-i Aksa 144dönümlük arazinin tamamı. Mescid-i Aksa Camii ise bu arazinin sadece ilk mescitleştirilen kısmı. Bu yüzden Kıble camii de diyorlar mesela buraya. Yani ne sadece Kubettussahra’ya Mescid-i Aksa diyebiliriz, ne de sadece bu camiiye. İçerisindeki her kapısı, her taşı ve her kuyusu hatta her zeytin ağacı ile bu sınırların tamamı Mescid-i Aksa adını alır. Sanırım bizim önce en çok bilinen bu yanlışı düzeltmemiz lazım.
Kubbetussahra’nın Avlusu
Camii’den ayrıldıktan sonra namaza gelirken geldiğimiz yolu geri takip ettik, önce merdivenleri çıkıp Kubbetussahra’nın avlusuna ulaştık. Burada Efendimiz’in miraca çıkmadan önce 124 bin peygamber ile namaz kıldığı nebi mihrabını gördük. Henüz güneş doğmadığı için o an burada namaz kılamadık ama ilk fırsatta kılmak niyetiyle avluyu gezmeye devam ettik. Tabi yalnızca kubbetussahra avlusu içerisini. Bir iki kuyu, birkaç namazgah ve bir iki taş. Bunları Talha Uğurluel’in kitabından çok ayrıntılı öğrenebilirsiniz, çünkü ben hepsini birbirine benzettim. Benim için bu avluda iki önemli yer vardı; Biri nebi mihrabı. Diğeri biraz arkalarda kalan Hızır makamı.
Hızır makamı da, hızır aleyhisselamın sürekli görüldüğü söylenen ve namaz kıldığı rivayet edilen yer. Gerçek ya da söylenti bilemem, ama o noktada Mescid-i Aksa sınırları içerisine giriyorsa şayet, orada da namaz kılmak gerekmez mi zaten? Biz bir niyetle kılalım, hangisi doğruysa Rabbim ona saysın.
Buradan çıktıktan sonra önce otele geçip kahvaltı ettik, sonra 8.30 itibariyle ziyaretlere başladık. Güne başlamak için hayli güzel bir saat. Hava da sabaha göre çok daha güzel. Sabah hırkalarla çift kat çoraplarla çıktığımız otelden, bu sefer feraceler ve tişörtlerle çıkıyoruz.
Hz.İsa’nın göklere yükseldiği yer
Ben tarihleri eserleri dikenleri falan hatırlamıyorum arkadaşlar, burası hakkında söyleyebileceğim tek şey içeri de küçücük bir levha olduğu. Etrafına Hristiyanların mum dikmek için kum koyduğu ve giren Hristiyanların da birkaç dakikalık ayin yaparak buradan çıktığı. Biz ise girip, mumları üfleyip çıktık. Güzeldi. Babam üfledikten sonra “Oh kafirlerin inancını söndürdüm” deyince daha da güzel oldu.
RabiyatulAdeviyye Makamı
Aslında kendisi Basra’dan hiç çıkmamış çağının Meryem’i olarak bilinen bir kadın. “Tövbelerimiz bile tövbeye muhtaç” deyişiyle tarihe adını yazdırmış olabileceğini düşünüyorum. Küçük bir mescidi ve dimdik inen merdivenlerin sonunda ufak bir makamı var. Örtüsü indiğimizde toz toprak içerisindeydi. Her yıl Bursa’dan bir hanım gelip gönüllü olarak sandukanın örtülerini yeniliyormuş. Makamın anahtarı da yıllar önce Osmanlı’nın verdiği ailede hala devam etmekteymiş. Çıkarken makama ait sandığa bir miktar sadaka attık. Çünkü bu tür yerlerden tamamen el etek çekilmiş. İsrailden zaten bir hayır beklediğimiz yok da, Müslümanlar da haliyle varını yoğunu Mescid-i Aksa için ayırıyor. Bu arada kapıda çıkarken de kısa boylu zeytin dalı satan bir Müslüman göreceksiniz, yani inşallah görürsünüz. Muhakkak ondan bu dallardan alın. Gerçekten dünya iyisi ve çok ihtiyaç sahibi biri. Tanıma fırsatınız olursa da sohbet edin, kesinlikle cevap verecektir.
Salman-ı Farisi Makamı
“Mal biriktirmeyin” hadisini duyduktan sonra bunu hayatına düstur edinen, her gün sonunda tüm malını tasadduk eden ve ölürken cebinde 20 dirhem var diye göz yaşı döken adam. Alacak çok dersimiz var Salman-ı Farisi’nin hayatından. Bu yüzden muhakkak en kısa zamanda hayatını okumalısınız.
Zeytindağı
Zeytindağı, az önce yazdığım üç makamı da içine alan tepeliğin adı. Biz son makamdan ayrıldıktan sonra yürüyerek asıl tepe noktaya ulaştığımızda tehlikenin farkına vardık. Yahudisi Hristiyanı doldurmuştu tüm alanı. İlk gittiğimiz an tek Müslüman grup bizdik. Uzun bir süre gözlüklerimin arkasından onları izledim. Sadece bir şey çok dikkatimi çekti. Yahudi bir aile, gencecik bir anne baba. Tahminlerim doğruysa şayet anne 26-30 arası, baba da bir o kadar küçüktür. 6 tane çocuk. 6 tane. Bu hani instagramda sürekli çocukları boy boy dizen genç Yahudi aileler var ya, aynı onlar gibiler işte. Baba aldı en büyüğünü önüne, tek tek sırayla tanıttı tüm panoramik görüntüyü. Sonra ikinciyi aldı yanına ve en baştan tekrar anlattı. Sonra ikinciye abisinin yanına geçmesini söyledi ve abiye de kardeşine anladıklarını anlatmasını. Aynı sistemi üçüncü dördüncü ve beşinci çocukta da devam ettirdi. Altıncı çocuk henüz annesinin kucağında olduğu için ona bir şey yapamadı ama hep birlikte toplanıp dua ettiklerinde o da bir şeyler kapmıştır sanırım. Her birindeki bu ciddiyet, bu önem aşırı etkiledi beni. Bizim ya anne babalar sabırsız, ya çocuklar meraksız ya da zaten “ne gerek var ki, unutacaklar zaten” kafası. Allah istikametten ayırmasın ama halimiz hal değilmiş, onların inançlarına sarılışını görünce daha iyi anladım.
Her neyse, bu görüntüden sonra biz de Aksa’nın genel sınırlarını, bu sınırların dağılımını falan konuştuk. Hiç kimse tarafından paylaşılamayan ve bu yüzden kapatılan Altın kapıyı, Yahudilerin ele geçirdiği ağlama duvarı –Mehmet amcanın deyişiyle zırlama duvarını-, ve hemen altımızda kalan trilyonluk mezarlıkları. Gavurlardaki inanca göre burada yatanlar cennete ilk girenler olacaklarmış, bu yüzden mallarını mülklerini satıp buradan mezar alıyorlarmış. Ne saçma. Parası olmayan ya da oraya hiç gidemeyecek olan dindaşları ne düşünüyordur acaba? Bizim dinimizde üstünlük ancak takva ile. Para pul mevki şan şöhret hiçbir öncülük sağlamıyor cennete girişte. Sadece takva ehli olmak, Allah’a yakın ve samimi bir kul olmak işe yarıyor. Bunun içinse trilyonlara ihtiyacın yok. Seccadenin olmadığı bir kuru toprağın üstünde dahi namaz kılsan Allah seni o makama layık görüyor. Biz her öğüdü insana fayda sağlayan bu dine öyle sarılmalıyız ki, tüm gücümüzle olmalı bu sarılmak. Yoksa işimiz çok zor.
Meryem Annemizin Kabri
Güzellikle ziyaret edip ruhuna Fatiha okuyabilmek için girdiğimiz kiliseden, ağır koku sebebiyle öksürerek çıktık. Çıkarken de defalarca Kafirun Suresi okudum. İçerisi uzun merdivenlerin sonunda sanduka kadar bir taşı eğilip öpen Hristiyanlarla ve türlü türlü heykellerle dolu. Her köşeden bir İsa Meryem figürleri fırlıyor. Her köşede çarmıhlar, her köşede papazlar. Muhtemelen psikolojik olarak Kiliselerin ve Hristiyanların bu tütsülerinden mumlarından çıkan kokularından ve komple hepsinin bende bıraktıkları bu etkiden hoşlanmıyorum. Girip çıktıktan sonra birkaç dakika kendime gelemiyorum. Ama sonra iyi yönünden bakıp, Rabbim beni iyi ki Müslüman bir kul olarak yarattın diye sevinip, İslamiyet’in güzellikleriyle hoşnut olarak şükrediyorum. Camiilerimizin aydınlığını ve huzur veren kokusunu daha güçlü içime çekmek için hemen bir mescide girme arzusuyla yanmaya başlıyorum. Aksa’yı çok özlüyorum tüm bunlar olurken, akşam olsa da bir an önce gitsek diyorum.
Doğuş Kilisesi
Arabayı bir alışveriş merkezinin altına bırakıp hayli yürüyerek ulaştığımız bu yer ile ilgili size anlatabileceğim iki şey var. Birincisi küçücük kapısı. Bu kapı daha önce devasa büyüklükteymiş ama haçlı orduları buradan sürekli atlarıyla geçtikleri için Osmanlı onları uyarmış. Buranın bir peygambere ait yer olduğunu saygı göstermeleri gerektiğini vurgulamış. Fakat aynı şeyleri yapmaya devam ettiklerini görünce kapıyı tepelerden küçültmüş. Bunu gören tapınakçılar bu sefer atlarından inerek geçmeye başlamışlar. Ama bunu gören ecdad durur mu, biraz daha küçültmüş kapıları. Sonra bunu gören kafir durur mu? Atların kafasını eğdirerek sokmuşlar. Ama bunu gören ecdad son golü atmış elhamdülillah. Kapı şuan 1.50 bir insanın dahi eğilerek geçmek zorunda olacağı bir boyutta. Sen saygı göstermezsen, sen usul adap bilmezsen biz öğretiriz dercesine ısrarlı olan tavrınıza sağlık güzel dedelerim. Yüzyıllardır gelip geçen şu gavurları eğdirişinize sağlık. Anlatacağım şeylerin ikincisi ise bu kilisenin altında bulunan bir yıldızın hikayesi. Ortodoks kiliselerinde adettenmiş bir yıldız olurmuş, işte Abdulhamit döneminde ne olmuş ne olmuş bu yıldız çalınmış. Rus çarı hemen haber göndermiş “Siz bizim değerlerimizi koruyamıyorsanız, biz gelir sizden alırız” diye. Tabi Abdulhamit biliyorsunuz hafiyeleriyle meşhur bir padişah. Hemen birilerini görevlendirmiş ve haftaya kalmadan o yıldızı getirtip yerine koydurmuş. Ve bilin bakalım yıldızı kim çalmış? Elbette Rus çarının adamları. Savaşmak için dahi kaypaklık eden düşmanın güvenilecek bir gram değeri yok maalesef.
Siyon Tepesi
Burası tam bir Yahudi yatağı. İçerisi sağlı sollu konuşlanmış asker dolu. Eğitimleri bittikten sonra icazet almaya buraya geliyorlarmış. Ama tabi biz bunu öğrenene kadar biraz endişelenmiştik. Bu tepe içerisinde kiliseye benzeyen bir yapı var. Aslında ben daha çok Fatihteki Zeyrek camiine benzettim. Bunun bir kısmı Hz.Meryem’in ölüm döşeğinde 14 gün kaldığına inanılan bölüm. Bir kısmında Hz.Davud’un kabri var. Ve birkaç merdiven çıktıktan sonra da Hz.İsa’nın son akşam yemeği yediği söylenen odaya ulaşıyorsunuz. Şu meşhur dört bir yanı çizimlerle dolu odaya. Odanın bir köşesinde küçük bir mukarnas yapı var. Ne olduğunu rehberimiz anlatmadı, ben de araştırarak bulamadım. Bilen varsa beni de bilgilendirebilir. Bunun dışında bu tepede de öyle beni etkileyen şeyler bulduğumu söyleyemem.
El-Halil – İbrahim Cami
El Halil, benim en merak ettiğim yerlerden biriydi. Direnişin hala zaman zaman devam ettiği söylenen ve sokaklarındaki çocukların gerçekten korkusuz olduğu yerdi burası. Gözlerimle görmüştüm. Anlatıldığı gibiydi. Hatta daha fazlası. Servisle şehire girdikten sonra el sallayan çocuklar, öpücük gönderen kız öğrenciler, türk türk diye peşimize gelen delikanlı çocuklar. Yüzümüze kocaman bir gülümseme yerleştirdiler. Hatta İlerlerken İsrail polisleriyle karşılaşana kadar kendimi vatanımda gibi huzurlu hissettim. Fakat kontrol noktasına yaklaşınca hazırlık pozisyonu aldık. Her an her asker pasaport görmek isteyebilirdi. Girerken iki ayrı arama kapısından ve bir küçük odacıktan geçtik. Daha sonra bir yokuşa ulaştık ve yokuşun sonunda da Halil İbrahim Camii’ni gördük. Daha sonra uzun bir merdiven çıktık yukarıya doğru, su sebillerini de geçip içeriye girerek Hz.İbrahim’in, eşi Hz.Sare’nin, oğulları Hz.İshak ve onun eşi Hz.Rifka’nın, Hz.Yakub’un ve eşi Hz.Liyaka’nın kabrinin bulunduğu mescide ulaştık. Hz.İbrahim hepsinden ayrı bir odacıkta duruyordu. Baş ucunda Efendimiz’in ayak izi. Rivayetlere göre miraçtan sonra İbrahim as’ın yanına uğradığı andan kalma. Hani şu namazların rekatlarını konuştukları görüşme. Ne müthiş bir iz dimi?
Buranın çıkışında üzerimdeki emanetleri teslim edeceğim ilk adrese ulaştım, dil bilmediğim için görevliyle pek iletişim sağlayamadım ama gözleriyle ettiği teşekkürü duymayacak kadar hissiz değilim. Beni bu güzelliğe aracı eden herkesten allah bir kere daha razı olsun, inşallah o gözlerdeki minneti ahirette görme şansınız olur.
Her neyse işte, bu ziyaret edip aynı yolu geri inmeye başladığımızda merdivenlerin sonunda bir kalabalık gördük. Bir kapıdan içeri giriyorlar. Burası meğersem Hz.Yusuf’un kabriymiş. Normalde kapalıymış fakat o an Konya Belediye başkanının ricasıyla açılmış. İçeriye girmeye sabırsızlandık, heyecanlıydık fakat girdiğimiz an kafamızdan aşağı kaynar sular döküldü. İçerisi ardiyeydi. Büyük bidonlar, eski halılar ve türlü pislikler. Ve daha acısı, Yusuf aleyhisselam’ın sandukasının dibine kadar ayakkabılarımızla girmiştik. O güzeller güzelinin huzurunda, gerçekten güzel miydik?
Söz buraya gelmişken ne yazık ki o gün içerisinde gezdiğimiz tüm mescitlerin ve makamların hali buydu. İnsan bazen “İsrail izin vermiyor da, Müslümanlar niye böyle bırakıyor?” diye soruyor haliyle. Cevap yok. İnanın, Eyüp Sultan’ın türbesine çok daha dikkatli giriyoruzdur biz. Bu yüzden girdiğimiz yerlerde o maneviyatı hissetmemiz dakikalar alıyordu. Ya da kendi adıma konuşayım. Rehberimizin anlattıkları bende bir his uyandırmıyordu, gördüğüm sahne zaten içimi sızlatmak dışında bir işe yaramıyordu. Ancak o zaman üzüntüden kendi içime dönüp, kendi tefekkürümle bir şeyler yaşayabiliyordum. Kendi kendime “Bak burada İbrahim aleyhisselam var, hadi duasını et. Duasını al.” diyerek yolumu buluyordum. Rabbim ihlasımızı arttırsın. Ve Müslümanlara büyük bir uyanış nasip etsin.
Hz.Yunus’un Makamı
Hz.Yunus’un makamına geldiğimizde artık hepten yorgunluk çökmüştü. Çoğunun mescid namazı kılmak için abdesti kalmamıştı. Abdeste girenleri beklemek için vaktimiz olmadığı söyleniyordu. Ama haliyle insanlar makama abdestli girmek istedikleri için çoktan lavabonun yolunu tutmuştu. İçeri girenler, girmeyenler, girebilenler, girmeye vakti kalmayanlar derken oradan nasıl ayrıldığımızı hatırlamıyorum. O ziyarete dair hatırladığım iki şey var; biri Yunus as’ın sandukasının örtüsü. İkincisi içeri girerken ve dışarı çıkarken kapıda bizi saygıyla bekleyen anahtarın sahibi amca. Allah hizmetlerini kabul etsin.
Son ziyaretten sonra otele dönerken akşam namazını kaçırmaktan korkuyorduk. El-Halil’de o gün ses bombası atıldığı için bir şehirden bir şehire geçiş kapılarında sıkı arama vardı. Arabalar durduruluyordu. Ve bizim El-Halil’de eski şehire ulaşmamış saatler almıştı. Rehberimiz otele gidip hazırlanıp daha sonra mescid-i aksa’ya gideceğimizi söylendiğinde yetişemeyeceğimize emindim. Bu yüzden bir delilikle ortaya atlayıp, direk servisle Mescid-i Aksa’da durmayı teklif ettim. Bu teklifi yapıp arkama baktığımda, herkes koltuklara gömülmüştü. Servis içerisindeki karanlık herkesin uykusunu getirmişti. Ama biliyordum ki bir kere otele gidersek her şey daha zor gelecekti. Akşamı otelde kılmak zorunda kalacak ve yatsıya da koştur koştur gelip hiçbir şey anlamayacaktık. İlk söylenince herkese zor geldi ya da gelmedi bilmiyorum ama servisteki kısa çaplı bir istişareden sonra hep birlikte Şam kapısında indik. Geniş çarşılardan geçerek avluya ulaştık. Sonra koşarak abdesthane bulduk. Tüm bunlar olurken kimi görsem çoktan kendine gelmişti. Kimi görsem, oh be diyordu. Kimi görsem yüzü gülüyordu. Kimi görsem uykusuzluğu halsizliği yenmişti. Koşarak kavuştuk kubbettussahra’ya. İlk kez giriyorduk. İlk kez akşam namazı için saf tutacaktık kutsal kayanın bulunduğu bu yerde. Nasıl bu güzellikler 500-600 metre ötemizdeyken otele gidebilirdik ki? Kimsenin içimizdeki bu heyecanı anlamasını beklemiyorum. Ama telefonların 25 bin adım gösterdiği, saat 08.30’dan beri ayakta olduğumuz ve pertimizin çıktığı bir gün sonunda sanki hiç yorulmamış gibi koşturabildiysek o avlu içerisinde demek ki içimizdeki iman hala bir şeyleri yenebilecek seviyedeymiş. Yeter ki herkes biraz dişini sıkabilsin.
Hepimiz akşam namazını sınırda kılmıştık. Öyle ki bazılarımız selam verirken, yatsı ezanı Allahuekber diyordu. O sırada ezanı dinlemek için Gülsen ablayla avluya çıktık. Buz gibiydi. Biz ise öğlen incecik feraceleriyle sokağa fırlamış turistler. Olsundu, burada üşümek de güzeldi. Ezan okunurken avluyu saran müthiş kokuyu, bulutların gökyüzünden çekilişini ve akşam ezanını okuyan o müezzinin insanı sarsan kıraatını yine an be an hatırlıyorum. Bir de o sırada Gülsen ablanın “Şu ortamın aurasını imandan başka ne açıklayabilir” dediğini. Açıklamıyor be Gülsen abla. Şu ezan sesinin içinde kuşların kanatlarından çıkan sesi bile bu kadar net duyuyor olabilişimize şaşırırken, bana imanımdan başka hiçbir şey cevap veremiyor. Elhamdulillah.
KubbetusSahra, Muallak Kayası ve Ruhlar Mağarası
Kubbet-üs Sahra artık hepinizin bildiği üzere altın kubbeli yapının adıdır. Kendisi aslında, miraç olayının oluştuğu muallak taşını korumak amacı ile inşa ettirilmiştir. Yeri gelmişken tekrar vurgulamak gerektiği için söylüyorum, kendisi Mescid-i Aksa dediğimiz mekan değil, sadece Mescid-i Aksa sınırları içerisinde bulunan bir yapıdır. İçerisindeki muallak taşı, Efendimiz’in üstüne basarak miraca yükseldiği rivayet edilen yerdir. Zaten taş, camiinin tam orta yerinde aynı zamanda altın kubbenin de tam altında bulunmaktadır. Camii cemaati, taşın etrafından kalma bölümlerde saf tutar.
Ve mihrabın tam karşısında bir merdiven iner aşağıya. Mağara görüntüsü oluşmuş bu yer için, muallak taşının Efendimiz ile birlikte miraca kalktığı sırada oluştuğu söylenir. En acayibi ise, mağaranın sağ köşesinde kafanızın girebileceği bir oyuk olması. Bu oyuğun, Efendimiz orada namaz kıldığı sırada kafasını taşa çarpmasın diye ilahi bir şekilde oluştuğu söylenir. Biz buna inanarak orada saf tuttuk, orada dua ettik, orada miraç öncesi Efendimiz neler hissetmiş olabileceğini tefekkür ettik. Gerisi Allahualem.
Ve yazarken bile 2 günümü alan, toplamda 8 sayfaya ulaşan bu günü yaşarken ne halde olduğumuzu bilmiyorum artık anlatmama gerek var mı? Çok yorgun ama bir o kadar mutlu bir şekilde ulaştığımız otelde, bir de odamızın toplandığını görünce İrem ile yaşadığımız sevinci de heybeye ekleyerek uykuya hazırlandık. Bir de Büşra’nın Hıtta kapısından aldığı mangonun kokusu odayı sarınca oooh mis. Meğersem en güzel uykular, ayaklarınızın peygamber izlerine karışması ihtimalini düşünerek uyuduğunuz uykularmış. Nasip edene şükürler olsun.
Son olarak şunu söylemeliyiz ki;
Hz.Ömer, ruhundan ayrı düşürülmüş bu peygamberler şehrini peygamber ahlakını yeniden dirilten bir inançla fethetti. Müslümanlar olarak “Peygamber ahlakı” konusunda neleri terkettiğimizi, neden zavallı bir duruma düştüğümüzü çok iyi tahlil etmemiz lazım. Hadiseleri güne bağlı kalarak değerlendirmeyelim. Çünkü hayat çok uzun soluklu. Kuran-ı Kerim pek çok ayet-i kerimede bunu bize en etkili şekilde hatırlatıyor. Mesela Bedir savaşı için “Siz güçsüz olduğunuz halde Allah size yardım etti.” diyor. Demek ki güç topta, silahta, sermayede değil; inancın sağlamlığında. Ebediyetle bağımızın zayıfladığı çok uzun zamanlardan beri buna odaklanmışız, şartlanmışız ama asıl güç maddi olanda değil, imanda ve inançta. Çünkü ancak inandığımız zaman birimiz bin oluyor. Allah’ın vaadi bu yönde. O bakımdan demek ki bizim peygamber ahlakı konusunda silkelenip kendimize bakmamız lazım. Neden en parlak dönemlerden bu kadar acı bir inişe geçildi? Bunları çok iyi düşünmemiz lazım. Tam da bu yüzden Kudüs meselesi, belki bütün problemlerin irdelenmesini gerektiren bir mesele. Ve biz bu meseleyi inancımız, gayretimiz, ahlakımız ve sabrımızla halledebiliriz.
Rabbim istikametten ayırmasın.
2.Gün – 8.Kasım 2017 / Kudüs, Beytlahm, El-Halil
O mangoların kokusu dördüncü gün dahi odamızdaydı ? tam detayları unutmaya başlamışken ne güzel yazmışsın. Hemmen buradan faydalanıp notlarımı tazeliyorum ?
o zaman bir sonrakine mango gecesi yapar mıyııııızz kardeşim <3
şahane bir yazı okurken bile insanın gözleri doluyor.. İnşallah Allah bize de nasip eder gitmeyi