Kudüs’te üçüncü gün: Saffet!

Gönül Ayyıldız

Updated on:

O sabah, artık misafirliğimizin ya da belki de acemiliğimizin bittiği bir sabaha uyanmıştık. Yine 04.15 itibariyle lobide toplanacağımız için ben yine 03.30’da kalkıp yatağımın başındaki telefondan tüm odaları uyandırma servisliği yapıyordum. Ve artık telefonu açma hızlarından değil, telefonu açtıkları seslerinden anlıyordum karşımdakilerin halini. Bu tanıma, bu kaynaşma duygusu acayip keyif vermişti bana o sabah. Hiç tanımadan yola çıktığınız bir arkadaşınızın, henüz ikinci gününde sesinin tonunu keşfetmeniz bence gerçekten sevinilesi bir şey olmalı. Şu dünyada buna da sevinmeyeceksek napacağız ki zaten? Sonuçta dünyayı iyilik ve kardeşlik kurtaracak.

Tüm arama işlemleri bittikten sonra İrem ile odayı toplamaya karar verdik. Bir gün önce ilk gün acemiliğinden ne sabah namazına giderken, ne de kahvaltıdan sonra odayı toplayacak vakit bulamamış ve öylece bıraktığımız odayı gelip toplu görünce mahcubiyetle karışık bir mutluluk yaşamıştık. Ama bu sefer o kadar dağınık bırakmasak daha iyiydi. Sonuçta Müslüman genç hanımların odası temizlenme sırasında bile biraz temiz olmalıydı. Bize böyle öğretilmişti. Odayı toplarken de halimize güldük tabi ama olsun hala keyifle hatırlıyorsak iyi bir şey yapmışız demektir.

Harem-i Şerif’e doğru yola çıkmak üzereyken henüz lobiye gelmeyenlerin olduğunu görsek de artık nur topu gibi bir sistemimiz vardı. Rehberimiz önden hazır olanları bekletmeden götürüyor, geride kalanları da babam ve eniştem bir grup yaparak sonradan yanımıza ulaştırıyordu. Allah onlardan razı olsun, gerçekten şimdi dönüp bakıyorum da sadece benim değil gruptaki birçok kişinin eli kolu oldular. 45 genç hanımın olduğu bir grubu her anlamda korumak ve idare etmek onlar için büyük bir sorumluluktu. Her ne kadar hayatımda gördüğüm en uyumlu grup olsak da, yine de ne birilerini bekletmek hoşuma giderdi ne de birilerini “bizi bırakıp gidiyorlar” psikolojisine sokmak. Bu yüzden ailemin varlığı beni bu iki uç nokta arasında kalmaktan hep korudu. Şayet onlar olmasaydı, tek rehber ile bunu idare etmemiz pek mümkün olmayacaktı Hamdolsun ki, Rabbim biz bilmeden bile bizi bir takım durumlara düşmekten muhafaza ediyor.

Mescid-i Aksa Kıble Camii ve Sabah namazı



İlk günden farklı olur sanmıştım bu anı, daha tanıdık duygularla girerim sanmıştım bu avludan içeriye. Hayır, hayır, asla öyle olmuyormuş. Kapıya varana kadar üzerinden kaya kaya gittiğin kaldırımlara yine aynı heyecanla şaşırıyormuşsun. Askerleri görene kadar kapısında oynayan çocuklar gibi şenken, kapıya yanaşıp o meymenetsizleri görünce yine aynı şekilde öfkelenebiliyormuşsun. Büyüyormuşsun işte bir anda. Taşı sıksa suyunu çıkaracak güçte bir insan gibi sertleşebiliyormuş bakışların. Sonra onları arkanda bırakıp tekrar çocuklaşabiliyormuşsun ışık hızından belki biraz daha yavaş hızla. Sonra merdivenleri çıkarken, sanki dün görmemiş gibi karşına çıkacak görüntüye meraklanıyormuşsun. Hızlanıyormuş adımların. Sonra Aksa camiine yöneldiğin an başlayan ezan sesini düşünüp, dün kapıdayken okunmuştu diye düşünüp aslında ilk defa gelmediğini hatırlıyormuşsun. Aksa Camiine doğru ilerlerken tanıdık duyguları tazelemekten yaşadığın mutluluk, camiiye girince yaşadığın utanç ile kırgınlaşıyormuş mesela. Yine o teyzelerin önünde öyle pervasızca, öyle yabancı, öyle turist gibi geçip giderken suratına iniyormuş şefkatin tokadı. Yine yerin dibine girmek isteyip, giremeyince teyzelerden en uzak en ön köşeye gidip saklanmak ve görünmez olmak istiyormuşsun. Tam bu sırada beyaz örtülü teyze geliyor zaten yine, anlatıyor en baştan aynı cümlelerle. Ses tonlamaları bile aynı. Kim bilir kaç aydır kaç yıldır her gün yapıyor bu konuşmayı diye düşünüyorum yeni bir duygu olarak. Dua ediyorum kendisine, hizmetleri en güzel karşılığı bulsun diye.

Ve sonra içimi yeniden sarsacak yeni bir vakit namazın kameti çınlıyor asırlık mescidin duvarlarında. Şahitlik edilen kaçıncı kamet olduğunu hesaplayamasam da, duyabilmiş oluşuma minnetle duruyorum namaza. Ve bugün hala Fatiha’dan sonra o hep bir ağızdan söylenen “Amin!” in hissiyatını hissedebiliyorum en içimde. Yaşadığım o buruk huzuru hala adlandıramıyorum ama hissediyorum. Rabbim benden bu hissetmeyi asla alma diye dua ediyorum, kabul olması umuduyla. Ve namaz bittikten sonra tekrar aynılıklara şahitlik ediyorum. Yine zencefilli kahve dağıtan amcayı, usulca dağılan cemaati ve birazdan tamamiyle aydınlanacak olan o mukaddes göğü mıh gibi kazıyorum aklımın ve kalbimin en güzel köşesine. Yarın tekrar göreceğimi bilsem bile.

Eriha  / 10bin yıllık şehir

O gün ilk ziyaret yerimiz Eriha oluyor. Otobüsle devam ederken çeşitli dağlıklar ve yerleşim yerleri görüyoruz. Rehberimiz bunları anlatırken, bunlarla hiç ilgilenmediğimi anlıyorum. Biraz sonra hediyelik eşyalar ve hurma almak için bir dükkana gidiyoruz. İçeride Müslümanı, yahudisi hepsi birlikte alışveriş yapıyor. Ve sanırım aynı şekilde esnaflık da ediyor, tam olarak ayırt edemiyorum bunu. Ama ilk kez orada şahit oluyorum Müslüman esnaflarında Yahudi ve Hristiyanların önem verdiği eşyaları sattığına. Şaşkınlığımı ilk etapta saklayabiliyorum, çünkü burası bana Kudüs gibi hissettirmiyor. Sonra 15 dolarlık hurmaları 10 dolara indirdiğini söyleyerek reklam filmi çeviren bir esnafın sesine doğru gidiyorum. Bizim grup etrafına dolanmış usulca dinliyor, sonra akıllı esnaf tezahürata başlıyor. Erdoğan Erdoğan, Türkiye Türkiye, lider lider, kardeş kardeş. Eyvallah. Eyvallah ama sadece o an eyvallah. Çünkü akşam olup da Kudüs’ün çarşıları içerisinde aynı hurma paketlerini 6 dolara görünce kardeşlik Erdoğan falan hepsi yalan oluyor. Neyse diyoruz, neyse. Her şey gibi buna da neyse diyebiliyoruz. Çünkü dememiz gerektiğini bilerek geziyoruz. Ama eğer bir tavsiye vermem gerekirse; Sakın alışverişlerinizi buradan yapmayın. Kudüs’ün çarşıları daha çok çeşit olduğu için daha çok uygun. Daha çok uygun olduğu kadar daha çok da ihtiyaç var. Müslüman esnafı ayırt etmeniz zor olabilir belki ama rehberiniz sizi yönlendirir diye umuyorum. Bizim rehberimiz biraz işin pratiğini sevdiği için topluca bizi buraya getirmek istedi ama şayet uyarılsaydım ben daha sonra bireysel olarak kudüs çarşılarından bu alışverişi yapardım. Eriha’ya dair şuan aklımda kalan tek şeyin bu kazıkçı esnaflar çarşısı, develer ve bana Mekke Medine arasındaki yolları hatırlatan çölümsü düzlükler olması üzücü mü bilmiyorum. Şayet bilmem gereken manevi bir şeyler varsa bana haber verirseniz sevinirim. Aklımdaki Eriha profilini temizlemek ben de çok isterim.

Ölü Deniz – Lut Gölü

Burası hakkında çok şey duymuştuk, içinde hiçbir canlı yaşamaması, denizin kımıltısız duruşu, üstünde olan birinin asla batmıyor oluşu, elinizi kolunuzu suya belli bir sınırdan sonra daldıramıyor oluşunuz vs vs. Bunlar tabi bilimsel şeyler. Diğer taraftan bir de bir kavmin helak olduğu ve kalıntılarının tamamen yok olduğu bir yer burası. Efendimiz bu tür helak bölgeleri hakkında çok durulmaması gerektiğini söylüyor. Yani yapılması gereken şey, ibret nazarıyla bakmak ve ayrılmak. Nasıl ibret nazarı olur? Muhammed Emin hoca bunu şöyle yönlendiriyor; “Lut kavmi, Allah’ın koyduğu ahlaki sınırları ihlal etmişti. Şimdi günümüze çevirirsek Allah’ın koyduğu ahlaki sınırlarını da önümüze alırsak, hangilerinden uzak duruyor hangilerini de bile bile ihlal ediyoruz bir düşünelim. Ve şayet ihlal ettiğimiz kısımlar var ise, bizi bu gölün altındaki insanlardan ayıran şeyi henüz sadece nefes almak olduğunu ve aynı zamanda tövbeye vaktimiz olduğunu bilelim. Onların hatalarından dönme fırsatı vardı, dönmediler ve helak ile cezalandılar. Sizin hatadan dönme fırsatınız hala var, o halde dönün. Çabalayın. Gayret edin. Olmuyor demeyin uzak durmaya çalışın. Elbet bir gün olacak. Şeytan zorlasa da, Allah da o yolu kolaylaştıracak. .

Bir de burada ölü deniz suyundan yapılmış kremler, losyonlar falan var. Almak isteyen çok oluyormuş, baya iyi geldiğini iddia ediyorlarmış. Ama Efendimiz’in çok bulunmayın dediği bir bölgenin kremini alıp ne yapacağız anlamıyorum. Cilde iyi gelen başka şifa kaynağı mı kalmadı? Bu arada biz konuyu otobüste de açtığımızda rehberimizi “Allah’ın haram kılmadığı şeyleri birbirimize haram kılamayız” demişti. Şimdi düşününce uyarının haklı ama yersiz olduğunu anlıyorum. Asla Allah’ın haram kılmadığı bu suyu, almayın haramdır demek haddimize değil. Efendimiz de kremleşmesi hakkında bir şey söylememiş. Ama hissi olarak dahi insanın içini boğan bu yerden krem almak biraz şey yani. Anlıyor musunuz?

Girişten aşağıya deniz kenarına inmemiş biri olarak, aşağıdan gelen herkesin baygın yorgun ve halsiz oluşuna şahit olduğum. Elini suya sokanlar ilk 10-15 dakika ellerinin yumuşacık oluşunu anlattı ve sonraki dakikalarda da ellerinde kalan yağımsı hissin kurulaşmaya başlamasından şikayet etti. Rabbim çok güzel yaratmışsın ve hissedebilelim diye somut deliller de bırakmışsın. Elhamdulillah.

Bunun dışında Talha Uğurluel’in dün dinlediğim bir yayınında şu sözleri beynime kazındı; İnsanlık henüz bu suyun altına inemedi. Teknoloji aslında bu suyun altına girecek kadar gelişti ama kimse henüz buna cesaret edemedi. Bu suyun neden içine kimseyi almayacak kadar sert ve batmaz olduğunun bir açıklamasını arıyoruz dimi? Belki de altında helak olan kavimden kalan kalıntıları görmeye henüz hazır olmadığımız içindir? Belki Allah bu suyun altında saklıyor şuan onları. İnanıyoruz ki bir gün bunlar da ayyuka çıkacak. Allah’ın buna izin verdiği günü bekliyoruz. O gün karşılaşacağımız şeyler için şimdiden hazırlık yapın.

Hz.Musa kabri

Lut gölünden sonra direkt Musa aleyhisselam’ın kabrini ziyarete gittik. Kapıda bizi karşılayan Filistin bayrağı ve Türk bayrağının yanyana olması görüntüsü bizi şöyle bir silkeleyip kendimize getirdi. Üzerimizde helak kavim mekanı ağırlığını atmamızı kolaylaştırdı.
İlk kapıdan geçtikten sonra bir avlu karşıladı bizi. Eski ama mimarisi hayli göz dolduran bir yerdi burası. Bakımsız kalmıştı, etraf tamir araç gereçleriyle doluydu ama en azından bir makama, bir kabire girdiğinizi hissettiren bu geniş avlu biraz olsun destur çekmenize sebep oluyordu. Burayı görünce bir gün önceki eksikliği anlamıştım. Bizim zihinlerimizde, makamlar genelde ulaşılması güç ve şaşalı yerlerdi. Ve bu kadar peygamberin yerine böyle direkt girmek ve bu kadar gösterişsiz olması bizi ilk etapta olayı kavramaktan geri bırakıyordu. Tabir-i caizse göz doldurmayan görüntüler karşısında gönlümüz ilk tepkiyi veremiyordu. Elhamdulillah ki, daha sonradan içimizi kaplayan hisler vesilesiyle maddeye ihtiyaç duymaksızın bu maneviyata naçizane erişebiliyorduk.

Bahsettiğim geniş avluyu geçip sola döndüğümüzde ufak mütevazi bir mescidin kapısına vardık. Görevli amca bizden önce içeri adım alıp sonra bizi karşıladı. Ayakkabıları kapıda bırakarak girdiğimiz bu yerde bizden başka kimse yoktu. Zaten gittiğimiz birçok yerde ya tek grup biz oluyorduk, ya bizimle eş zamanlı gezen Konya grubu. İkindiye birkaç dakika kalmıştı, bu yüzden namazı oradan kılmaya karar verdik. Ama önce Musa aleyhisselam’ ziyaret edecektik. Anahtar teslim edilen görevli amca usulca kapıya yanaştı ve bir şeyler okuyarak kapıyı açtı. Ben ise üzerime emanet edilen paraların bir kısmını ziyaret edeceğimiz bu peygamber mescitlerinin bakımı, masrafları ve temizliği için ayırdığımdan mütevellit bir sadaka kutusu arıyordum. Kapının açılıp amcanın kenara geçmesi ve benim kutuyu görememiş olmam üst üste gelmişti. Elimdeki parayla içeri girmek istemediğim için çekinerek parayı amcaya teslim etmeye yeltendim ve o usulca kenarda küçücük duran kutuyu işaret etti bana. Gözlerinde asla kendisi için kabul etmeyeceğine dair sert bir ifade vardı. Onu incitmiş olmaktan korkarak ikinci kez baktım gözlerine, artık gülüyordu. Sonra ziyarete geçtik ve dualarımızı ettik. Ve o küçücük odacık içerisinde bir Kuran-ı Kerim gördük. Birkaç ayet okumak için açtığımızda giriş sayfası anı defteri niyetine kullanmış birkaç isime rastladık. Rümeysa, Ayşe, Elif… Siz, buraya adınızı yazarak iyi bir şey yaptığınızı sanmaktan inşallah en kısa zamanda vazgeçersiniz. Bu yaptığınız öyle ayıp ve öyle kınama gerektiren bir şey ki, yine de muhattabı ben değilim diye susacağım.

Ziyaretten sonra vaktimiz olunca dolabı toplamaya geçtik. Etrafında oturup akşam için planlar yaptık. Perşembe akşamı olduğu için bir Cuma Kuran’ı saati yapacaktık. İlk niyetimiz buydu. Biz plan yaparken ezan okundu ve 50 kişilik minik cemaatimizle birlikte namaz kıldık. Bu orada cemaat ile kıldığımız ilk seferi namazıydı. Kısacık ama lezzetliydi. Elhamdulillah ki Rabbim nasip etti.

Uzak ziyaretleri bitirdikten sonra yine çok şükür ki kazasız belasız otelimize gelmiştik. Saat 2 civarıydı.
Biraz dinlendikten sonra Mescid-i Aksa’ya kavuşacak ve civardaki ziyaretleri devam edecektik. Fakat bundan önce ulaştırmamız gereken bir posta emanet daha vardı. Güzel ülkemin dört bir yanından selam ve dua ile gönderilen sadakalar ve hediyeler, Aysun ablamın bir bavul dolusu hediyesi, Büşramın balonları, zülal ve sevdenin bir dolu tokaları oyuncakları ve şuan aklıma gelmeyen nicesi. Rehberimiz arayıp 1 saat içinde bunları teslim edeceğini söylediğinde dinlenmek için kafamı yastığa koymuştum. Ve heyecanla zıplayıp bir anda her yere haber salmamız, emanetleri taksim etmemiz, göndereceklere haber salmamız vs yarım saat sürmüştü. Bu konuda her an, her durumda hep yanımda olan İrem’e cidden ne kadar teşekkür etsem az. Aynı odayı hiç tanımadığın bir insanla paylaşmak ne kadar rahat olabilirse, ondan çok kat daha rahattım. Mutluydum. Ve ihtiyacım olduğunda şikayet etmeden yardımcı olacağını bildiğim için de huzurluydum. Benimle birlikte saydı tüm sadakaları. Benimle birlikte koşturdu koridorda. Benim yetişemeyeceğimi anladığı an gerek telefona sarıldı, gerek kapıya. Ama suratı bir an bile düşmedi. Bir an bile kendini buradan çekmeye çalıştığını hissetmedim. Allah çokça razı olsun. Rabbim karşısına daima yar ve yardımcı olacak insanlar çıkarsın. İşte sonra bu aşağıdaki güzel görüntüler çıktı meydana, şükür edilesi, göz doldura, yürek dolduran mutlu kareler. Hamd üstüne hamd gerektiren.
Ağlama Duvarı

Bu duygusal dakikalardan sonra İlk istikamet Ağlama duvarı idi. Giderken Yahudi mahallelerini, Hristiyan mahallerini, Müslüman mahallerini tek tek gezdik. Aralarda kalmış vakıf dernek ve tekkeleri de gördük. Sokakları süsleyen duvarları, hacca gittiği için kapısına kocaman pankart ile kabe resmi koymuş evleri ve koşturup duran çocukları tanıdık. Ve son olarak da Yahudilerin Ağlama duvarı adı verdiği, Mehmet Amcanın ise zırlama duvarı dediği ama bizim için daima sadece Mescid-i Aksa’nın bir duvarı olan yeri ziyarete gittik. Burası yaklaşık 2 yıldır Türk grupların ziyaretine kapatılmış. Bunun sebebi ise maalesef ki Türk grupların içeri de duvardan bayrak sarkıtması imiş. Aslında içeride açılan bayrakları hesaba katarsak bu aşırılık değil ama tabi onlar sebep aradıkları için bu durum büyük bir mesele haline gelmiş. Hiç önemli değil, uzaktan izlemek bile can sıkıcıydı. İzlerken iki görüntüye şaşırıyorsunuz. Birincisi onların da haremlik selamlık ayrılmış olmaları. Kadınlar bir bölümde erkekler bir bölümde ibadet ediyor. İkincisi ise, kiminin ağlaması kiminin oynaması. Çünkü onlar da kendi içlerinde mezheplere bölünmüşler. Ağlayanlar, yıkılan Süleyman mabedi ve kaybolan ahitler için ağlıyorlarmış. Ve Süleyman mabedi tekrar inşaa edilene kadar böyle devam edeceklermiş. Gülenler ise, neden ağlıyorsunuz burası tekrar Yahudilerin eline geçti ve devamı da gelecek diye oynayıp gülüyorlarmış. Bunun dışında şeyi de belirteyim, içeri grupça giremiyorsunuz ama bireysel olarak girebiliyorsunuz. Grup içerisinde dil bilenler ve merak edenler bireysel olarak içeriye girdiler. Büşra girmek konusunda kararsız kalmıştı da sonra tek denemede kolalıkla girmişti mesela. Daha sonra nasıl geçtiğini sorduğumuzda, çıkışa yakın bir yerde kazılarda buldukları kalıntıları sergilediklerini anlatmıştı. Oraya dair merak ettiğim belki de tek şey bu sergiledikleri şeyler sanırım.

Kıyamet Kilisesi

Ağlama duvarında sonra devam ederken, mükemmel mukarnaslara ve büyük işçilikli oymalara şahit oluyorsunuz. Belli ki burası eski şehrin merkezi konumundaki bir yer diyorsunuz gezerken. Ve sonra pat diye önünüze Kıyamet kilisesi çıkıyor. İlk gördüğünüz an dikkatiniz kilisenin ön cephesinde duran küçük tamir merdivenine takılıyor. İçimden bunu burdan niye almamışlar diye geçirdiğim sırada, rehberimiz anlatmaya başlıyor. Bu merdiven Osmanlı’nın statükosudur. Buraya dair hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerine dair aldıkları sözden ötürü bu merdiven kıyamete kadar burada böylece duracaktır. Aynı zamanda, Osmanlı burada Yahudilerin ve Hristiyanların merdiveni dahi paylaşamayıp kavga ettikleri vakitlerde barışı sağlayıp kilisenin anahtarını da Müslüman bir aileye emanet etmiştir. Bugün hala kapıları her sabah gelip bu Müslüman ailenin fertleri açıyor ve akşam da gelip kapatıyorlarmış. Gavurların ana merkezi sayılan bu kilisede, böyle bir statükonun varlığı bizi gururlandırsa da, diğer yandan inşallah buna da bir bahane bulup yerler bir etmezler diye endişelendik. Tüm bunları söyledikten sonra aslında söylemem gereken en önemli şeyi unuttuğumu farkettim. Burası neden bu kadar önemli? Çünkü Hz.isa’nın burada öldüğüne, burada acı çektiğine inanıyorlar. İçerinin belli köşesinde mumlar dikiliyor, belli köşesinde levhalar öpülüyor ve çeşitli garip ibadet şekilleri. Nasıl ki müminlerin kabir, taş, duvar öptüklerini görünce garipsiyorum, bunları da öyle garipsedim.
Burada yaşanan en keyfili şey ise gavurları şaşırttığımızı duymaktı. Olay şöyle cereyan ediyor; Hristiyan bir abimiz bizim kızlardan biri yaklaşıp “Yanlış anlamayın ama siz Müslüman değil misiniz? Neden buraya geliyorsunuz?” Arkadaş da usulca “Çünkü biz Hz.İsa’ya inaıyoruz ve onunla alakalı bu yeri de görmek istiyoruz.” Diyerek onu şaşırtmış. Bunun üstüne abimiz hayli şaşırmış. Gerçekten bizim Hz.İsa’yı komple reddettiğimizi düşünüyorlar. Ve bu şekilde aşılayarak içlerine düşmanlık koyuyorlar. Çünkü bir insanın içine savaşacak gücü ancak düşmanlıkla verebileceklerine inanmışlar. Yazık.

Ömer Camii

Kudüs fethedildikten hemen sonra şehrin en saygın papazı, komutan Ebu Ubeyde İbn Cerrah’ın yanına giderek “Biz buranın bir gün Müslümanlara tarafından fethedileceğini biliyorduk, ancak şehrin anahtarlarını ancak halifenize verebiliriz.” diyor. Ebu Ubeyde, Hz.Ömer’e bu durumu arz edince, meclis toplanıyor ve gidip gitmemek yönünde istişare ediliyor. Meclisin ileri gelenleri “Biz bu savaşın galibiyiz, bir papazın sözü üzerine taa Mekke’den Kudüs’e gitmek gereksizdir.” diyerek gidilmemesi gerektiğini savunuyorlar. Sonra Hz.Ali’nin “Eğer sen Kudüs’e gidersen, kıyamete kadar yaşayacak tüm Müslümanlara Kudüs’ün değerini göstermiş olursun” demesi üzerine yola çıkma kararı veriyor. Kudüs’un yeni halifesi o uzun yolu, bir köle ile birlikte ve tek at ile sıra sıra binerek gidiyor. Şehre yakınlaşınca gelişini farkeden Müslümanlar Hz.Ömer’i karşılamak için yanlarına gittiklerinde o yorgun ve bitap görünce “Ey Ömer, Hristiyanlar şatafatı seven insanlar, istersen sana güzel kıyafetler ve güzel bir at getirelim ve şehre öyle gir. Ancak o zaman sana saygı duyar ve İslam’ın izzetine hayran kalırlar.” Bu söz üzerine Hz.Ömer çok kızıyor ve asırlarca akıllara kazınacak o sözü söylüyor; “Bize İslam’dan başka izzet mi var! Fakat benim asıl hayran olduğum kısım buradan sonra başlıyor. Çünkü bu konuşmadan sonra yola devam ederken ata binme sırası Hz.Ömer’in kölesine geliyor ve şehrin kapılarından girerken Hz.Ömer yürümek durumunda kalıyor. Mescidi Aksa’nın kapılarında bekleyen Hristiyanlar içeri giren at üzerindeki adamı Hz.Ömer sanıp saygı göstermeye çalışınca, Hz.Ömer’i çağıran papaz aslında yerde yürüyenin o olduğunu anlıyor ve diyor ki; “Vallahi biz İslam’ı tevazu dini diye duymuştuk, hakikaten öyleymiş. Şu yerde yürüyen adam Kudüs’ü fetheden halifedir, çünkü bu izzet ancak bu tevazuya verilir.

Bunun yanı sıra Hz.Ömer şehri gezerken, namaz vakti girmiş. Bunu fark eden papaz Hz.Ömer’e kendileri için çok kıymetli olan bu kilisede namaz kılmasını teklif etmiş. Fakat Hz.Ömer kimi rivayete göre “Müslümanlar bu durumu, kiliselerde de namaz kılınabilir olarak algılayabilirler endişesiyle” kimi rivayete göre de “Müslümanlar ileride onların inancına saygı duymaz ve halifemiz burada namaz kılmış diyerek onların kilisesini işgal ederseler” diye kilisenin karşı tarafına bir gölgelik oluşturup orada namaza durmuş. Bugün o gölgelik yerde Hz.Ömer camii var. Kapısı müthiş güzellikte. İçeriye rehberimiz girmemizin gereksiz olduğunu söylediği için giremedik ama bir daha olsa söz dinlemez girerdim. Küçük bir mescit olduğuna eminim ama sadece bu hissi hissetmek için bile girerdim. Çünkü şuan siz de okurken farkediyorsunuzdur ki, biraz hissiz kaldım burası için. Daha dolu dolu olabilmeyi isterdim.

Ömer Meydanı ve meçhul ustaların kabirleri

Camiiden sonra karşımıza çıkan çarşıyı tırmanırcasına çıkarken bir anda kendimizi geniş bir meydanda bulduk. Bugün hala adı Ömer meydanı olan bu yer adeta tarih kokan Avrupa ülkelerinin merkezi gibi duruyordu. Etraftaki kahveciler, her çeşit insanlar, taze sıkma meyve suyu arabaları, yol üzerindeki bisikletler taksiler araçlar ve bir küçük lokomotif. Çok şirin görünüyordu bu meydan, sebepsiz sevesim gelmişti. Biraz ilerleyerek bir kapıya yönelmiştik. Bu kapıya varmadan önce sağımızda iki küçük mezarlık vardı. Mezar taşlarına bakarak kavuklardan Kanuni dönemine ait olduklarını anlayabiliyordum. Sonra bunların buraya emek vermiş iki ustaya ait olduğunu öğrendik. Yaptıkları hiçbir iş için para kabul etmemiş, sadece buraya gömülerek gelip geçen birileri belki bize bir Fatiha okur diye umut etmişler. Öyle de olmuş. O güzel meydanın ortasında, sıkışıp kalmış gibi dursalar da gerçekten dikkat çekiyorlar. Ve istemsizce sorgulatıyorlar. Sadece bizim değil, gavurların da dikkatini çektiğine eminim.

Biz bunları düşünerek garip duygular içerisinde gezinirken ve rehberimizin anlattığı tüm bu hikayelerden sonra, tekrar kabirlere dönüp yeni bir bakış ile bakmak için hep birlikte kafamızı kabirlere çevirdiğimiz anda bir ses yükseldi oradan “Hocam burada iki tane mezar var, burada kim yatıyor Allah aşkına?”

Elbette bu ses canımız ciğerimizin Mehmet amcamıza aitti, kulaklığını açmayı unuttuğu için konuya vakıf değildi ama tüm keyfimizi yine yerine bir cümlesiyle getirmişti. Eksik olmayasın Mehmet amca, Allah seni iyilere katsın inşallah.

Al Halil Kapısı

Buradan sonra birkaç adım ile bir kapının altında geçerek bir yola uzanıyoruz. Tam burada rehberimiz durmamızı ve arkamıza bakmamızı söylüyor. Duvarda çok belli olmayan, ama dikkat verince rahatlıkla okunabilen bir yazı ile karşılaşıyor; “La ilahe illallah, İbrahim Halilullah”

Bu ifade o gün, o topraklarda bulunan çeşitli dindeki insanların kalbini ısındırmak ve içlerindeki öfkeyi bastırmak için yapılmış bir zarafettir. Aynı zamanda biliyorsunuz ki, Kuran’ın ifadesiyle “İbrahim hepinizin atasıdır. O ne Yahudi, ne nasari değildir. Onun tüm durumu incelik ve gönül kazanmaktan ibarettir.”

Bu zarif düşüncelerle tanıştıktan sonra aynı yolu, bu sefer etrafı daha iyi inceleyerek mescide dönmeye çalıştık. İncelerken Eriha’da normal görebildiğim ama burada bir türlü normalleştiremediğim bir durumla karşılaştım. Burada da Müslüman esnaf haçlar, kipalar, çarmıhlar ve kutsal kaseler satıyordu. Ve bunu yapmaktan pek rahatsızlık duyuyor gibi değillerdi. Alışmışlardı belki de bundandı, bilmiyorum. Daha fazla dayanamayıp neden diye sordum. Neden yani? Ve cevap tüm okları bana, bize, hepimize saplıyordu. Müslümanlar buraları yalnız bıraktılar. Yıllık 200 milyon turist geliyor ve bunların yalnızca 50bini Müslüman. Ve onlarda alışveriş yapmıyor, esnafa yardımcı olmuyorlar. Bu yüzden onlarda dükkanlarını kapatmamak ve geçinmek için mecburen bunları satmaya başlamışlar. Ve o günden sonrada ciddi ölçüde kar etmeye başlamışlar. Bunu gördükçe her biri bu yolu takip etmiş. Hala bu duruşu gösterebilen sayılı esnaf olsa da, çoğunluğun sattığına şahit oluyorsunuz. Ama içten içe her birinin aslında iman ve cihat anlamında taptaze olduklarını öğrenmek insanın için rahatlatıyor. Tüm bunları yine Filistin ve Filistinli Müslümanların sıhhati için seferber edeceklerini ummak da öyle.

Bu düşünceler eşliğinde çıktığımız kapı olan Pamukçular çarşısı kapısına yanaşmıştık. Rehberimiz buradan itibaren dağılabileceğimizi söylediği an kendimi hızla kapıya yürürken buldum. İleride bekleyen polisler yine canımı sıksa da, gereksiz keyifleri ve uzaktan dahi duyulan gülüşleri sebebiyle gergin değildim. Fakat sanırım o biraz ortalığı germek istiyormuş. Çünkü kapıya ulaşmak için merdivenleri çıkarken önümde bir oyana bir buyana geçerek beni oynatmaya çalıştı. Gerildiğimde gözlerimin belerdiğini biliyordum, bu aileden gelen bir özellik sanırım. Ona baktığımda bu tavrı artık oyundan çok gerginliğe dönmüştü. Arkadaki iki polis silahı daha sıkı tutmaya başladı, ilk bunu gördüm. Benim önümde oyun çeviren ise pasaport pasaport diye bağırıyordu. Havalanında aldığım  nasihatler “No English” demem yönünde olsa da, bunu yapamadım. O an ben de bir o kadar sinirliydim, çünkü türk turist olduğum her halimden belliydi. Tek derdi, onun oyununa eşlik etmemiş olmamdı. Uzaktan gördüğüm rehberimize haber gönderip konuyu çözmesini bekledim. Fakat o gelene kadar ortalık biraz harlandı. Polislerin hemen arkasında durduğundan daha önce bahsettiğim Aksa murabıtları bir sorun olduğunu anlayınca yanımıza geldiler. Onlar gelince polisler bir anda daha da ciddileşti. Murabıtlar müslümanların başına bir sorun gelmesini istemiyorlardı. Bunun birkaç sebebi vardı elbette ama o an başlarına her şey gelebileceği halde yardıma koşmaları benim için çok özel bir duyguydu. Murabıt gelip de bana pasaportu göstermemi söyleyince, çantamdan çıkardım. Bana onun bir polis olduğunu dediğini yapmam gerektiğini söylüyordu, tamam haklıydı. Ama işte zıtlaşmıştık bir kere, göstersem de pisleşecekti belliydi. Rehber gelip konuyu çözmeye çalışırken bizimkinin derdi ortaya çıktı; “Benim üstüme doğru yürüdü, beni görmezden geldi, bana bakmadı, beni ciddiye almadı bla bla bla” Rehberimiz de haliyle yanlış anladığını falan izah edip kendi pasaportunu falan da gösterip bizi içeriyi işaret etti. Bu sırada benim takıntılı polis arkadaşım kolundaki armayı göstererek “Ben polisim bana saygı duyacaksın, bana güleceksin” diye son uyarısını geçti. Ne hoş bir ego gösterisiydi ama. Kompleksli pislik. Elbette seni saymıyorum. Elbette senden nefret ediyorum. Buraya hiç yakışmıyorsun bu yüzden sana bakmıyorum. Ve tüm sakinliğimi sadece arkamızda bize bir şey yapacaklar diye korkarak bakan murabıt için koruyorum. Sakinleşeyim, korkmayayım diye gözleriyle beni teselli edişini ise asla unutmuyorum. Allah eksikliğinizi göstermesin, gücünüze güç katsın canım murabıtlar!

Akşam ve yatsı namazı

Hareme döndükten sonra önümüze iki vakit namaz vardı. Tercih yaparak akşamı Kubbettusahra’da, yatsıyı Kıble camiinde kılmaya karar verdik. Çıkışta nebi mihrabında buluşacaktık. Bu sırada bir arkadaştan, bu vakitlerde çok güzel namaz kıldıran bir imamın varlığını öğrenmiştim. Belki denk gelirim umuduyla ikisinde de kılma gayretim ondandı. Ama sanırım denk gelemedim. İsmini de pek hatırladığım söylenemez ama kıldırdığı namazı net ayırt edebiliyormuşsunuz. O akşamı öyle rahatlıkla orada geçirebilmiş olmak benim için çok kıymetliydi. Çünkü geldiğimiz andan beri tek istediğimiz buydu. Harem sınırları içerisinde özgürce her köşede tefekkür edebilmek, her köşede rahatlıkla dua edebilmek, hissedebilmek her karış toprağını. Zeytin ağaçlarının içinde yürümek, toprağında oturmak, avlusundaki taşlara acaba bu hangisi diye bakmak ve oturup usulca seyretmek tüm olan biteni. İlk defa bu fırsatın elimize geçiyor oluşunun burukluğu ama aynı zamanda hamdolsun yine de az günde bunu başarabiliyor oluşumuzun da keyfiyle geçirdim bu saatlerdi. Yatsı bitip de dağılma vakti geldiğinde ise, artık gerçekten çok yorgundum. Öyle ki grubun yol üzerinde durup tanıştığı abi ve amcalara eşlik edememiştim.

Otele geldiğimde İrem ile kendimizi hiç soluksuz yatağa attık. Aslında acıkmıştık ama yemeğe gitmektense o an dinlenmek daha iyi geliyordu. Fakat bize durmak hiç nasip olmuyordu. Pat diye kapı çaldı. Karşımda babam. Önce bir şey oldu sandım, çünkü kaç gündür değil kapıya gelmek hiç aramamıştı bile beni. Yolda izde yemekhanede falan hasret gideriyorduk. Diğer zamanlarda gruba babalık yapmakla meşguldü, ben de bundan hayli memnundum zaten. Neyse işte hemen anlatmaya başladı; yolda gelirken çok kıymetli bir ağabey ile tanıştığından ve onun vasıtasıyla cok kıymetli yerlere yardım gönderebileceğimizden bahsetti. Ve elimdeki emanetlerde kaldıysa muhakkak ona vermemiz gerektiğini söyledi. Ama benim elimde sadece Cuma vakti dağıtmak için ayırdığım çok az bir sadaka kalmıştı. Nasıl yapsak diye düşünürken, listenin en başından herkesi tekrar aradım. Bu gruptakilerden belki dördüncü belki beşinci yardım isteyişimdi. Ama yine hepsi elinden geldiğince kopup getirdi kapıya, üçler beş, beşler on oldu. Ve o amcayı o kapıdan hamdolsun elleri cepleri dolu gönderdik. Tabi mesele sadece el cep doldurmak değil, gönül doldurmaktı. Ona da bizim ihtiyacımız vardı. Bu yüzden iremle babamların yanına geçerek amcanın sohbetine kulak verdik. Biraz anlattı, biraz içlendi, biraz nasihat verdi. Ve o akşam “Daha kolumuzu kaldıracak gücümüz kalmadı” derken, yine kocaman bir güzelliğin ortağı olmuştuk. Neyse ki sonsuz kere hamd edebilecek kadar çok nimetin muhattabıydık ve bunun bir sınırı yoktu. Bu yüzden yine hamdolsundu, çok hamdolsundu!

Ve son olarak Cuma Kuran’ı yapmak için toplandığımız salonda, çıkmış ateşime ve hastalığa direnmeye çalışan bünyeme rağmen beni bir anda kendime getirip dünyanın en mutlu insanı olmaya aday hale getiren sürpriz doğum günü pastası. Hala hangi güzelin başının altından çıktı bilmediğim bu fikre yardımcı olduğu için rehberimiz ünal abiye teşekkür ederim. Çünkü pastayı biraz zor bulmuşlar. Ama bulmuşlar, ne diyeyim. Ya da ne demeliyim. Dualarımıza dualar, aminlerimize aminler eklediğimiz o cuma akşamı benim için en güzel günün en güzel sonuydu. Yarın vedalaşacak olmanın burukluğunu da herkesle tek tek sarılırken hissetmeye başlamıştım. Kudüs bizim için bir hasretti, artık bir de anılarımız üstüne eklendi duble hasret oldu.

Biz bugün yaşayarak anladık ki; Kudüs’ü kıymetli yapan yer üstünde yükselen yapılar değil, altındaki toprak parçasıdır. Ama aynı zamanda Kudüs sadece bir toprak parçası değil, müslümanın nabzının attığı ve imanını ispat edeceği yerdir. Hiçbir şey yapamayan, Kudüs’ü kalbinde sevda olarak taşımalı ve bu davaya sadık kalmalıdır. Çünkü Mescidi Aksa’nın durumu daima ümmetin aynası olmuştur. Bu yüzden müslümanlar, Mescidi Aksa’ya ve Kudüs’e sahip çıkma sorumluluğunu, kendi izzet ve değerlerine sahip çıkmak olarak algılamalılar. Zaten yeterince yıpranmış olan ümmetimizi hedef alacak tüm girişimlere karşı koymak için uyanık olmak zorundayız. Tevhidin ufuklarına yükselemiyorsak, en azından ona yaklaşmaya çalışmalıyız, ki bu imanın en zayıfıdır.
Rabbim basiretimizi genişletsin, imanımızı arttırsın, acziyetimizi azaltsın ve ümmet adına harekete geçebilmeyi nasip etsin.

Amin.

Yorum yapın