Bir önceki yazıda babam vasıtasıyla tanıştığım o kıymetli amca bize şöyle demişti; “Buradan gitmeden önce, harem-i şerifin avlusuna vardığınızda kubbetussahra’nın yani aslında kutsal kayanın etrafında şöyle bir tur atın. Havayı iyice içinize çekin. Adımlarınızı yavaş yavaş ve dua ile süsleyin. Ama –haşa- Kabe gibi ibadet niyetiyle değil, sindirmek gibi.” Avluyu sindirmek. Mescidi sindirmek. Kırgınlığı ve sevdayı sindirmek. Öyle içine çekmek ki bu anı, bir daha hiç dönmesek bile bu anı unutmayacak kadar sindirmek.
O gün her adımımı, her nefesim, her bakışımı sonmuş gibi yaşıyordum. Mesela o kapıdan son geçişimizdi. Zeytinağaçları son kez sabah rüzgarını ve müthiş kıraatı fısıldıyordu kulağımıza. Son kez merdivenleri çıkarken avlunun aydınlığı bir nur gibi vuruyordu yüzümüze. Son kez üşüyorduk Kudüs’ün sabah ayazında. Son kez bu kubbettussahra’yı neden sabahları açmıyorlar ki yav diye sinirleniyorduk. Son kez Aksa’nın yeşil kapısına doğru ilerlerken sevdayla bakıyorduk uzunca duran yolumuza. Son kez bir sabah namazı için Aksa’nın o kocaman yeşil kapısından geçecektik. Ama farklı olan şeyler de vardı. İçimizi kıpır kıpır eden farklılıklar. Mesela kapıda ilk kez sıra beklemiştik. Kalabalığın kokusu taa oraya vurmuştu. Mesela zeytinağaçları arasında izlediğimiz yolda aşina olmadığımız yüzler vardı, belki de bizdik aşina olmayan yüz ama artık bizimdi sonuçta bu avluda. Sonra kubbettusahra’nın çevresinde grup grup insanlar vardı. Aksa’ya uzanan yol dopdoluydu. Ve Kıble camiinin kocaman yeşil kapılarının tamamı açılmıştı. Hanımlar bölümü genişletilmiş. İçeri girdiğimizde ayakkabımıza yer bulamayacağız sanmıştık. Her yerden bir din kardeşi çıkıyordu. Her yerden gözleri kalabalığa pırıl pırıl bakan insanlar. Genç yaşlı her yaştan adamlar. Ve çocuklar. Canım çocuklar.
O sabah mescidi doldurabilmek için kilometrelerce gelen insanların varlığına şahit olduk. Her yaştan mücahit ve mücahideler. Saatler 04.30. Aklıma çocuklarını sabah namazına kaldırmaya kıyamayan anne babalar geldi. Ve dünyadan vakit bulup da secdeye başını koyamayan diğerleri. Bilmiyorlar diye rahatlatmaya çalışıyorum içimi, bilmiyorlar. Bir vakit namazın değerini bilmiyorlar. Bilmiyorlar mutlak kurtuluşun ilk oradan geleceğini. Bilmiyorlar Efendimiz’in, kabir azabı göreceği bildirilen bir adam için “bir vakit namaz dahi mi kılmamış?” sorusundaki merhametin mahiyetini. Bilmiyorlar çünkü bilselerdi yapmazlardı diyorum. Ama bilmiyor musunuz sahiden? Yoksa tüm bu umarsızlık bilerek mi?
Sadece kendimize karşı değil, ümmetin genç yaşlı zulüm gören her ferdine karşı vebale girdiğimizi anlatabilsem keşke. Ağır geliyor vicdanıma bu çaresizlik rolü, bu halimiz bu ahvalimiz bu umarsızlığımız zoruma gidiyor. Rabbim bizi bu noktada azabınla değil, ilminle terbiye et. Bize merhamet et ve içimize iman selameti ver. Ümmete ibadet şuuru nasip et. Namazsız nesillerden, namazsız nesil yetiştiren annelerden olmaktan bizleri muhafaza et. Ümmete karşı sorumluluğunu unutanlardan olmaktan koru. Ümmetin yanında dimdik duramadığımız anların hesabını kolaylaştır. Göğsümüzü genişlet. Ferasetimizi arttır. Uyuyan cihat ruhumuzu uyandır. Gücümüze güç kat. Aksa’yı hür eyle, özgür eyle. Ümmet-i Muhammed’i bir eyle, diri eyle, bize kutlu fetih nasip eyle.
O sabah namazı çıkışında bir anda yanıma gruptan kızlar gelip “Ayşe teyzeyi gördün mü?” dediler. Ayşe teyze? Anlamadığımı anlayıp tamamladılar hemen cümleyi “Yahudilere tek başına direnip evini satmayan teyze vardı ya hani?” Aaah o Ayşe teyze! Mücahide Ayşe teyze. Yürekli Ayşe teyze. Elleri öpülesi Ayşe teyze. Koşup hemen vardım yanına. Yerde oturuyordu, çevresini hanımlar sarmıştı. Etrafına toplanmış her yüze, her göze bakmaya çalışır gibi bir hali vardı. Ama nasıl güzeldi bir görseniz, pırıl pırıl parlıyordu yüzü. Hele gözleri, bir ömür umuttan umudunu kesmemeyi sana öğretecek kadar anlamlı bakıyordu. Eğildim, elini öptüm. Konuşan hanımlardan biri dedi ki “Sizi gördüğü için çok seviniyormuş, kendini güçlü hissediyormuş. Siz böyle ona destek verdiğiniz sürece evini asla o kafirlere kaptırmayacakmış” Heyt be Ayşe teyzem. Yürekli Ayşe teyzem. Birkaç saniye elini tutuşumuzdan gözüne bakışımızdan bile bu gücü alabilen imanına kuvvet. Allah razı olsun senden! Ümmete umut ve güç olan varlığından, onurlu duruşunlar, asla taviz vermeyişinden Allah çokça razı olsun.
Sabah namazından sonra otele dönerken diğer günlerden farklı olarak tüm dükkanların kapalı olduğunu gördük. Normalde avlu boş, yollar dolu dükkanlar açılmış olurdu. Şimdi tam tersi. Avlu dolu, yollar boş, dükkanlar kapı duvar. Çünkü bugün ibadet günü! Biz hayata ve dünyaya kapılıp gitmiş Müslümanlar bunu pek anlamıyoruz. Haftasonu tabusu koydular önümüze, Cuma günü de köle gibi çalışıp koşturup duruyoruz. Oysa ki bugün üzerine hadisler ayetler olan mübarek gün! Oysa ki Cuma müminin refahı, kurtuluşu, bayramı!
Kadim-i Aksa
Aksa Camii’nin giriş kapısının hemen solunda aşağıya merdivenler iniyor, normal günlerde kapalı olan bu merdivenler sizi kadim-i aksa mescidine uzandırıyor. Hani ilk yazıda Aksa Camii’nin içerisindeki mescitlerden bahsetmiştik ya, bu da aslında kısmen onlardan biri. Normal zamanlarda kapanıp Cuma günleri açılıyor olmasının sebebi de cemaatsizlik. Yani zaten normal günde Aksa camiinin zor doluyor olması kadimi aksa ve mervan mescidinin kapalı olmasına sebep oluyor. Haliyle bunları ziyaret etmek için mecburen Cuma gününü beklemeniz gerekiyor. İçeri girdiğinizde müthiş bir kokuyla karşılaşıyorsunuz. Daha önce hiçbir yerde aldığım kokuya benzemiyordu bu. Misk gibi, gül gibi, yumoş gibi. Bu kokular eşliğinde mescidin içinde uzun bir koridor yürüdükten sonra birkaç merdiven daha iniyorsunuz ve karşınıza Süleyman as’ın cinlere taşıttığı kocaman taşlar çıkıyor. Bunlar taş diye geçiyor olsa da, büyüklükleri sütun diyebileceğimiz boyutlarda. Gerçekten bir insanın tek başına taşıması asla mümkün olmayan, değil tek başına bir şehir insan toplansa yine altından kalkılmayacak boyutlarda olan bu taşlar insanı hayrete düşürüyor. Taşların arasından geçerek bir küçük odacığa ulaşıyorsunuz, burada bir kuyu var. Buralarda zeytinyağı biriktirip, her türlü ihtiyaçta kullanılmasını sağlıyorlarmış.
Bununla ilgili olarak Meymune validemizin bir de şöyle bir rivayeti var biliyorsunuz ki;
Kendisi Mescdi-i Aksa’ya çok gitmek isteyince Efendimiz ona “Gidemiyorsan, kandillerini yakmaları için onlara zeytinyağı gönder” buyuruyor. O günlerden gelen kilometreler arası bir infaklaşmadır bu. Ümmet için bir yol haritasıdır. Gidemiyorsun bari kandillerini yakacak bir şeyler gönder demenin vesikasıdır.
Mervan Mescidi
Kadim-i Aksa çıkıp biraz ilerlediğimizdebu sefer Mervan Mescidinin kapısına varıyoruz. Yahudiler burayı vaktiyle mahvetmişler, çöplük haline getirip her yanını kapatmışlar. Açılması henüz birkaç yıl evvele dayanıyor, Allah onlardan razı olsun bu işi Raid Salah ve talabeleri birlikte hallediyorlar. Büyük çabalarla buranın tekrar mescitleşmesi için uğraşıyorlar, hatta rehberimizin anlattığına göre bu izni veren İsrail sorumlusu “hayatımdaki en büyük hatadır” diyormuş. Ama zaten burası çöplük gibi bir hale sokulduğu için muhtemeldir ki o an öyle hissetmemişti. Biliyorsunuz bunu daha önce bir de Hz.Ömer şehiri keşfetmeye çalışırken yapmışlardı. Ona sürekli Mescid-i Aksa burası diye farklı yerler gösteriyorlardı. Ve en sonunda Hz.Ömer mescidi aksa burasıdır dediği yerde, yığınla çöpler vardı. Yine aynı hikaye. Yine aynı rezalet. İçeri girdiğinizde çok uzun koridorlardan dolaşarak geniş bir avluya varıyorsunuz. Tavanlar o kadar yüksek ve sütunlar öyle kalın ki, farklı bir yer olduğu ilk bakışta anlaşılıyor. Sonra rehberimiz anlatıyor; Burası eskiden ahırdı ve sütunların diplerindeki delikimsi yerlere bağlanırlardı. Sonra Abdulmelik bin mervan burayı mescit haline getirdi. Bu yüzden de adı Mervan mescidi. Ve geniş mescit görüntüsünün hemen sol tarafında bir merdiven çıkıyor, burada Hz.Meryem’in anısına yaptırılmış küçük bir odacık karşınıza çıkıyor. Cuma namazı öncesi 2 rekat namaz da burada kılıyoruz.
Bu arada vaktiyle Mervan Mescidi’nin taşların tamir edilmesi, blok taşlarının yerleşmesi lazım olmuş ama İsrailliler sokmamışlar taşları içeri. Sonra bir Cuma namazının çıkışında imam herkese yerinde kalmasını söylemiş. Ardından usul usul, elden ele, askerlere hissettirmeden mescidin içine taşımışlar taşları. Koca koca blok taşları binlerce kişi yanyana durarak taşıyor düşünebiliyor musunuz? Vinçlerin yapamadığını yapıyorlar, müthiş bir olay. Ama işte böyle hikayelerle dolu buralar. Bunun için Kudüs eninde sonunda manevi kimliğine kavuşacaktır, bundan hiç şüphemiz yok. Sadece bu taşların hikayesi bile bu mucizeye inanmak için yetmez mi?
Mescitten çıktıktan sonra hayır sahibi birinin çay ikramına denk geliyoruz. Naneli müthiş bir çay. Üstelik yanında da gevrekler. Biz tüm avluyu dönüp Cuma için yerimize dönerken bile onlar hala orada ikrama devam ediyorlardı. Gerçekten ne de güzel bir hayırdı, Cuma günü için kilometreler aşarak gelen Müslümanlara böyle ikramlar yapmak.
Kralın ve Oğlunun mezarı
Avluyu dolaşırken birçok halvethane ve medrese gördük. Bunları tek tek anlatmam pek mümkün değil, anlatmaya kalkarsam da inanmayın zaten çünkü hepsi birbirine benziyor. Bakarken bile hangisi hangisi ayırt edememiştim. Belli başlı şeylere yoğunlaşmıştım birisi de başlığından da anlaşılacağı üzere ilki bir Kral ve oğlunun kabri. Burayı hevesle kime ait diye sorsak da, sonradan hain ve vatanını satan bir krala ait olması hasebiyle fatihamızı esirgeyerek yanından ayrıldık.
Aksa koruyucularının mezarları
Ve hemen birkaç duvar ilerisinde yanlış hatırlamıyorsam Filitsinli Hüseyni ailesine ait mezarlar. Bunlar Aksa’nın koruyuculuğunu yapmış ve bu uğurda can vermiş kahramanlar. Yani bir öncekinden nasıl transit geçmek istiyorsak, burada da öylece kalıp Fatiha okumak istiyoruz. Hani adam oğluna demişti ya “Kral olmuşsun ama adam olamamışsın” Hakikaten o hesap.
Kimine Allah kurtuluş vesilesi olsun diye ne imkanlar veriyor, o gidip vatanını satıp ihanet edip daha çoğuna göz dikiyor ve nimeti azap sebebi oluyor. Kimine de hiç imkan vermiyor ama onun imkanı imanı oluyor ve var gücüyle çalışıp harem-i şerife gömülecek kadar iş başarıyor. Üstüne bir de asırlarca gelip gidecek olan tüm Müslümanların duasına mazhar oluyor. Büyük nasip. Büyük şeref.
Burak Mescidi
Daha sonra birkaç adım ötede polisler göründü. Avlu içerisinde alışık olmadığımız bir görüntüydü bu. Genelde kapılarda oldukları için şaşırmıştık. Sonra bir baktık ki Burak Mescidinin kapısında bekliyorlarmış. Ne alaka biz de anlamadık ama çok da umursamadık varlıklarını. Neyse ki bu sefer kimse çevirip polisçilik oynamaya kalkmadı. Burak Mescidine dik merdivenlerden inerek ulaştık. Hemen merdiven bitiminde sorumlusu olan ailenin ferdi karşıladı bizi. Tek tek güldü hepimizin gözlerinin içine.
Adından da anlayacağınız üzere, burası Efendimiz’in Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya ilk geldiği ve miraca çıkarken bineğini bağladığı yer burası. Yani burası Miraç yolculuğunun başlangıç noktası. Burada bineğini bırakıp avluya doğru uzanan yolu takip ediyor. Buranın hemen duvarının arkası ise Yahudilerin ağlama duvarı dedikleri alan. Hani demiştik ya, orası bizim nazarımızda yalnzca Aksa’nın bir duvarı, işte o duvar bu duvar. İçerisi maksimum 40 kişinin birlikte cemaat olabileceği büyüklükte. Gönül isterdi ki her köşesinde namaz kılmak nasip olsun ama, hanımlar olarak bize düşen arka kısımda iki rekat kılıp vedalaşmak nasip oldu.
Çıktıktan sonra yine uzunca bir süre avludaki sebilleri kuyuları dolaştık. Her köşesini gezdiğimiz ama asla sırrına tam anlamıyla vakıf olamayacağımız bu avluda duyacağımız son ezanı bekliyorduk artık. O sırada Cuma hutbesi başladı. Anlamıyorduk. Maalesef ki anlamıyorduk. İşte bu orada kendimi en aciz hissettiğim anlardan biriydi.
Cuma Vakti ve Cuma namazı
Yine de tüm o kırgınlığımı kenara bırakıp harem-i şerif içerisindeki son saatimi rahmetin üzerime olacağı bir şekilde geçirmek istiyordum. Ziyaretler bittikten sonra dağıldık. Kimisi abdeste, kimisi avluya, kimisi de kubbettusahra’nın içine saf tutmaya geçti. Biz de elimizde kalan son hediyeleri hazırlamak için bir köşe bulduk kendimize. Önce kızlara ve erkeklere olmak üzere hepsini ayırdık. Sonra hepimiz her iki grubada verebileceğimiz hediyeleri paylaştık. Sonra balonları şişirmeye başladık nefesimiz yettiğince. Her şişen balon sanki bizi göklere uçuruyordu gibiydi. Balonların sayısı arttıkça, avlu rengarenk görünmeye başladı gözümüzde. Etrafımızdaki çocuklar bize bakıyorlardı. Teyzeler ve amcalar da öyle. Birazdan hepsini dağıtmaya başlayacağımız için aşırı heyecanlıydık ve bismillah diyerek ilk gözümüze kestirdiğimiz çocuğa yanaştık.
Çok çekingendi ve çok utangaç. Namaz kılan annesinin gözlerine bakabilmek için bekliyordu. O sırada selam veren annesi nerelisiniz diye sordu, Türk dedik büyük bir gururla. Ve ooo Türk diyerek kabul edebileceğini belirtti hediyeleri. Şükran Şükran diye anlaşabildiğimiz kadarıyla sevdik birbirimizi. Türk deyişimizin güven vermesine sevinerek ayrıldık oradan.
Sonra yavaş yavaş acemiliğimizi attık ve birbirimizden ayrıldık. Her birimiz çocuk avına çıkmış gibiydik. O sırada bir şeyler dağıttığımızı gören teyzelerde geliyordu yanımıza. Kimseyi boş çevirmemeye çalışıyorduk kendimizce. Sonra bir aile kestirdim gözüme uzaktan… Yaklaşınca az biraz Türkçe bildiğine şahit oldum. Siz bizi unutmadınız? Diye soru gözlerimin içine dikip gözlerini. Çok istedim o dolu dolu “Unutmadık!” diyebilmeyi. Ama heceleye heceleye çıktı her harf ağzımdan. Yine de kızmıyordu karşımdaki gözler bana. Dudakları gülümseye çeviriliyordu her kelimeden sonra. Her hafta bir türk kafile gördüğüne emindim ama yine ve yeniden duymak istiyordu o “Türkler sizi unutmadı, kardeşleriniz sizi unutmadı” sözlerini. Sırf duymak iyi gelir umuduyla söyledim ben de. Yalan söylemiyor olmayı umarak söyledim. Rabbim dedim, bu sözüme sadık kalabilmem için unutturma. Sadık kalabilmem için unutturma.
Tüm işlerim bitince kendime bir köşe bulup uzaktan baktım altın kubbeye ve dolup taşan avluya. Aksa’ya inen merdivenler bile safa durmaya hazırdı. Her yer bayram yeri gibiydi. Müslümanlar adeta coşkuyla varlıklarını ispat ediyorlardı. Her gün böyle olsa ya! dedim içimden. Her gün böyle olsa, ne de güzel bir güç gösterisi olur. Yine de belki yetiyordur o korkak İsraillilerin kalplerine korku salmaya bu varlığımızda. Yine de belki şu yükselen hutbe sesi biraz olsun buranın asıl sahibini hissettiriyordur onlara. Ama işin eni sonu 60 küsür yıldır süre gelen bir işgalden bahsediyoruz. 60 küsür yıldır insanların her gün buraya gelmesi hem meşakket, hem külfet, hem maddi hem manevi zorluk. Yakınlarda oturanlar zaten gelmeye gayret ediyorlar. Uzaklarda oturanların ise zaten şehire girişi çıkışı bile sorunlu. Üstelik her şey Filistinliler için ateş pahası. Buna rağmen her gün gelemeseler bile Allah razı olsun ki her Cuma gelmeye gayret ediyorlar.60 yıldır. Hiç pes etmeden her Cuma, hepimizin yerine nöbete gidiyorlar. Bizim hep birlikte sahip çıkmamız gereken o yeri, tek başlarına, üç kuruş geçimleriyle sürdürmeye çalışıyorlar. Vay ki bizim halimize ne vay!
Bu yüzden bilmek lazım ki; Kudüs, dünyanın kalbinin attığı yerdir. Kudüs’e gittiğinde coğrafyanın sınırlarını aşan, dünyayı göklere bağlayan vuslatlara Burak olan istasyonlardan birisi olduğunu hissedersin, anlarsın. Yerden göklere yükselişi simgeler. Küfrün karşısında tek vücut olmayı, bir olmayı öğretir. Kudüs sonra senin ne olduğunu, dünyaya geliş nedenini hatırlatır. On binlerce nebinin içtima noktasıdır. Sahabelerin ufku olarak durur karşımızda. Bütün gözlerin takılı kaldığı, kendisinde hak iddia ettikleri ve bunun için her türlü yol ve yöntemi kullanarak ele almaya çalıştıkları merkezin merkezidir. Lakin Kudüs İslam’ındır, İslam’ın şiarıdır. Bütün ezilmişliğine, yok edilmek için kuşatılmışlığına rağmen cihadın en aktif noktası olarak kalacaktır.
Kudüs namazın seccadesidir. Yüreklerden namaz silinmedikçe Kudüs silinemez. Mü’minin kalbinin, nabzının attığı üç noktadan biridir. Neden Selahaddinlerin yetiştirilmesi gerektiğini hatırlatır. O dindir, imandır, davadır, heyecandır, şiardır, ölçüdür. Kudüs tıpkı bir aynadır, onun duvarlarına bakarak anlarız ahvalimizi. Samimiyettir Kudüs, dün ile bugünümün kıyasıdır. Ümmet olmak veya olamamaktır. İçerisinde öfkeler barındıran, umutlar doldurandır. Efendimiz aleyhisselam’ı umutları ile karşılayan, vuslatına burak olandır. Yürürken, otururken, yatarken, konuşurken, alnımızın ve kalbimizin merkezinin içerisinde oturan mekândır Kudüs.
Kendine özel bir duruşu vardır. Yenilgiyi asla kabul etmez, umutla bekler hür olmayı. Çünkü buna iman etmiştir. Kudüs imandır. İmanı Kudüs olmayanın onu bir şehir zannetmekten başka hiçbir kazancı olamaz. “Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin.” ayetinin yaşandığı ve yaşattığı mekândır. Efendimiz aleyhisselam’dan bize kalan vefadır, samimiyettir. Kendimizdeki samimiyeti ölçmemiz için tartıların en hakikatlisidir.
Ve Kudüs, vedalaşması en zor şehirlerden biridir. Hatta belki de ilkidir. Tüm o kırgın havayı, buruk rüzgarları, ezilmiş bakışları, susturulmuş sesleri, bastırılmış güçleri, söndürülmeye çalışan rahmeti geride bırakıp gelmek şu dünyada yaşayabileceğim en büyük hasrettir belki. Hani diyorlar ya; “Kudüs’e bir kere gidilir, ondan sonrakiler hep dönüştür.” Gerçekten öyle. Kudüs’ü ancak yaşayan ve gören biri kendisine hakkaniyetle dava edinebilir. Çünkü orası anlatmakla değil solumakla yaşanacak bir topraktır. Hiçbir kelime geldiğim günden beri içimde kopan fırtınaları anlatmaya yetmiyor. Onları arkada bırakıp gelmiş olmak boynumda her an beni sıkmayı kollayan bir düğüm gibi. Ümmet adına iyi bir şeyler gördüğüm an “Hadi bir de Filistin için be!” demekten ciğerim soluyor. Bir umut ışığına tutunuyorum, ayşe teyzenin gözlerinden gelen, Türk’e inanan kadından gelen, çocuklardan gelen o umuda. Yoksa Allah biliyor ya içimden ne kendime güvenesim geliyor, ne de dünyaya saldırmış diğer insanlara.
Yafa
Ve işte ayrıldık eski şehirden. Kırgınlıkları geride bırakarak ayrıldık sanıyorlar ama üstümüze aldık. Gözümüzün önünde tutacağız orada yaşadığımız her sahneyi. Öyle ki yol boyunca otobüste dahi fotoğraflara bakıp bakıp “Ne yani şimdi bitti mi?” diye sorduk birbirimize. Son bir uğrak noktamız kalmıştı tur içinde. Yafa. Osmanlının liman kenti. Şimdilerde ise israil’in İzmir’i. Şehire girer girmez kendinizi bir Avrupa ülkesinde sanmanız mümkün. Zaten İslamiyet’e ait son çırpınışlar şehirde. Yine de ziyaret edecek, yalnız olmadıklarını göstermemiz gerekecek birkaç yer var işte.
Mahmudiye Medresesi
İlk durak Mahmudiye Medresesi. Girişindeki oyma kapının gösterişi ve içeride bizi selamlayan şanlı Türk bayrağı ve devamında bizi kucaklayan koca avlu ve son olarak hanımlara önem vermenin eseri olan hanımlar bölümü. Adeta bir saray bahçesine girer gibi giriyorsunuz hanımlara bölümüne geçerken.
Sonra abdesthaneler ve mescit var, evet onlar biraz düz kalıyor bu girişin yanında ama olsun. Şuan düşününce hikayesini pek dinlemediğimi hatırlıyorum. Çünkü o sırada duvardaki ay yıldızı incelemekle meşguldüm. Tek bildiğim buraya adını veren kişinin Mahmut Paşa olduğu ve buranın Yahudilere rağmen hala ayakta kalabilmiş sayılı camilerden olduğu. Çünkü Yahudiler Yafa’da o kadar artmışlar ki, artık bir elin parmakları kadar camii ezan okuyabiliyormuş. Elhamdulillah ki Mahmudiye bugün hala 2-3 sokağı inletebilecek gürlükte ezan okuyor ve cemaati de mevcut fakat her camii onun kadar şanslı olmamış maalesef.
Abdulhamit Saat Kulesi
Medreseden sonra ana yola dönerek saat kulesiyle tanışıyoruz. Abdulhamit’in tahta çıkışının 25.yılını simgeleyen bir anıt aslında bu. Hatta bir tane de eski şehire yapılmış ama şehrin silüetini bozuyor bahenesiyle yıkmışlar Yahudiler. Bir de bize burada fotoğraf çektirmeyeni dövüyoruz dediler.
Sahil Camii
Daha sonra geldiğimiz yolu daha uzun bir şekilde geri dönerek biraz yürüyoruz. Önce karşımıza top atışlarının yapıldığını düşündüğümüz bir alan çıkıyor. Sonra oradan şehire şöyle bir dönüp bakıyoruz. Deniz be! Lut gölünden sonra gördüğümüz ilk deniz. Rahmet vesikası gibi pırıl pırıl. Sokak üstündeki müzik yapan insanları ve bizi garipseyen garipsemeyen insanları izliyoruz. Bazıları hala alışamamış sanırım ziyaretlere, tahammülsüzlüklerinden bunu anlıyoruz. Neyse ki umrumuzda değil de, çok takılmıyoruz. Son ulaştığımız tepelikten Sahil camii gözüküyor. Akşam namazı için orada cemaat olmayı istesek de rehberimiz bunun mümkün olmayacağını söyleyerek bizi tekrar mahmudiyeye götürüyor. Camiiye dönen yola geldiğimizde arkada kalanları yönlendirmek için bir köşe buluyorum kendime. Burada beklerken Büşra geliyor ve geçen hafta buraya gelen bir arkadaşının ziyaret ettiği camiiden bahsediyor. Yahudilerin binbir şikayetle hatta operasyonla ezanını susturduğu ve şimdilerde doğru düzgün bir cemaati olmadığını, hatta sırf bu yüzden görevlilerin her gün bedava çay kahve ikramı yaparak insanları buraya çekmeye çalıştığını söylüyor. Gidelim diyorum, rehberimiz bilmiyormuş diyor. Soralım diyorum, bulur muyuz ki diyor. Bir deneyelim diye internet çeken sokağa gidiyoruz hızla. Büşra arkadaşıyla konuşup adrese ulaşmaya çalışıyor. Bir şekilde ısrarcı olursak bunu yapabileceğimizi düşünüyorum o an. Sonra usulca akşam namazı için gruba katılmaya dönüyoruz.
Hasan Bey Camii
Servise bindiğimizde ise bir şekilde rehberi ikna etme yollarını arıyorum. Yol üzerinden geçerken göstereceğini söylüyor ama amacımız aslında unutulmadıklarını göstermek ve biraz da sadaka bırakmak. O sırada aklıma üzerimde kalan son emanet para geliyor. Güya Yafa’da dağıtmak için ayırmıştım son birkaç doları. Ama hiç aklıma gelmemişti, çünkü öyle bir görüntü çıkmamıştı karşıma. Fakat bu camiinin adı geçtiği an aklıma gelen o parayı o camiiye bırakmalıydım. Nasıl yaptık nasıl ettik bilmiyorum ama son dakika iknasıyla Ünal abiyi biraz sinir ederek de olsa indirmeyi başardık. Hızla gidip camiide 2 rekat namaz kılıp, üzülerek yatsıyı beklemeyip son sadakalarımızı üstümüzde kalan son paralarını da buraya bırakıp ayrılıyoruz.
Camiye girdiğimiz an üzerimize dikilen mutlu gözleri ve çıkarken teşekkür edercesine bakan minnetli gözleri aklımıza kazıyarak. Ve gelenleri muhakkak rehberlerine buraya hatırlatmasını rica ederek anlatıyorum size bunları. Çünkü onlar kendilerini artık komple yalnız hisseden gruptalar. Ne olur diyorlar, ne olur gelenlere söyleyin bizi de görsünler. Bizi de unutmasınlar. Ve sonra bir arkadaşımızın internette tarihçesini araştırmasıyla güzel bir tevafuk karşılıyor bizi. Osmanlı’nın Filistin’de bıraktığı son eseriymiş bu camii. Ve bizim de son durağımız. Elhamd.
*
Yafa’dan ayrılmak haliyle Kudüs’ten ayrılmak kadar zor değildi. Bu yüzden camiiden sonra geçirdiğimiz 10 dakikalık otobüs yolculuğunda yorgunluk dışında pek hissimiz yoktu. Bu sırada rehberimiz havalimanında olası ihtimaller hakkında bilgilendirme yaptı. İlk önce otobüsümüz girişte kontrolden geçti. Sonra havalimanına girerken xraylarden geçtik. İlk kontrol noktasına ulaştığımızda aynı gelirken olduğu gibi aileler öne alındı. Ve bu sefer farklı birkaç soru cevaplamak zorundaydık. Görevli önce İngilizce bilip bilmediğimizi sordu ve daha sonra bir ekran açarak soruları cevaplamamızı istedi. Anket gibi bir şey ama aslında tamamen prosedür olduğunu sorulardan anlıyorsunuz. Çünkü şöyle diyor; “Kimseden şüpheli bir paket aldınız mı?” “Buraya bir zarf getirdiniz mi? Götürüyor musunuz?” “Çantanızda silah var mı?” bla bla bla. Random halde karşınıza çıkabilecek bu tip saçma sorular var. Bunlara evet ya da hayır diyerek checkin noktasına ulaşıyor ve bavullarınızı teslim ediyorsunuz. Bu teslimde sonra pasaport konrol noktasına ulaşıyorsunuz. Fakat bu sefer gişe sırası beklemek yerine yerleştirilmiş makinalara pasaportunuzu okutup, yine size girişte verdikleri gibi bir geçici kimlik vermelerini bekliyorsunuz. Pasaportunuzu okuttuktan birkaç dakika sonra üzerinde barkod olan küçük bir geçiş kimliğiniz oluyor. Bu kimliklerin belirli bir süresi var, vakti dolana kadar geçiş noktasından geçmek zorundasınız. Bu yüzden hızla geçiş bölgelerine yöneliyoruz. Tüm bunlar olurken grup biraz dağınık hareket ediyor ama sıkıntı yok, artık herkes birbirine sahip çıkıyor durumda. Ve son bir kontrol noktasından geçmek kalıyor geriye. En önde ilerlediğim için ve buranın önemli bir geçiş noktası olduğunu bilmediğim için ilk ben geçiyorum. Küçük bir çantam olduğu için mi bilmiyorum zerre aranmadan hatta dönüp bakılmadan geçiyorum kapıdan. Arkamdan Lale ve İrem geliyor. Ve sanki beni görmezden gelen görevliler onlar değilmiş gibi bir anda ikisini arkaya çekmeye karar veriyorlar.
Ve sonradan haberimiz olan 2 kişiyi daha bu şekilde arkaya çekmişler. Bunun amacı da grup kontrolü. Bu sorgulamayı bir rehbere bir de gruptan birkaç kişiye yapıyorlarmış. Cevaplar eşleşecek mi diyerek. Yani bunu da genel bir prosedür olarak düşünebilirsiniz. Bu yüzden ola ki başınıza gelirse endişelenmeyin, gerilmeyin, sinirlenmeyin. Çünkü bizim gruptan 4 kişiyi kenara alıp, ilk ikisini 10 dakika içerisinde, diğer ikisini de 25 dakika içerisinde bıraktılar. Birini öyle oturtmuşlar, diğerine ne yaptınız nereleri gezdiniz kaç kişi geldiniz kaç kişi dönüyorsunuz diye sormuşlar, diğerine biraz daha ayrıntılı davranıp çantasını aramış ve hurmalarının içine bakmak istemişler bla bla bla. Özetle hepsi uçuş sırasında yerinde oturuyordu ve hiçbir sıkıntı çıkmamıştı. Hamdolsun.
İşte böyle geçip gitti 4 koca gün. Acısıyla, tatlısıyla, hüznüyle, keyfiyle, neşesiyle, dostluğuyla, yoldaşlığı ve kardeşliğiyle. Benim için ilk anından son anına kadar her biri apayrı lezzetli ve anlamlıydı. Özellikle havalimanında bavulları beklerken tek tek sarılmak, vedalaşmak, hasretleşmek falan öyle duygulandım öyle acayip hissettim ki. Sanki hiç ayrılmamamız gerekiyormuş da biz yalnız bir şeyler yapıyormuşuz gibiydi. Ama biliyordum ki bu hiçbirimiz için son değildi, bundan sonra muhabbetimiz sevgimiz baki kalacaktı. Çünkü umre dostlukları nasıl kıymetliyse, Kudüs dostlukları da öyle olmalıydı.
Son olarak unutmayalım ki; Biz Kudüs’e sahip çıkmasak da Kudüs bir gün zaferine ve özgürlüğüne kavuşacaktır. Bu Allah’ın vaadi ve Rasulullah’ın müjdesidir. Ama eğer biz Kudüs ve Mescid-i Aksa davası ile zafere ulaşamazsak başka hiçbir dava ile bu zafere ulaşamaycağız.
Kudüs yıllardır gözümüzün önündeydi, şimdi artık gönlümüzde. İnşallah yine buluşacağız, inşallah özgür Kudüste!