O gece hissettiğim duyguların aynısını umrede de yaşamıştım. Yatarken sabah uyanamayacağımdan korkmuştum, sabah uyanınca havalimanına giderken kaza geçirmekten ya da uçağı kaçırmakta. Uçağa binince inememekten korkmuştum, inince harem-i şerif’e varamamaktan. Ne zaman ki avluya adım atmış da dünya gözüyle görmüştüm mabedimi o zaman ferahlamıştı gönlüm. Ve işte aradan 4 yıl geçmişken, başka bir harem-i şerifin heyecanıyla çarpıyordu kalbim. Bu tanıdık duyguyu hem çok özlemiştim, hem de bu duyguya daha hazırlıklı oluşumdaki büyümeye şaşkındım. Kendi korkuları kendim bastırmış, tüm gece kendimi sakinleştirmeyi başarmıştım. Öyle ki havalimanına vardığımdan dışardan bakıldığından en heyecansız görünen kişi ben bile olabilirdim.
Saat 10.00’da check-in sırasında buluşacaktık havalimanında, whatsapp grubumuzda herkes erkenden uyanmış ve erkenden yollara dökülmüştü. Benim ise o saatlerde başka bir derdim vardı; BANKALAR! Götürmek için toparladığımız yardımlar hesaptaydı, hesaptan çekilebilecek bir bankamatik sınırı vardı ve tüm banka 9’da açılıyordu ve benim o saatte havalimanı sınırlarında olup geleni gideni yönlendirmem gerekiyordu. Neyse ki imdadıma Tuğba abla yetişti, erkenden havalimanına gittiği için hemen parayı ona havale edip nakit haline getirebildik. Yani o sabah, tanıdığım tüm o endişelere ek olarak; “Ya bu parayı çekemezsem, ya dolara çeviremezsem, ya emanetleri sahiplerine ulaştıramazsam” korkularıyla uğraşmam gerekmişti. Kendimle ilgili meseleleri bastırabilsem de, insanların sorumluluğunu aldığım konularda hala büyümem gerekiyordu.
Neyse ki havalimanına vardığımda böyle bir sorun kalmamıştı ve tüm yardım parası nakit bir şekilde çantamda yerine ulaşmak için bekliyordu. Sonra birer birer yol arkadaşlarım gelmeye başladı. Kimiyle ilk defa tanışıyorduk, kimiyle buluşmalardan sarılmışlığımız vardı. Kimini de hiç tanımıyorduk belki ama sanki yıllardır tanıyormuş gibi anlamıştık. Tüm havalimanı prosedürlerini geride bırakarak son kapıya ulaştığımızda artık İsrail hükümeti ve askerleri konusundaki tüm derslerimizi biliyorduk. Tersleşmek yok, kötü bakmak yok, taşkınlık yok. Ne sorarlarsa sorsunlar “İngilizce bilmiyorum” deyip geçeceğiz. Hatta bunu anlatmazsam içimde kalır, hemen anlatayım. Şimdi havalimanında bekliyoruz kızlardan biri dedi ki “İngilizce bilmiyorum nasıl deniyor”, biri de cevap verdi işte “ I dont speak english” diyebilirsin. Sonra arkadan en zekimiz çıktı ve şöyle söyledi; “Heee, öyle deyine polis “cidden bilmiyormuşsun” deyip sizi sorguya alsın. No English diyceksiniz no engilish. Ne derlerse no diyeceksiniz nooo”
Tabi işte yaşarken komik olup anlatınca komik olmayan şeylerin varlığını hepimiz kabul ettiğimiz için bunu anlatmış olmamda bir beis yoktur diye umuyorum. Çünkü ben her okuduğumda o sahneyi ve kişileri hatırlayıp yerlere yatarak gülmek suretiyle eğleneceğim.
Artık yavaştan uçağımıza yerleşmiştik, TK bilmem kaç nolu İsrail-Telaviv uçağına binerken bile dilimizde “İnşallah Filistin uçuşu yapacağımız günlere” duası vardı. 2.30 saat süren yolculuk süresinde ilk bir saati, öğle namazı yetişir mi yetişmez mi? Şimdi mi kılsak? İnince mi kılarız? İnince fırsat olur mu? Havada kılsak sorun olur mu? Yönümüz doğru mu? Şeklindeki sorularla geçirdik. Aranızda merak eden olursa diye burada da cevap verelim; “Aramızda 1 saat fark olduğu için ve öğle ezanda biz uçağa binerken okunduğu için ve uçuşumuz da 2.30 saat süreceği için havada kılmak durumundaydık. Kıblemiz oturduğumuz gibiydi. Ve dileyenlerde inince tekrar iade edeceklerdi. Bunun dışında cem etmek yolunu izleyenlerde olduğu ama çoğunluk Hanefi olduğu için ilk yol daha baskındı.”
Uçaktan indikten hemen sonra İbranice yazılarla karşılaşmak çok eğlenceli gelse de, ilerledikçe acaba bir çeviren eden olacak mı diye düşünüp sessizleşti grup. Pasaport kontrolleri böyle küçücük odacıklarda yapılıyor, tam olarak bizimkilere benzemeseler de işte standart geçiş noktaları. Kimine daha önceki vizeleriyle ilgili sorular soruluyor, kimine ise hiç soru sorulmuyor. Tamamen şans kime vurursa hesabıyla işliyor orada işler. Daha önce nerede yazdığımı hatırlamıyorum ama bir yerde yine bahsetmiştim bu konudan, şöyle ki; pasaport geçişleri sırasında ailenizle olmanız çok avantajı oluyor. Hatta bizim rehberimiz önden aileleri gönderdi ki, turist anlamında güven taşıyor sanırım. Tek olanlara soru sorma ihtimalleri daha yüksek oluyormuş. Bir de şöyle çok saçma bir sıkıntı var, mesela ailenlesin ama ayrı pasaport noktasından geçiş yapıyorsun o zaman geç kenara. Neden, niye nasıl diye bir şey zaten pek mümkün değil. GÜVENLİK ÖNLEMİ. Bu İsrail sınırları içerisinde duyabileceğiniz en saçma şeylerin bile kılıfı olan en genel başlıktı. Çok da şaapmamak lazım.
İşte bizim de böyle oldu, Hatice hanım ve eşi görevlinin yönlendirmesi yüzünden ayrı noktalara geçmişler. Daha sonra aile oldukları anlaşılınca eşine birkaç soru yöneltilmiş. Sonra da daha önceden İran’a giriş çıkış yapıldığı görülünce 1 saatten biraz fazla sorguda beklettiler. Biz de o sırada havalimanının internetinden baya faydalandık. Sonra ikindi namazı geçiyordu diye kendimize bir mescit alanı oluşturduk. Kipalarla gezen yüzlerce insana rağmen, burada cemaat olmak, saf tutmak garip bir duyguydu. İslam’ı ve islam’ın güzelliklerini elbette başkalarının azgınlığını arttırmak için değil kendi imanımızı arttırmak ve ahiretimizi güzelleştirmek için kullanıyoruz ama diğer yandan içten içe hissedilen bu gururumsu duyguyu da görmezden gelemezdim.
Biraz sonra içeriden haber geldi ve Hatice hanımlara kavuştuk. Geldiklerinde biraz korkmuşlardı ama sonraki günlere onlarda biz de anladık ki, yapabilecekleri en fazla şey buydu. Bu yüzden canları istedikçe yapıyorlardı. Hatta yaptıklarında bile yapabildikleri tek şey öylesine sorular sormaktı. Soruların bile pek önemi yoktu. Tek amaçları insanları bezdirmek, uğraştırmak ve ayaklarını çekmelerini sağlamaktı. Biz emindik. Siz de gitseniz siz de emin olurdunuz, eminim.
Daha sonra havalimanından eski şehire sürecek olan yolculuğumuz başladı. Giderken gün batıyordu ve arabalar yollarda bir yerlere akıyorlardı. Bir hayatın, hatta tanıdık bir hayatın olduğunu görmek neden garip gelmişti bilmiyorum. Birileri işe gidiyor, birileri işten dönüyor, aa işte bu da bir okul servisi ve bu da işte şehir trafiği diye bakıyordum ortalığa. Çünkü akıllarımıza çizilen sahne savaş var, düşmanlık var, işgal var, insan yok, insanlık yok. Önümüzdeki 4 gün bu fikri çürütecek nice güzellikler görmüş olduğumuz için rahatlıkla şunu söylebilirim ki; Burası bana Arabistandan daha güvenli geldi. Çünkü onlar sizi turist olarak görüyorlar ve size dikkat etmeye çalışıyorlar. Olası bir sorunda, o sizi sorguya çekmek için an kollayan polisler sizi korumak zorunda kalıyorlar. Kendilerinden bile. Ve bizim dışımızdaki halka baktığında da, gecenin bir vakti kahveye içmeye çıkabilen kızlar, gönüllerinde yürüyebilen gezebilen hanımlar ve sokaklarda koşturan küçücük kızlı erkekli çocuk grupları sanırım kötünün iyisi diyebileceğimiz durumdaydı. Elbette istisnalar vardır, elbette çocuklara zarar verildiği, kadınların itilip kakıldığı zamanlar oluyordur –Allah yaşatmasın- ama yine de bana Mekke’de yaşadığım korkuyu vermedi kimsenin bakışları. Bu kıyas sizi rahatsız edebilir ama gidenler beni anlayacaklar. Maalesef adamların bakışları, tavırları, halkın kabalığı, esnafın arsızlığı hatta üzülerek söylüyorum ki harem-i şerifteki görevlilerin beyaz tenli bir kadın gördüklerindeki bakışları bunlar çok daha tehlikeli geliyorlardı bana. Kudüs’te olduğumuz günler boyunca, geceli gündüzlü hep rahattık. Gece saat 1’de dışarıda gezenimiz de vardı, geç vakitlere kadar Kudüs’ün yer altı tünellerini keşfetmeye gidenimiz de. Anlayacağınız, orada hala devam eden hayat içerisinde kendinizi güvensiz ya da savaşta hissedeceğiniz tek bir an var; O da Mescid-i Aksa’ya girerken gördüğünüz konuşlanmış tüfekli askerler. Onlar da zaten pek bir şey yapamıyorlar. Yapabildikleri en maksimum şey pasaportunuzu görmek istemek. Bunu da sorgusuz göstermek zorundasınız elbette.
Kudüs’e vardığımızda yatsı namazı çoktan geçmişti. Namazdan hemen sonra kapılar kapatıldığı için de ilk gün ziyaret etmek mümkün olmadı. Aslında ilk gün Yafa’yı gezecektik ama rehberimizin yaptığı değişiklik ve havalimanında bekletilmemiz sebebiyle ilk günümüz boşa çıktı. Bu konuda elimizden bir şey gelmiyor olsa da, ilk günü böylece yollarda geçirmiş olmamız bir miktar beni üzüyordu. Ama aklınızda bulunsun, ilk gün uçak saatinizi ve varış saatinizi muhakkak kontrol edin. Sonra adını koyamadığınız duygular yaşıyorsunuz. Suçlyacak kimse ya da suç olan bir durum olmasa da içinizde anlamsız bir öfke oluyor. Sadece 4 gün kalacaksınız ve 1 gününüz hiçbir şey yapmadan geçmiş. Ve bir vakit namaz dahi kılamadan. Birçoğumuz buna çok içerlemiş olsak da sonradan yorgunluğun verdiği etkiyle otele geçip yerleşmek iyi geldi. Yemekten sonra biraz sokakları keşfetmeye çıkmak dışında bir şey yapabilecek enerjimiz kalmamıştı. Ama tabi bu demek değildi ki, bir otel fiskos yapmayacaktık. Aynı katta olduğumuz birkaç arkadaşa akşam çayına giderek o an bulunduğumuz yere şaşıra şaşıra “Ya resmen geldik!” sevinçleriyle birkaç saat geçirdik.
Odaya geçtikten sonra ise işe iyi yanından bakmaya çalıştım. Sabah dinlenmiş olarak, tertemiz kıyafetlerle ve imsak vaktinde kavuşacaktım mescidime. Hatta bununla ilgili olarak şunları yazmışım o gece defterime;
Dur, sinirlenme, üzülme. Rabbinin huzuruna bir imsak vakti, tertemiz, dinlenmiş, arınmış ve daha huzurlu çıkmak istemez misin? Bu sana daha iyi hissettirmez mi? Şimdi gitsen yorgunlukla olacaktı ilk buluşman. Ama şimdi doya doya her şeye bakabilecek, hatta her şeyi görebileceksin. Dinlenmelisin. Hemen uyumalı dinlenmeli ve yarın sabaha hazır olmalısın. İmsak vakti bir randevun var ve maddi manevi en güzel halinle hazır olmalısın.
1.Gün – 7.Kasım 2017 / İstanbul, TelAviv, Kudüs