Meal Okumaları 14 – İbrahim Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

İbrahim Suresi, Mekkede inen surelerin yetmiş ikincisidir. Müfessirlerin ço­ğunluğuna göre sûrenin tamamı Mekke döneminde inmiştir; yine de 28 ve 29. âyetlerin Medine döneminde Bedir Savaşı’na katılan müşrikler hakkında indiğine dair riva­yetler de vardır. Lakin biz tamamının Mekke’de indiği yönündeki ortak görüşe riayet edeceğiz. ure adını 35. ayette geçen İbrahim Peygamberden sav alır. Fakat bu, surede İbrahim as’ın hayat hikayesinin anlatıldığı anlamına gelmez. Bu isim, diğer surelerin, yani İbrahim’den bahsedilen diğer tüm surelerin ismi gibi sadece bir sembol niteliğindedir. Bu sure, Peygamberin sav’in davetini reddeden ve onun görevini başarısızlığa uğratmak için birçok hileler kuran kafirlere bir uyarı ve tavsiye niteliğindedir. Fakat bu surede tavsiyenin daha çok uyarı, azarlama, kınama ve suçlama olarak karşımıza çıktığına şahit olacağız. İbrahim sûresi Hz.Musa’nın peygamberliğinden, kavmini Allah’a ibadete ve ona şükretmeye çağırmasından da bahseder. Nûh, Ad ve Semûd kavimleri gibi, geçmiş milletlerden peygamberleri yalanlayanlardan misaller verir. Sonra bu âyetler, asırlar boyu peygamberlerin kavimleriyle olan münasebetlerin­den bahseder. Onlarla aralarında geçen ve Allah’ın zalimleri yok etmesiyle sonuçlanan konuşma ve tartışmaları anlatır. Genel olarak konu bu şekilde ama biz geleneği bozmadan bir de kategorize edelim;

1-27: Vahyin aydınlık için vasıta oluşu
37-35: Kavimlerle örnekler
35-40: İbrahim as’ın duası
41-52: Kötülerin engellemelerine karşı mü’minlerin dikkatli olması gerektiği

Sureye başlamadan önce İbrahim as’ın ufacık tanıyalım. Daha önce Yusuf Suresinde oğullarından bahsetmiştik ama kendi ailesine hiç girmedik. Peygamberler’in hayatına baktığınızda bir peygamberin babasının da peygamber olması, kardeşinin de peygamber olması, kendisinin de peygamber olması işte soyundan birkaç kişiye daha bunun nasip olması çok zor karşınıza çıkacak bir durum. İbrahim as bu zor durumun başındaki kişi. Bir rivâyete göre, babası hâlis bir mü’min olan Târuh’tur. Târuh ve­fât edince, İbrâhîm -aleyhisselâm-‘ın annesi, Târuh’un kardeşi olan Âzer ile ev­lenmiştir. Dolayısıyla, bir putperest olan Âzer, O’nun üvey babasıdır. Diğer bir rivâyette ise Taruh, İbrâhîm -aleyhisselâm-‘ın babasının eski ismi­dir. Putperest olunca ismi Âzer olmuştur. Âzer, put yapıp satar ve onunla geçinirdi. Âzer’in diğer oğulları da, putları överek satarlardı. Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm- ise, kendisine satması için Âzer’in verdiği putu, boynuna ip bağlayarak pazara götürür: “Ne zarar ne de fayda veremeyen bu putları alan var mı?” diyerek alaylı bir şekilde seslenir, hiç kimse kendisinden put almazdı. İbrahim as ailesi gibi değildi, kardeşleri gibi değildi bunu anlıyordu ve bu yüzden de gerçek yaratıcıyı bulmaya çalışıyordu. Zaten buna daha önce Enam suresinde bulunan 76-79. ayetlerde değinmiştik. Gece kararınca yıldızı görüp rabbim galiba budur diyor, yıldız batınca hayır ben batanları sevmem diyor. Ayı doğarken görünce Rabbim galiba budur diyor, o da batınca anlıyor ki bu böyle olmayacak bu sefer dua ediyor; ‘’Rabbim bana doğru yolu göstermezsen şüphesiz ben sapanlardan olurum.’’  Bunun üstüne onun kalbine ilhak olundu ve Allah’ı buldu. Onun kıssası Kur’ân-ı Kerîm’de yirmi beş sûrede altmış dokuz defa geçmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de O’nu metheden isim ve sıfatlar yer almaktadır. Bu sıfatlardan bazıları; Evvah (niyaz eden), Munib (Allaha yönelen), Hanif (şirfk ve delaletten uzak olan), Kanit (Allah’a kulluk eden) ve Şakir (çok şükreden). Şimdilik bu kadar bilgiyle yetinelim nasıl olsa ileride Şuara suresinde falan yine göreceğiz.

Surenin ilk ayetine baktığımızda yine Hurufu Mukatta harfleri var. Şimdi size artık herkesin az çok anlamaya başladığı bir tefsir ayrıntısını söyleyeyim. Sure hurufu mukatta harfleri ile başlıyorsa, peşinden gelen ayetler muhakkak Kuran için söylenmiştir. Müşriklere yönelik bir uyarı varsa, bu uyarı Kurandan dolayıdır. Müminlere bir müjde varsa bu kurana iman etmelerinden dolayıdır. Ve Efendimizle ilgili ya da diğer peygamberlerle ilgili bir şey varsa bunun da muhakkak kuran ile bir bağlantısı vardır. Hurufu mukatta harfleri küçük bir ipucu sayılabilir.  Burada ilk ayette karşımıza şöyle bir ifade çıkıyor ‘’ O öyle bir kitaptır ki, İnsanları Rablerinin izniyle karanlıktan aydınlığa, güçlü ve övülmeye layık olan Allah’ın yoluna çıkarman için onu sana indirdik’’  Kuran Efendimiz sav’e indiğine göre ayetin muhattabı belli. Ondan sonraki 2-3-4.ayetlerde ise kafirlere inkar ettikleri nimetlerden ötürü bir kınama var. Yalnız oradaki bir cümleye dikkat etmekte fayda var; ‘’Onlar ki ahirete karşı dünya hayatını severler’’ Bu tanım kafirler için indirilmiş ayetlerin arasında yer alıyor. Neyi sevdiğimiz konusunda dikkatli olmamız gerektiğinden çokça defa bahsettik. Ve bu konuşmaların sonucunu bu yazıda da şöyle özetleyelim, ‘’Neyi sevdiğimizi seçemeyebiliriz, bu yüzdan gönlümüz dünyaya ve nimetlerine kayabilir. Onları ahiretten ve cennetten daha önde tutma gafletine düşebiliriz. Yalnız Allah bizden bu hataya düşmememizi beklemiyor, kurtulmamızı bekliyor. Biz kabul etmeyebiliyoruz ama o kabul ediyor, imtihandasınız unutmayın ve hangi dönülmez noktadaysanız da yine bana dönün diyor. Demek ki gönlümüzün dünyaya kayması anormal bir durum değil, ondan dönmeyi akıl edememek, ondan dönmeyi istememek anormal bir durum. İnşallah ibadetlerimiz ve inancımız bizi her seferinde o yoldan döndürecektir.

5-8.ayetler arasında karşımıza Hz.Musa kıssasıyla ilgili bir iki ayrıntı çıkıyor. Hemen inceleyelim; ‘’Andolsun biz Musa’yı: “Kavmini karanlıklardan nura çıkar ve onlara Allah’ın günlerini hatırlat” diye ayetlerimizle göndermiştik. Burada ayetlerimizle göndermiştik ifadesi Tevrattan bahsediyor. Müşrikler de Kur’an’dan önceki kutsal kitapların yani Tevrat’ın ve Zebur’un genellikle İbrânîce veya Süryânîce indirilmiş olduğunu biliyorlardı. Bu nedenle bu dillerin ilâ­hî vahyin özel dili olduğunu sanan bazı kimseler Kur’an’m da Hz. Muhammed’e bu dillerden biriyle indirilmesi gerektiğine inanıyor, Arapça olarak indirilmiş ol­masını yadırgıyorlardı.  Bu yanlış anlayışı düzeltmek maksa­dıyla Allah, peygamber hangi kavimden ise onlara İyice açıklasın diye mesa­jı o kavmin diliyle göndermiştir. Kur’an’ı tebliğ etmekle görevli Hz. Peygamber ve kavmi Arap olduğu için Kur’an Arapça olarak gönderilmiştir. Fakat bu durum, onun sadece Araplar’a indirilmiş olduğunu göstermez. Nitekim onun İlgi alanının evrensel ve bütün insanlığa hitap ettiğini gösteren birçok âyet mevcuttur. Bu ayetten de Musa’nın kavmi için gönderilen vahiylerin o kavmin anlayacağı şekilde indiğine yönelik bir bilgide çıkarılabilir.  Daha sonra 7.ayete geçiyorum burada genel bir ifade yer alıyor; ‘’ ‘Eğer şükrederseniz size (nimetimi) da­ha çok vereceğim, nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım pek şiddetlidir!’  Bu ayette kolay görünen ama muhtevası derin olan ayetleden biri. Özellikle Nouman Ali’den dinlerseniz ne demek istediğimi çok iyi anlayacaksınız. Paragrafın sonuna sohbet linkini bırakacağım ama şimdi birkaç kelam etmek lazım.  Sözlükte şükür kavramı, “verdiği nimetlerden dolayı kulun Allah’a minnettarlık duyması, bunu sözleri ve amelleriyle göstermesi” anlamına gelir. Kur’an’da kulluğun gereği olarak değerlendirilmiş, Allah’ın nimetlerine mazhar oldukları halde şükretmeyenler kınanmıştır. Şükür sadece sözle değil, eldeki nimetlerin gerçek sahibinin Al­lah olduğuna gönülden inanarak bu nimetleri Allah’ın rızasına uygun şekilde kul­lanmakla olur. Servetin şükrü muhtaçlara yardım etmek, ilmin şükrü bilgiyi insan­ların yararına kullanmak, sıhhatin şükrü ise Allah’a kulluk ve İnsanlara hizmet et­mektir. Yüce Allah burada olduğu gibi başka âyetlerde de şükrünü yerine getiren­lere daha çok nimet vereceğini vaad etmiştir. Ve bu ayetin yalnızca Allah’a şükür etmekten bahsetmediğini aynı zamanda kula teşekkürün Allah’a şükür demek olduğunu bize Nouman Ali anlatsın. Unutmamalıyız ki, hayatımızda bulunan ve bize büyük küçük yardımda bulunan herkes bizim şükür etmemize sebep olabilir. Onlara edeceğimiz her teşekkür bizi Allah’a yaklaştıracak bir şükür ifadesidir.  Tıktık

Sırada konu olarak bir arada tutmak istediğim 9. ve 20.ayetlerin arasındaki kıssalar var. Burada önce Nuh, Ad ve Semud kavimlerinin başına gelenlerden ders alınması gerektiğinin üzerinde duruluyor. Sonra da tüm peygambelerin kapsadığına inandığım ayetler başlıyor. Bu ayetler devam ederken karşımıza hiçbir ismin çıkmamasından anlıyoruz ki genel olarak tüm peygamberlerden bahsediliyor. Kimden bahsedildiğini anladığımıza göre bir de ayetlerin indiği dönemin durumuna ve nüzul sebebine bakalım.  O dönem Mekke’de kafirler İslami davet hakkında  bir şüphe içindeydiler, çünkü bu davet onların zihinlerindeki huzuru bozmuştu. Onlar Peygamberler hakkındaki şüphelerinde ne kadar ısrar ederlerse etsinler ve bunun gerçekliğini ve akla yakın fikirlerini ne kadar reddederlerse etsinler, onun açıksözlülüğü, samimiyeti ve ifade tarzı, en azılı düşmanlarının zihninde bile karışıklıklara neden olur. Elçinin saf ve kusursuz karakteri ve ona uyanlarda görülen göze çarpan iyi değişiklikler onların zihinlerinde o denli bir birikim etkisi yaratır ki, en azılı düşmanlar bile kendi durumlarından rahatsızlık duyup şüpheye düşerler. Böylece Hakkı savunanların vicdan huzurunu bozmak isteyenler kendi iç huzurlarını bozmuş olurlar. Tam bu sırada bir ayet geliyor ki, onların huzurunun bozulduğunu ve peygamberlerin de bunu çok net anladığını anlıyoruz. 10.ayet diyor ki; ‘’Hiç Allahtan şüphe edilir mi?’’  Peygamberlerin, kafirlere bu soruyu sormalarının nedeni onların, Allah’a karşı takındıkları tavrın saçmalığını göstermek istemeleridir. Çünkü her dönemde müşrikler Allah’ın varlığına, O’nun göklerin ve yerin yaratıcısı olduğuna inanmalarına rağmen, Allah’tan gelen vahyi, bunun mantiki bir sonucu olarak da yalnızca O’na ibadet etmeleri gerektiği gerçeğini reddetmişlerdir. Yani Allah’ı kabul edip Peygamberleri ve uyarıları kabul etmemek onların içinde bulunduğu kararsızlığı ve kararsızlığın beraberinde gelen huzursuzluğu bize anlatıyor. Ayetlerin devamında peygamberler ve kavimler arasında bi diyalog geçiyor. Kavimler peygamberlere siz de bizim gibi insansınız size neden inanalım diyorlar ve peygamberlerin cevabı da 11.ayetle geliyor;  ‘’  “Doğrusu biz de sizin gibi sadece insanız; fa­kat Allah kullarından dilediğine lütııfta bulunur. 

15.ayette ‘’ Peygamberler kavimlerine karşı Allah’­tan fetih istediler  ve hakka karşı inatçılık eden her zorba yok olup gitti.’’ İfadesi karşımıza çıkıyor. İlk bakışta Peygamberlerin kavimlerinin yok olması için dua ettiği fikri uyandırsa da aslında fetih istemek kelimesini yardım istemek olarak çeviren kaynaklar olduğunu unutmamak gerekir. Bu tarihi olayların öneminin kavranabilmesi için, bunların Mekke müşriklerinin peygambere (s.a) yönelttikleri itirazlara cevap olarak zikredildiği gözönünde bulundurulmalıdır. Bu surenin indirildiği dönemde Mekke’nin durumu, daha önceki peygamberlerin kavimlerinin durumunun aynısı olduğu için, bu olaylar Kureyşlileri ve diğer Arap müşriklerini uyarmak üzere anlatılmaktadır: “Daha önceki kafirler peygamberlerine karşı çıktılar, helak oldular ve yerlerine müminler geçti. Aynı şekilde sizin geleceğiniz de tamamen peygamberin (s.a) davetine karşı takınacağınız tavra dayanmaktadır. Eğer bu daveti kabul ederseniz, Arabistan topraklarında kalabilirsiniz, eğer reddederseniz oradan çıkarılırsınız.” Bunu takip eden olaylar, bu uyarının onbeş yıl sonra gerçekleştiğini göstermektedir, çünkü onbeş yıl sonra tüm Arabistan’da bir tek müşrik kalmamıştı. Yani,”İlahi davete karşı sadakatsız, inançsız ve isyankar olanlar ve peygamberlerin davet ettikleri yola uymayı kabul etmeyenler, sonunda hayatları boyunca kazandıklarının ve yaptıkları işlerin bir yığın kül kadar değersiz olduğunu göreceklerdir. Uzun yıllar boyunca biriken büyük bir kül tepeciği nasıl fırtınalı bir günde rüzgar tarafından darmadağın ediliyorsa, aynı şekilde onların bütün büyük işlerinin o fırtınalı kıyamet gününde bir yığın külden başka bir şey olmadığı görülecektir. Onların göz kamaştırıcı kültürleri, büyük medeniyetleri, muhteşem krallık ve devletleri, büyük üniversiteleri, bilimleri, edebiyatları ve ikiyüzlüce yapılan ibadetleri, fazilet dedikleri davranışları, dünya hayatında övündükleri yararlı ve ıslah edici hareketleri, o gün bir yığın kül kadar değersiz olacak ve kıyamet gününün “fırtınası” tarafından etrafa saçılacak. O denli ki o gün ilahi teraziye koymaya değecek en ufak bir yararlı iş bile bulamayacaklar.’’

Bu kadar kafirlerden ve musibetlerden bahsedilince arkadan inananların müjdelenmemesi olur mu? Olmaz. Kuranın böyle bir tarzı var, önce musibetler ve cezalar sonra da müjdeler ve cennet. Ve bu durum benim aşırının aşırısı hoşuma gidiyor. Tam vehamete kapılıp, acaba biz de mi böyle olacağız diyecekken ayet geliyor, tövbe et diyor, inan diyor, namaz diyor, dua diyor sonra benim kalbim pır pır oluyor. İşte 23 ve 25.ayetler böyle pırpır edici ayetler; İman edip salih amellerde bulunanlar, Rablerinın izniyle altından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlere konulmuşlardır.  Bu müjdeden sonra tabi ki bunun gereklilikleri de sayılacak ki, cennet ile müjdelenmek nasıl olur öğrenelim. Bu yüzden 31.ayette direk bizlere bir sesleniş var; ‘’Söyle o iman etmiş kullarıma’’ diye başlıyor. Kabul edilir ya da edilmez, hatalı yahut doğru bunları kenara atın. Biz elhamdulillah iman ettik mi? Ettik. O halde ayeti üstümüze alabilir miyiz? Alırız. Tamam o zaman şimdi devamında ne dediğine bakalım; ‘’Söyle iman etmiş kullarıma, namaz kılsınlar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infak etsinler’’ Ayet gayet anlaşılır durumda, tek dikkat çekmek istediğim şey infak ile namazın aynı ayet içinde ele alınması. Yani infakın ne kadar önemli olduğunun bu kadar üstünde durulmasının bir sebebi olmalı dimi? Neydi infak hemen hatırlayalım. Kişinin kendine ait eşyadan maldan mülkten gönlünden kopa kopa vermesiydi. Ama sadaka verir gibi değil, hediye gibi vermeseydi. Çünkü ayet diyordu ki, en sevdiğinizi vermedikçe tam iman etmiş olmazsınız. Bu nasihatların üstüne de tekrar etkili olması için insanlara verilmiş nimetler anlatılıyor. Güneş, ay, yıldız, denizler ve ürünler. En sonunda da 34.ayet noktayı koyuyor; ‘’ Allahın nimetlerini saysanız bitiremezsiniz. Gerçekten insan çok zalim, çok nankördür.’’

Yeni paragrafa başlarken çok güzel bir dua öğreneceğimizi söylemek isterim. Surenin 35, 36,37,38 ve 39.ayetlerin kavmine ve ailesine ettiği duadır. Yalnız 40 ve 41. ayet tüm zürriyeti için ettiği duadır ve öğrenilmesi gereken dualar adına yazılmalıdır. Bu ayetleri hem arapça hem türkçe öğrenmek de fayda var derim. ‘’Rabbim! Beni ve soyumdan gelecek olanları namazı devamlı kılanlardan eyle. He­sap kurulacağı gün beni, ana-babamı ve tüm müminleri bağışla!”

Sıradaki 42.ayet “Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma!” şeklinde çevrilmiş. Bu cümledeki zalimler -kavram olarak- Hz. Peygamber zamanının müş­riklerini de içine almaktadır. Bununla birlikte müşriklerin dı­şındaki zalimleri de kapsamasına bir engel yoktur. Yani zalimlik sıfatını hak eden her tavır sahibi bu ayetin muhattabı sayılabilir. Bu nedenle bazı müfessirler bu âyetin mazlumlar için bir teselli, zalimler için bir tehdit ifade ettiğini söylemişler­dir. Allah’ın zalimleri yaptıkların­dan dolayı hemen cezalandırmayıp onlara mühlet vermesi, zalimin yaptıklarından habersiz veya zulme razı olduğu yahut zalimi cezalandırmaktan âciz bulunduğu için değil, onlara tövbe etme imkânı tanımak, tövbe etmedikleri takdirde âhirette gereken cezayı vermek içindir. Nitekim âyetler zalimlerin âhiretteki durumlarını tasvir etmekte ve oradaki cezanın daha şiddetli olacağını göstermektedir. Burada akla şu soru gelebilir, ‘’Eğer tövbe edenler tertemiz sayılıyorsa onlar tövbe edince cezasız mı kalacak?” İşte tam burada Allah’ın adaletine ve merhametine güvenmekten başka bir şey yapamayız. Evet tövbe edenler muhakkak affedilir, ama zalimlik bir başka kula yapılan bir eziyet demektir. Burada ortaya çıkan kul hakkı konusu Rabbimizin kesinlikle kabul etmeyeceğini bildiği hatalardandır. Yine de onun merhametinden sual olunmaz diyerek hatadan dönme ve tövbe etmek ve affolacağını ümit etmek de fayda var. Ve bu korkuyla yaşamamak için de zulmettiğinizi düşündüğünüz kişilerden helallik istemek en kolay yol olacaktır. Bir kitapta okumuştum, Rabbim kullarının hepsini affetmek istermiş ama bazıları başka kullarının hakkına girdiği için onları affedemezmiş. Tam affedeceği sırada hakkına girilen kul ‘Allahım adalet istiyorum’ diyebilir diye o kul bekletilirmiş. Doğru ya da yanlış, bilmiyorum. Allahın kudreti tabi ki her iki kula da haddini bildirmeye yeter. Ama ortada bir adalet varsa, özellikle dünya da karşılıksız kalmış bir zulmün adaletiyse durum biraz karışıklaşıyor. Beni aşar, bizi aşar, Allah affetsin. Aradaki ayetleri atlayıp bahsettiğimiz konuyla alakaslı olan son ayetlere geçiyorum; ‘’ 48:Bir gün gelecek yer başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülecek, insanlar gücüne karşı durulamaz olan bir tek Al­lah’ın huzuruna çıkacaklardır. 49: O gün, suçluların zincirlere vurulmuş ol­duklarını göreceksin! 50: Onların giysileri katrandandır; yüzlerini de ateş bürüyecektir. 51: Allah herkese hak ettiğini vermek için bunu yapacaktır; kuşkusuz Allah’ın hesabı çabuktur.’’  Bu ayetlerden ve Kur’an’daki diğer bazı işaretlerden, kıyamette yeryüzünün ve göklerin tamamen helak olmayacağı anlaşılmaktadır. Yani “birinci” ve “sonuncu sur”a üfleniş arasında (bu ikisi arasında ne kadar süre olduğunu ancak Allah bilir), yeryüzünün ve göklerin bugünkü şekli ve durumu degişecek ve yeni fiziksel kanunlara dayanan yepyeni bir fiziksel sistem meydana gelecektir. İşte bu Ahiret olacaktır. “son sur”a üflendiğinde, Adem’den as “ilk sur” üflenmeden önce doğanlara kadar bütün insanlar diriltilecek ve Allah’ın huzuruna getirilecektir. Kur’an, buna “toplamak, bir araya getirmek” anlamına gelen haşr adını verir. Kur’an’da kullanılan kelimelerden ve hadislerde yer alan bazı açık cümlelerden, bu olayın yeryüzünde meydana geleceği açığa çıkmaktadır. “hüküm yeri” ve “mizan” yeryüzünde kurulacak ve kararlar burada verilecektir. Kur’an ve hadislerden ahiret hayatının sadece ruhsal hayatın olacağı ve her bireyin cezasını veya mükafatını bu dünyada yaşadığı “şahsiyet” içinde alacağı anlaşılmaktadır. Kıyametin kopması, insanların Allah’ın huzurunda toplanmaları ve suçluların âyette tasvir edildiği şekilde Al­lah’ın huzuruna getirilmeleri, Allah’ın herkese dünyada yaptığı iyi işlerin karşılı­ğında mükâfat, kötü işlerin karşılığında ise ceza vermesi içindir.

Kur’an’ın insanları karanlıklardan aydınlığa kavuşturmak için indirildiğini belirten bir ayetle konuya giriş yapan sûre, yine Kur’an hakkındaki bir uyarıyla son buluyor. Bu uyarı şöyle; ‘’İşte bu insanlara apaçık bir tebliğdir. Hem bununla uyarılsınlar, hem tek bir ilahları olduğunu bilsinler, hem de öğüt alsınlar.’’ Uyarı gayet anlaşılır. Ve çok şükür ki yazıyı buraya kadar okuyanlar bu uyarıyı gördüler ve Kuran’ı anlamak zorunda olduğumuzu artık çok daha iyi biliyorlar. 14 sure boyunca defalarca ama defalarca vurgulanan tek şey ‘Kuran’ı anlamak’’ Demek ki bu gerçekten çok önemli bir mesele. Çünkü Kuran’ı anlamak demek, İslam’ı, Allah’ı, Peygamberlerini, Rasulu anlamak demektir. Anlamak, sevmek ve iman etmek. İşte bunlar gerçekten her müslümana nasip olmayacak şereflerdir. İnşalllah siz bu şerefe nail olanlardan olursunuz ve ahirette beni de unutmaz yanınıza alırsınız. (Ben size dua ettim melekler de bana etsin)

O halde tefsir linki de verip yarın görüşmek üzere gidiyorum, hayırlı akşaaamlaaarr 

Tefsir

Yorum yapın