Meal Okumaları 16 – Nahl Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Nahl suresi 128 (yüzyirmisekiz) âyet olup, son üç âyeti Medine’de indiği yönünde rivayetler vardır. 68. âyette bal arısından söz edildiği için sûreye bu ad verilmiştir.  Ayrıca sûrede Allah’ın kullarına lütfettiği ve edeceği nimetlerden geniş ola­rak bahsedildiği için “Niâm sûresi” diye isimlendirildiği de söylenir. Nahl sûresi ulûhiyyet, vahy, öldükten sonra dirilme ve haşir gibi te­mel inanç konularını kapsayan yani kısaca mekki sure özelliklerini taşıyan bir suredir. Bunun yanında bu geniş âlemde, göklerde, yerde, denizlerde, dağlarda, ova ve vadilerde, sağnak yağmurda, yetişen bitkide, denizlerde yüzen gemilerde, gece karanlık­larında yolculara yol gösteren yıldızlarda ve insanın hayatında görüp de gözüyle ve kulağı ile idrak edeceği daha nice sahnelerde Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren delillerden bahseder. Genel hatlarıyla sure hakkındaki bu bilgilerden sonra konu sıralamasını da yapıp, ayetlere geçelim artık;

1-25: Kâinatın insanlığı Allah’a kulluğa yöneltmesi, gururun insanı saptırması
26-50: Kötülerin tuzaklarının ters yüz olacağı, inanmayanlara cezanın ummadıkları yerden gelişi
51-83: Maddî mânevî bütün nimetleri veren Allah’tır, Allah’ın bal arısına vahyetmesi
84-100: Peygamberlerin inkârcılar aleyhine şâhitlik edeceği, davranış ve antlaşmalarda doğruluk
101-128: Dünyevî zevklerin geçiciliği, nefsine hâkim olup doğruluk üzere yaşanması gerektiği

Surenin ilk ayeti ‘’Allah’ın emri ile kıyamet gelecektir, sakın onu acele edip istemeyin’’ cümleleriyle başlıyor. Demek ki insanların ölümü istemesi ciddi bir şekilde yasaklanmış bir konu. Bakın intihar demiyorum, bu zaten haram. Ama bunu istemek de kuranda yasaklanmış meselelerden biri. Her başınız sıkıştığında, her canınız sıkıldığında, her kavga gürültüde ölmek istemek Allah’ın bizim için nizam ettiği düzene kafa tutmaktan başka bir şey değil.  Ayetin devamına baktığımızda ise bunun müşrik ve kafir kavimler için indirilmiş bir ayet olduğunu anlayabiliyoruz. Ayeti bütünüyle okuduğumuzda ortaya çıkan mesaj,  ‘’Kıyametin kopması yaklaşmıştır. Artık Muhammed’in size vadettiği azabı istemekte acele etmeyin’’ bu ayetin indirilişinden kısa bir süre sonra Hz. Peygamber sav’e hicret etmesi emredilmişti. Kur’an’a göre, bir peygamber ancak kavminin azgınlık ve isyanının doruk noktasına ulaştığı bir zamanda yurdunu terkeder. Daha sonra onların kaderi çizilir, onlar ya Allah’tan gelen bir azapla helâk edilirler, ya da peygamber ve ona inananlar tarafından yok edilirler. Tarihte buna benzer gerçekleşmiş birçok olay vardır. Hz. Peygamber sav’e Mekke’den hicret edince, Mekkeliler bunu kendileri için zafer saydılar. Fakat bu, kâfirler için hicretten on yıl kadar bir süre sonra, sadece Mekke’den değil tüm Arabistan’dan şirkin ve küfrün silinmesi gibi bir yenilgiyle neticelendi.

Daha sonra birkaç ayet boyunca Allah’ın kulları üstündeki mucizelerinden bahsediyor ve arkasına şu ürkütücü ayet geliyor; ‘’ Allah, insanı bir meniden yarattı, buna rağmen insan Allah’a düşman kesildi’’ Hafazanallah! Böyle önemsiz bir şeyden yaratılan insan, o denli kibirlenmiştir ki yaratıcısını bile inkâr eder olmuştur.Dördüncü ayette geçen bu ifade yine inkar eden kavimler için söylenmiş olsa da biz Kuran’ı her şekilde anlamak durumundayız. Müşrikler bunları duymaya hak kazanacak kötülüklerde bulunmuşlar amma bizim de bunları küpe edip taşımamız gerekir ki, kötülüklere karşı hassas olabililelim. Şimdi birkaç ayeti birden ele alacağım çünkü konu bütünlüğü bu şekilde oluşmuş. 5 ayet ile başlayan konuda hayvanların insanlar için yaratıldığı, gece ve gündüzün insanlar için sıralandırıldığı, ağırlıklarını ve yüklerini taşımaları için hayvanları güçlü yarattığı gibi şeylerden bahsediyor. 7.ayette insanlara ‘’Rabbiniz size karşı ne çok merhametlidir’’ diyerek, tüm bu nimetleri insanların hayatını kolaylaştırsın diye verdiğini, yoksa onlara eziyet olacağını açıklıyor. Ve 9.ayette ‘’Doğru yolu göstermek Allah’a aittir. Ondan sapan da vardır, eğer Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi.’’ Diyerek yine bu hepimizin aklını karıştıran meseleye giriyor. Burada şöyle bir soru akla gelebilir: “Allah insanlara doğru yolu göstermeyi üzerine aldığı halde, neden bütün insanları doğuştan hidayete erdirmiyor.” Allah’ın, diğer hayvanlarda olduğu gibi, insanı da doğuştan bir içgüdü ile yaratabileceği ve bilinçli bir düşünme, öğrenme ve imtihan sürecinden geçmeden ona doğru yolu seçme yetkisi verebileceği mümkündü. Fakat bu O’nun, doğru yolu veya batıl yollardan birini seçip ona uyma, özgürlük, güç ve yetisine sahip bir varlık yaratma dileğine karşıt bir durum olurdu. Bu nedenle insan farklı bilgi araçlarına, bilinçli düşünme, dileme ve karar verme güçlerine sahip kılınmış ve ona kendisindeki güçlerin tümünü ve tüm çevresindekileri kullanma yetkisi verilmiştir. Bunun yanısıra Allah insana ve çevresindeki herşeye onun doğru yolu bulmasına veya sapıtmasına neden olacak faktörler yerleştirmiştir. Eğer Allah, insanı doğuştan doğru yolu bulmuş olarak yaratsaydı, tüm bunlar anlamını kaybederdi ve insan sadece kendisine verilen özgürlüğün doğru kullanılması ile varılabilecek gelişmeleri hiçbir zaman eleyemezdi. Bu nedenle Allah, insanlığın hidayeti -doğru yolu- bulabilmesi için risaleti, yani peygamberliği seçmiştir ve insanı peygamberi kabul veya reddetme konusunda serbest bırakmıştır. Bu sınamayla Allah, insanın kendisine sunulan hidayeti kabul edip etmediği konusunda hüküm verir.

Bu konudan sonra ki ayetler de az önceki konunun devamı niteliğinde. Hayvanları geride bırakıp ekinler anlatılmaya başlanmış. Zeytinler, hurmalar, üzümler ve meyveler yetişiyorsa bunlar insanlar için. Ağaçlar gölgelik bulmamız için. Gece, gündüz, güneş, ay ve yıldızlar ısınmamız aydınlanmamız uyumamız için. Sonra 14.ayette hayvanların bazılarının yenilmesi ve giyinilmesi için verildiği açıklıyor. Aynı ayetin devamında ‘’Gemilerin suyu yararak gittiğini görüyorsun. Lütfundan rızık arayasınız ve şükredesiniz diye böyle yapılmıştır’’ yazıyor. Kuran’da gemi kelimesinin geçmesi beni önce baya şaşırtmıştı. Sanki gemi son teknoloji ürünüymüş gibi bir tepki verdiğimi de itiraf edebilirim. Sonra bunu biraz araştırdım, ilk gemi dedikleri şey mö. 4000 yıllarında mısırılarının uzun kanışlarla yaptığı ufak bir kayıkcık. Büyük teçhizatlı bir gemiyi ise ilk vikingler mö.700 yıllarında yapabilmiş.  Şimdi ben bu surenin inişinin kaçıncı yüzyıllarda olduğunu hesaplamak isterdim aslında ama çok zor olur. Şöyle kabataslak baktığımızda, sureden bir zaman sonra Hicret olduğunu varsayarsak, Hicretin de ms.622 yılında olduğunu hatırlarsak. Eee sonra? Ya vallahi şuan buna kafam ermiyor. Hayrına bir hesaplayan çıkarsa, mail atsın buradaki bilgiyi güncelleyeyim. Tüm bu meselelerin nimet veriş ayetleri 17.ayet ile son buluyor; ‘’ Hiç yaratan ile yaratmayan bir olur mu? Artık siz düşünmez misiniz?’’

Sıradaki konu 18-29 ayetleri arasında devam ediyor, burada dönemin put meselelerine indirilmiş ayetler var. Put devrini çok şükür geride bıraktığımız için bu ayetleri geçeceğim. Zaten 20.ayette ‘’Onların bırakıp da yalvardıkları putlar hiçbir şey yaratamazlar.’’ Diyerek konunun özetinin özeti ifade edilmiş. Yine bu ayetlerde insanların puta tapma sebebinin, kibir olduğu ve vahiyleri masal olarak gördükleri bu yüzden de onların kıyamette hesap verecekleri anlatılmış. Konu 29.ayetteki ‘’ O halde içinde ebedi kalacağınız cehennemin kapılarından girin bakalım! Bak büyüklenenlerin yeri ne kötüdür.’’ İfadesiyle son buluyor. Ve Kuranda sürekli karşılaştığımız bir düzen olarak, bu kadar cehennem azabından sonra cennet müjdesi geliyor karşımızda. Önümüzdeki 4-5 ayet kadar cennet ehlinden ve cennet nimetlerinden bahsediliyor. Konu 30. ayette en güzel şekilde açıklanmış; ‘’Allahtan korkup korunanlara ise Rabbiniz ne indirdi denildiğinde, bizim için hayr indirdi derler. Onlara dünyada mükafat vardır ve elbette ahiret yurdu da onlar için daha hayırlıdır.’’ Bir sonraki ayette bu insanların Adn cennetine girecekleri söylenmiş. Geçen yazıda cehennemin katlarını yazmştık. Adn cenneti ifadesiyle de cennet katlarından bahsedelim istiyorum;

1. Adn: Lügatta; ikamet ve ebedi yer manasındadır. Efendimiz bu cenneti şöyle anlattığı rivayet ediliyor: “Onlar inciden yapılmış köşklerdir. Her bir köşkte kırmızı yakuttan yapılmış yetmiş yurt vardır. Her yurdun içinde yeşil zümrütten yapılmış yetmiş ev vardır. Her bir evde bir taht vardır. Her bir tahtın üzerinde çeşitli renkli yetmiş yatak vardır. Her yatağın üzerinde ela gözlü hurilerden bir zevce vardır. Her evde yetmiş sofra vardır. Her sofranın üzerinde yetmiş çeşit yemek vardır. Her evde yetmiş cariye vardır. Mü’min bir kimseye her sabah öyle bir kuvvet verilir ki bütün bunlarla görüşebilir.” (Ebu Şeyh) (İhya-i Ulumiddin) 
2. Firdevs: Lügatta; Her çeşit bitkiyi cem’eden bahçe, bostan manasındadır. Ancak “Üzüm asmalarının bulunduğu bahçedir” de denmiştir. Firdevs cenneti hepsinin yukarısında, hepsinden üstün olduğu için Allah’tan öncelikle bunun taleb edilmesi tavsiye edilmiştir. (Kütüb-i Sitte) 
3. Naîm: Lügatta; yaşayışı rahat ve müreffeh olmak, nimet, bolluk, refah içinde yaşama manasındadır. “Muhakkak ki îmân edip sâlih ameller işleyenler ise, îmân etmeleri sebebiyle Rableri, onları altlarından ırmaklar akan Naîm Cennetlerinde (mükâfâtlandıracağı doğru bir yol üzere) hidâyete erdirir.” (Yunus, 9) 
4. Me’va: Lügatta sığınacak yer, makam, yurt, mesken manasındadır. Ayrıca bu tabakanın şehid ve mü’minlerin barınağı olacağı söylenmiştir.  “Îmân edip sâlih ameller işleyenlere gelince, artık yapmakta olduklarına karşılık onlar için bir ağırlama yeri olarak Me’vâ Cennetleri vardır.” (Secde, 19)
“And olsun ki, onu (Cebrâîl’i aslî sûretinde) diğer bir inişte de (mi‘râc gecesi), Sidretü’l-Müntehâ’nın yanında (iken) gördü. Ki Cennetü’l-Me’vâ onun yanındadır.” (Necm, 13-15) 
5. Huld: Lügatta; sürekli olma, sonsuz olma, süreklilik, ebedîlik, bakîlik manasındadır. 
De ki: “(Başınıza gelmesi muhakkak olan) bu (netîce) mi hayırlıdır, yoksa takvâ sâhiblerine va‘d edilen (ni‘metleri aslâ kesilmeyecek olan) Huld Cenneti mi? (Orası) onlar için bir mükâfât ve bir varış yeridir.” (Furkan, 15) 
6. Dâr’ul – Mukame: Lügatta; Asıl durulacak yer, ebedî ikamet edilecek yurt, güvenli makam manasındadır. “O (Rab) ki, lütfundan bizi (asıl) oturulacak yurda (Cennete) yerleştirdi. (Artık) orada bize ne bir yorgunluk dokunur, ne de orada bize bir usanç dokunur.” (Fâtır, 35 ) 
7. Dâr’us – Selâm: Lügatta; emniyet ve selâmet yeri, esenlik yurdu manasındadır.”Ve Allah, (sizleri) selâm yurduna (Cennete) da‘vet eder. Ve dilediğini (hikmetine binâen, kendi lütfundan) dosdoğru bir yola hidâyet eder.” (Yunus, 25)
8. İlliyyûn: Lügatta; Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü’minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette yüksek dereceye, dergâh-ı rızâya en yakın olan derece manasındadır. 

Cennet isimlerinden çıkmışken güzel bir konu ile devam edelim istiyorum. 41.ayette Hicret edenlerin müjdelerini okuyarak mutlu olabilir bence. 42.ayette ise ”O muhacirler Rablerine tevekkül edenlerdir.’’  buyuruluyor. Bu yazıda çok fazla hicret dedik, şimdi bir de muhacir dedik. Bu tanımları ilk defa okuyanlar için şimdi kısa açıklayalım, sonra nasılsa hicret bahsi yine gündeme gelecek. Hicret müşriklerin eziyetlerine daha fazla dayanamayan müslümanların Mekke’den Medine’ye göç etmesine denir. Hicret eden bu insanlara muhacir adı verilir. Mekke’nin Fethine kadar bu insanlar, evlerini işlerini eşyalarını Mekke’de bırakıp Medine’ye yerleştiler. Onlara Medine’de kucak açan ve yaşamlarına yardım etmeye çalışan kimselere de Ensar adı verilir. Bu ayette de muhacirlerin Allah tarafından yardım gördüklerini görüyoruz. Zaten Allah yolunda bir adım atan herkesin yardımcısı muhakkak Allahtır. Biz yeter ki adımlarımızda samimi ve kararlı olalım.  Konunun devamında 46 ve 47.ayette; ‘’  Şimdi şu kötülükleri planlayanlar, Allah’ın onları yerin dibine geçirmeyeceğinden veya hiç bilemeyecekleri bir yerden kendilerine azabın gelme­yeceğinden ya da onlar dönüp dolaşırken Allah’ın kendilerini yakalamayaca­ğından emin mi oldular? Onlar bunu engelleyemeyecekler.’’  İfadesi de Allah’ın kötülük planlayarı muhakkak hakettikleri şekilde yakalayacağını kesinleştirmiş. Bu âyetlerde belirtildiği gibi Mekke putperestleri bâtıl inançlara sapmakla kalmıyor, Kur’an’a ”eskilerin masal­ları” diyor, İnsanların önünü keserek onların Peygamberle görüşmesini engelliyor ve genel olarak İslâm’a, onun peygamberine ve kutsal kitabına karşı ısrarlı bir sa­vaş yürütüyorlardı. Ayetlerde müslümanlara karşı ısrarlı bir düşmanlık stratejisi takip eden müşrikler ve dolayısıyla her dönemde benzer davranışları sergileyenler, türlü şekillerde cezalandırılacakları konusunda uyarılmaktadırlar. Bu ayetin sonunda  “Ama sizin rabbiniz kuşkusuz çok şefkatli, çok merhametlidir” denilmesi şu anlama gelir: Eğer Hakk’a ve Hak yolunda gidenlere karşı kötü planlar kuranlar, düşmanlık edenler, buna rağmen hayatlarını sürdüre­biliyor, ortalıkta dolaşabiliyoriarsa bu onların Allah’ı âciz bırakmalarından değil, Cenâb-ı Hakk’ın geniş merhamet ve şefkatiyle onlara zaman tanımasındandır.

Atlayarak 57-59. ayetlere geliyorum, burada ‘’Allah’a kızlar isnat ediyorlar. Haşa o bundan münezzehtir. Kendilerine ise canlarının istediği erkek cocuklarını isnat ederler! Halbuki onlardan biri bir kız çocuğu ile müjdelense öfkeden simsiyah kesiliyor. Verilen müjdenin kötü tesiriyle kavimden gizleniyor. Yoksa onu toprağa mı gömecek? Dikkat edin, verdikleri hüküm ne kötüdür!’’ Burada Arapların eski bir geleneğine işaret edilmektedir. Araplar tanrıça ve melekleri Allah’ın kızları olarak kabul ederlerdi. Kızları hor görme tutumu, burada, onların Allah’a karşı cehalet, küstahlık ve akılsızlıkta ne kadar aşırı gittiklerini göstermek üzere anılmıştır. Bu cehalet ve küstahlık nedeniyle onlar, kız çocuğuna sahip olmayı kendileri için aşağılık bir durum olarak kabul etmelerine rağmen Allah’a kızlar isnad etmekte tereddüt etmemişlerdir. Bunun yanısıra bu isnad, onların koştukları şirk nedeniyle Allah’a ne kadar az bir değer verdiklerini de göstermektedir. Bu nedenle onlar, her şeyden müstağni ve yüce olan Allah’a böyle saçma ve komik şeyler isnat etmekten sakınmamışlardır.

 

Sûrenin baş kısmında Allah’ın varlığına, birliğine ve yaratıcı kudretine dair canlı ve cansız tabiattan deliller gösterilmişti, ardından bu kesin delillere rağmen putları O’nun ortakları olarak tanıyan müşriklerin çeşitli yanlış inanç, kanaat ve davranışları eleştirilerek özelde onlara, genelde de benzer yanlışlıkları tekrarlayan bütün insanlara dinî düşünce, yaşayış ve âkıbetleriyle ilgili uya­rıcı ve aydınlatıcı açıklamalar yapıldı. Sırada 65.ayet ile tekrar insanların ibret naza­rıyla bakıp inançlarını düzeltmelerini amaçlayan kanıtlara dönülmekte; özellikle yağmura, süte, bala ve insanın üremesi konusuna dikkat çekilmek suretiyle, insan­ların zihinleri bir defa daha metafizik problemlere yönlendirilmekte ve onlara bir bakıma tekrar inançlarını gözden geçirmeleri fırsatı verilmektedir. 83’e ayete kadar mucizeler tekrar açık açık anlatılılıyor. Ben bu konular arasındaki birkaç ayete değinmek istiyorum. Özellikle sureye adını veren 68.ayetten. ‘’  Rabbin bal arısına: dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler edin. Sonra meyvelerin herbirinden ye ve Rabbinin sa­na kolaylaştırdığı yaylım yollarına gir, diye ilham etti. Onların karınlarından renkleri çeşitli bir şerbet çıkar, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.’’   Bal arısı, Allah’ın verdiği ilham veya içgüdü sayesinde, bizzat kendisinin ürettiği bal mumuyla kendi yuvasını yapmakta, dalak içine milimetrik ölçülerle altıgen prizma şeklinde gözcükler yerleştirmektedir. Ayetteki deyimiyle “her türlü besle­yici ürünlerden nektar denilen bal ham maddesi ve çiçek tozu toplayarak bunları hem kendi tüketimi için hem de bal ve bal mumu yapmak için değerlendirmekte­dir. Bu arada meyve, sebze ve ekinlerde tozlaşmayı sağlama konusunda da bütün diğer böceklerin toplamından daha fazla iş görmektedir. Âyette arının ürettiği madde için “şerâb” (şerbet) kelimesinin kullanılması il­gi çekicidir. Arı topladığı nektarı, normal midesinden ayrı, özel olarak bu maksat­la yaratılmış bulunan bal midesine toplayıp kovana taşımakta; burada bir genç an bu maddeyi hortumuyla emip kendi midesine aktarmakta ve onu şerbet kıvamına gelecek şekilde işleme tâbi tutmaktadır. Artık bal hâsıl olmuştur; bundan sonra şerbet peteklerde bir süre havalandırılarak katılaşması sağlandıktan sonra üzeri bal mumuyla kapatılıp izole edilmek suretiyle bozulması önlenir. Böylece Allah’ın lü­tuf ve ihsanıyla insanlar için besleyicîliği yanında şifa değeri de taşıyan yeni bir besin daha ortaya çıkmış olur. Bütün bunlar olağan üstü bir sanat kabiliyetinin te­zahürü olup Allah’ın yaratıcı kudretini ve hikmetini hesaba katmadan basit bir hayvanın böyle bir eseri ve ürünü nasıl meydana getirebildiği sorusunu cevaplan­dırmak mümkün değildir. “İşte bunda da düşünen bîr topluluk için delil bulunmak­tadır.”

Sureye adını veren konuyu da geride bırakıp yeni bir örneklendirmeye değineceğim. 75 ve 76. ayette Allah iki insanı kıyas ediyor ama burada asıl amaç özelliklerini kıyas etmek galiba. ‘’Allah size, hiçbir şeye gücü yetmeyen, başkasının mülkü konumundaki köle ile ka­tımızdan kendisini güzel bir şekilde rızıklandırdığımız ve bundan gizli-açık başkalarını da yararlandıran kişiyi örnek Yeriyor; Bunlar hiç eşit olur mu? Hamd Allah’a mahsustur ama onların çoğu bilmezler. Yine Allah şu iki İnsanı örnek veriyor: Biri dilsizdir, elinden hiçbir şey gelmez, efendisinin sır­tında yüktür, onu nereye gönderse yararlı bir sonuçla gelmez. Şimdi bunun­la adaleti emreden ye kendisi de dosdoğru yolda bulunan kimse bir olur mu?  Bu iki âyette insanların içinde yaşadıkları tecrübelerden yola çıkıla­rak, onların sağ duyusuna hitap edilmek suretiyle şirk inancının anlamsızlığına ve mantıksızlığına dikkat çekilmektedir. Burada örnekleri verildiği gibi gerek ekono­mik ve sosyal yönden gerekse psikolojik ve ahlâkî bakımdan farklı seviyelerde bu­lunan iki insan arasında bile bir denklik kurulması apaçık bir haksızlık ve mana­sızlık olarak görüldüğüne göre Allah ile diğer varlıklar arasında nasıl bir benzer­lik kurulabilir? İlk âyetin asıl amacının, müminle kâfir arasında bir karşılaştırma yaparak bunların birbirlerine denk tutulamayacağını anlatmak olduğu ileri sürülmüşse de müfessirlerin çoğunluğuna göre her iki âyetin de asıl amacı, Allah’ı her türlü ortaklık iddialarından tenzih edip tevhid il­kesini vurgulamaktır. Ayrıca burada dolaylı olarak yüce Allah’ın insanlar için olumlu ve gerekli gördüğü bazı imkânların ve niteliklerin de altı çizilmiş bulun maktadır ki bunları muktedir olma, geniş maddî imkâna sahip bulunma, infak et­me, ifade gücü, özgürlük, üzerine aldığı işi hayırlı ve başarılı bir şekilde sonuçlan­dırma, adaleti hâkim kılına ve istikamet sahibi olma şeklinde sıralayabiliriz. 

Aralardaki ayetler yine anlaşılabilir olmakla birlikte, herhangi bir konuya dayanan meselelerde değillerdi, bu yüzden 90.ayete geçiyorum. Burada her müslümanın ilk vazifesi olarak bildiğimiz emri bil maruf nehyi anil münker konusuna değinilmiş. ‘’Şüphesiz ki Allah adaleti, iyiliği ve akrabaya vermeyi emrediyor. Fuhşiyattan, fenalıklardan ve insalara zulmetmekten de nehyediyor. Dinleyip, anlayıp, tutunasınız diye size öğüt veriyor.’’ Bu ayet hakkında Mahmut Efendi Hazretlerinin tefsirinde şöyle bir paragraf var ve Adalet kelimesinin Kuran’da ne şekilde anlatıldığını açıklıyor‘’ Ada­let Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerde genellikle “düzen, denge, denklik, eşitlik, gerçe­ğe uygun hüküm verme, doğru yolu izleme, takvaya yönelme, dürüstlük, tarafsız­lık” gibi mânalarda kullanılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de kist kelimesi de yer yer ada­letin eş anlamlısı olarak geçmektedir. Bununla birlikte adalet daha soyut bir kav­ram olarak kullanılırken kist genellikle uygulamada hakkaniyeti ifade eder. İslâm düşünürleri, kâinatın her alanında var olduğunu kabul ettikleri ve za­man zaman adi (adalet) kavramıyla da ifade ettikleri mükemmel nizamı, gerek her bir bireyin ahlâkî kişiliğinde, gerekse tabiatı gereği medenî varlıklar sayılan insan­ların birbirleri arasındaki münasebetlerinde yani toplumsal ve siyasal hayatta da bulunması zorunlu bir ilke olarak görmüşlerdir. Ahlâk kitaplarında bireyin ahlâkî kişiliğinin gelişmesi için gerekli görülen dört temel erdemin sonuncusu adalettir; haltii adalet erdemi, hikmet, şecaa ve iffet şeklinde sıralanan diğer erdemleri de kuşatan bir fazilet olarak kabul edilir. Öte yandan, sosyal hayat, zorunlu olarak fertler arasında ortak münasebetler kurulmasıyla gerçekleşir. Ancak bu ilişkilerin, hem Allah’ın iradesine ve rızâsına hem de insanların iyiliğine uygun olarak sürdü­rülebilmesi için öngörülen şartların başında adalet gelir. Bu nedenle adalet, yalnız ahlâkî bir erdem değil, aynı zamanda hukukun da en temel ilkesi ve bütün yasa­larda gözetilmesi gereken amaçtır.’’  Kısaca bu ayette Allah, dengeli ve sağlıklı bir toplumun dayanağını teşkil eden üç önemli şeyi emretmektedir: Adalet, ihsan, sıla-ı rahim. Yukarıdaki değinilen üç iyi özelliğe karşılık Allah, hem bireyin hem de tüm toplumun ahlaki yapısını bozan üç kötülüğü yasaklamaktadır; Fahşa, münker, bağy. Bu kelimelerin anlamları genel olarak kötülük ve ahlaksızlık olarak yorumlanabilir. Yalnız bağy, kötülüğün başkasının hakkına girerek olması demektir.

91 ve 95.ayetlerde bir önceki ayette bahsedilen kurallar konusunda anlaşma yapıldığını ve insanlardan buna uymaları beklendiğini görüyoruz. Fakat ayetler anlaşmaları birkaç şekilde anlatmış. Bu ayetlerde Allah, önem sırasına göre dizilmiş üç tür anlaşmadan bahsetmektedir. Bunlardan birincisi, hepsinden önemli olan Allah’la insan arasındaki anlaşma, yani bağdır. Önem sırasında ikinci olan, bir insanla bir insan arasında veya bir grup insan arasında Allah şahit tutularak veya Allah’ın adı anılarak yapılan ahidleşme veya anlaşmadır. Üçüncü tür ise, Allah’ın adı anılmadan yapılan ahiddir. Her ne kadar bu önem sırasına göre üçüncü ise de, bunun da yerine getirilmesi de ilk ikisi kadar önemlidir ve bozulması yasaklanmıştır. Bu konuda Allah adı verilsin, verilmesin aradaki güven esas alınmıştır. Ve müslümanın güvenilir olması gerektiğinde yola çıkarsak anlaşma bozmak müslümana yakışır bir davranış olarak görülmez. 91.ayette ‘’ Ahidleştiğiniz zaman, Allah’ın ahdini yerine getirin, pekiştirdikten sonra yeminleri bozmayın; çünkü Allah’ı üzerinize kefil kılmışsınızdır. Şüphe yok Allah, yapmakta olduklarınızı bilir.’’

Geldik 98 ve 99.ayete. Bu iki ayeti ben çok sevdim, galiba Nouman Ali Khan’dan dinlediğim için olabilir. ‘’ Kuran okuduğun zaman kovulmuş şeytandan Allah’a sığın. Şüphesiz iman edip de Rabblerine tevekkül edenler üzerinde o şeytanın hiçbir tesiri yoktur.’’  Ayetler aslında çok açık ama bir de sohbetini dinlemeniz de fayda var. Gerçekten dolu dolu bir besmelenin aslında birçok şeye bedel olduğunu dinlemek için; Tıktık!

Sırada 106 ve 107.ayetlere değinmek istiyorum. ‘’Kalbi iman ile dolu olduğu halde inkâra zor­lanan hâriç, kim îman ettikten sonra Allah’ı inkâr eder ve kalbini kâfirliğe açarsa işte Allah’ın azabı bunlara­dır; onlar için büyük bir azap vardır.  Bu azap, onların dünya hayatını âhirete ter­cih etmelerinden ve Allah’ın kâfirler topluluğunu hidâ­yete erdirmemesinden ötürüdür.’’ Bu ayet, imanlarından vazgeçirilmek üzere dayanılmaz işkencelere ve acılara maruz bırakılan müminlerle ilgilidir. Onlara, eğer hayatlarına karşılık küfrü kabul etmeye zorlanırlarsa, kalpleri iman bakımından sağlam olmak şartıyla küfür sözlerini kabul etmelerinde bir beis olmadığı, böyle yaptıklarında affedilecekleri söylenmektedir. Diğer taraftan eğer küfrü gönülden kabul ederlerse, hayatlarını kurtarsalar bile Allah’ın azabından kurtulamayacaklar. Akaid’de müslümanların bir süre sonra Allah’ı inkar etmesine müfret denir. Kendi özgür iradesini kullanarak dinini terkedip dinsizliğe sapan veya başka bir dini benimseyen kimse Allah’ın gazabına uğrayacak ve çok büyük bir azapla cezalandırılacaktır.

Son konumuz 112.ayetle başlıyor, burada Allah bir memleketten örnek veriyor. Ayet şöyle; ‘’ Allah, şöyle bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli, huzurlu idi; rızkı her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine karşı nankörlük etti­ler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve kor­ku sıkıntısını tattırdı. Andolsun ki, onlara kendilerinden peygam­ber geldi de onu yalanladılar. Onlar zulmederlerken azap onları yakalayıverdi.’’  Sözü edilen şehir müfessirlerin çoğuna göre Mekke’dir. Gerçekten Mekke, Hz. İbrahim’in burada Kabe’yi inşa etmesinden sonra onun duası ve bu kutsal yapı bereketiyle dokunulmaz  olarak kabul edilmiştir, burada kan dökülmesi yasaklanmış, şehre girenler güvence­de kabul edilmiştir. Çevresinde kabile çatışmaları yüzünden mal ve can güvenliği sık sık tehlikeye düşerken Mekke güvenlikli ve kutsal şehir olma özelliğini yüz­yıllarca korumuştur.  Aynca hac sayesinde Mekke’nin bir ticaret merkezi haline gelmesi de şehir halkına ekonomik bakımdan çok önemli imkânlar sağlamaktaydı. Ancak Mekke İleri gelenlerinin Hz. Peygamber’e ve müslümanlara karşı giderek artan bir dozda şiddet yoluna başvurmalarıyla şehrin huzuru bozuldu, güven ve bereket giderek ortadan kalktı, hatta muhtemelen bu âyetin inmesinden önce bir de kıtlık hadisesi yaşandı. Zaten birkaç ayet sonra İbrahim as’ın adının geçmesi de bu ihtimali kuvvetlendiriyor. Konu dahilinde 119.ayete bakalım istiyorum, burada hem gününe hem geleceğe hitap eden bir müjde var; ‘’Rabbin, bir cehaletle kötülük işleyen sonra buna tövbe edip düzelen kimselerin yanındadır. Şüphesiz Rabbin bunun arkasından çok bağışlayandır, esirgeyendir.’’  Bu ayette cahillik kavramının kullanılması, bir başka açıdan, bütün kötülükle­rin temelinde bilgisizlik bulunduğuna işaret eder. Çünkü iyilik ve kötülüğün se­bepleri, mahiyeti ve sonuçları hakkında doğru ve yeterli bilgiye sahip olanlar, ay­rıca kötülük eğilimlerini dizginlemenin yol ve yöntemlerini bilenler, kararlarını doğru verip iradelerini doğru yönde kullanma imkânına da sahip olurlar.

Ve işte sure biterken verilen şu son uyarıları da aktarıp gidiyorum, burada tebliğ şeklinin öneminden bahsediliyor. ‘’Rabbin yoluna ve hikmetine güzel öğütle çağır. Ve onlarla güzel şekilde mücadele et.’’ Demek ki, tebliğ yolunda şiddet kavga gürültü yer almamalı. Her zaman sabırlı, nazik ve anlayışlı olunmalı. Üstelik sadece zıt görüşlerde değil, çoğu zaman kendi içimizde bile anlaşamadığımız konular oluyor. Fikrimize karşı bir fikri asla kabul etmiyor, asileşiyor ve saygı göstermeyi unutuyoruz. Dışarıdan çok nahoş görünen bu durum, emin olun asla hiçbir müslümana yakışmıyor. Haklı ya da haksız olması da bu görüntünün şeklini değiştirmiyor. Bu konuda yaptığımız en genel hatalardan biri de, insanların hemen düzelmesini beklemek. Kendi namaza başlayan bir insanın, etrafındaki herkesi namaz namaz diye sıkıştırması çok karşılaştığımız sahnelerden biri. Genel olarak bakıldığında tebliğ gibi görünen bu ısrar, aslında karşı tarafı ciddi şekilde rahatsız eden bir baskıdan ötesi değil. Çünkü bu insanlar, sizin en zayıf özelliklerinizi, en hatalı davranışlarınızı ve daha önceleri terkettiğiniz namazlarını bilen insanlar. Siz karar verip bir yola girdiniz diye, insanları sürükleyerek o yola çekemez ve o yola girmedikleri zaman onları sözleriniz ile rencide edemezsiniz. Sakın kendinizi iyi bir şey yaptığınıza inandırmayın. Çünkü yapmıyorsunuz. Çünkü sizin önce, bu yolda sebatkar olduğunuz hissettirmeniz gerek. Bir müddet hal ile tebliğ etmeyi deneyin. Sohbetin en güzel yerinde masayı terkedip namaza gidin. Dışarıda gezerken bir anda camiye koşun. Önce fedakarlıklarınıza şahit edin. Sonra namazın hayatınızı nasıl değiştirdiğini onlara anlatın. Yine anlatmakla olmaz, ahlaki bir değişimi onlara hissettirin. Onları gizli gizli namaza özendirin. Ve ne zamanki onlar bu konuda artık size inanırlar, işte o zaman ”hadi beraber kılalım” deyin. İnanın bu çok daha hoşgörülü ve çok daha teşvik edici olur. Üstelik size verilen hidayeti kibir ile tebliğ etmediğiniz müddetçe, Rabbim muhakkak yardımcı olacak ve size o yolu açacaktır. Amacınız eğer gerçekten etrafınızdaki insanları bu yola çekmek ise, yapmanız gereken bu ayete uymak ve onları Rabbin yoluna güzel öğütle çağırmak.  Allah ahlaklarımızı güzelleştirsin inşallah. Ayetin müjdesiyle sure bitiyor, ben de son cümle olarak bu müjdeyi vereyim size; ‘’ Şüphesiz ki Allah kötülükten sakınanlar ve hep güzellik yapanlarla beraberdir.’’ 

Sadakallahulazim.


“Meal Okumaları 16 – Nahl Suresi” üzerine bir yorum

Yorum yapın