Meal Okumaları 18 – Kehf Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Kehf Suresi adını ”el-Kehf” ismi geçen 9. ayetten alır. Kehf büyük ve geniş mağara anlamındadır. Mushaftaki sıralamada on sekizinci, iniş sırasına göre altmış dokuzuncu sû­redir. Kehf sûresi Mekkî sûrelerden olup el-Hamdü lillah” ile başlıyan 5 sûreden biridir. Bu sûreler Fatiha, En’am, Kehf, Sebe1 ve Fâtır sûreleridir. Bunların hepsi Yüce Allah’ın büyüklüğünü ve kadsiyetini ifade ve onun azamet, kibriyâ, celâl ve kemal sıfatlarını itirafla başlar. Bu sure tüm işkencelere rağmen henüz Hebeşistan’a hicretin gerçekleşmediği bir dönemde indirilmiştir. Bu sebeple surenin iniş sebebinin işkenceye maruz kalan müminleri teselli etmek, onları cesaretlendirmek ve onlara mümin insanların geçmişte imanlarını nasıl koruduklarını göstermek olduğunu söyleyen müfessirler mevcut. Ama surenin herkesce bilinen ve kabul gören asıl iniş sebebi; Efendimiz’i imtihan etmek için üç soru soran Mekke’li müşriklerin sorularına bir cevap olarak gönderilmiş olduğu yönündedir. Efendimiz’e yöneltilen bu üç soru şunlardı: 1) “Mağarada uyuyanlar” kimlerdir? 2) Hızır’ın gerçek hikayesi nedir? 3) Zü’l Karneyn hakkında ne biliyorsun? Bu üç soru, Hıristiyanların ve Yahudilerin tarihiyle ilgili olduğu ve Hicaz’da bilinmediği için Hz. Peygamber’in (s.a) gayb bilgisine sahip olup olmadığını imtihan etmek üzere sorulmuştur. Allah, bu üç soruya sadece cevap vermekle kalmamış, aynı zamanda hikayeleri o dönemde Mekke’de İslâmla küfür arasında süren çatışmada kafirlerin aleyhine bir tarzda ele almış ve bu sure ile müşriklere ulaştırmıştır. Son olarak, surede teslimiyetin en güzel örneklerinden olan üç büyük kıssanın yanında bir de mal ile övünmenin akıbetini anlatan ‘’iki bahçe sahibi’’nin bahsedildiği bir küçük kıssası vardır. İsterseniz artık genel olarak bilmemiz gerekenleri burada bırakıp konu dağılımına ardından da ayetlere başlayalım;

1-22: Ashâb-ı Kehf kıssası ve ibret alınacak yönleri
23-44: Allah’ı anmaksızın geleceğe yönelik kesin ifade kullanmamak, dünya malıyla kibirlenme
45-59: Salih amelin önemi, gururun kötülüğü, batılın yok olacağı
60-82:Musa (a.s.) ve Hızır’ın (a.s.) kıssası
83-98: Zülkarneyn’nin (a.s.) hayatından öğütler
98-110:gücün Allah’ın yolunda kullanılmasının gerekliliği, ebedî cennetlikler

Surenin ilk ayetinin hikmetinden girişte bahsetmiştik. Kuran’da hamd ile başlayan bu surelerin tek ortak özelliği Mekki sure olmasıdır. Her biri başka bir konuda bahsediyor olsa da Hamd’ın değişmez anlamının muhakkak bu surelerin başında bulunmasının bizim idrak edemeyeceğimiz bir açıklaması olabilir. Bu konuda bir araştırma ve bir görüş bulamadığım için sizinle paylaşamıyorum ama bilen/bulan olursa zevkle ekleme yapacağım. İlk ayetten direk olarak 4 ve 5.ayete geçiyorum; ‘’Allah çocuk edindi diyenleri uyarmak için’’ diye başlayan 4.ayet Allah’a çocuk yakıştırmanın büyük bir iftira olduğundan bahsediyor. Çok şükür ki, bizim böyle düşüncelerimiz ve iddialarımız yok. Ama konuyu anlamak açısından bu ayetin sebebine biraz bakalım; Bazı müşrik Araplar, meleklerin Allah’ın kızları olduğunu, Yahudiler ve Hristiyanlar da İsa’nın Allah’ın oğlu olduğunu iddia ediyorlardı. Bu an­layış özellikle hristiyanlar tarafından dinlerinin esası sayılmaktadır. Halbuki bun­lar, gerçek dışı ve cehalet ürünü iddialar olup ne kendilerinin ne de taklit ettikleri atalarının bu konuda bilgi ve delilleri vardı. 5.ayette bu konuda hiçbir delilleri olmadığına işaret edilip, aklına bir şey takılabilecek her müslümanın da yolu açılmıştır. Kuran içerisinde en hoşuma giden durum da bu, müşriklerin ve kavimlerin başına gelen bunca konu anlatılıp azap haberi verildiğinde de, bir yandan da müslümanların aklına takılacak her soru da açıklanmış oluyor. Yani uslup kesinlikle ‘’işte kafirler bunları yaşadı, hadi bakalım size bu kadar bilgi yeter, siz de buna iman edin’’ şeklinde değil. Aslında belki de bunun sebebi de Kuran’dır. Sonuçta Kuran bize defalarca akletmez misiniz diyerek bizi düşünmeye sevk ediyor. Biz de haliyle her ayetin aklımıza yatacak bir açıklaması olmasını bekliyoruz. Şimdi ben bunları söylerken içinizde yavaş yavaş ‘’ee her soruya cevap alamıyoruz ki’’ fısıltıları esmeye başladı. Tabi ki de alamıyoruz. Ama tamamen cevap alamıyorr değiliz, işte güzel olan bu. Yani Allah bize bir kısmını bildirip, bir kısmını saklamış. İsteseydin hiçbir bilgi vermeyebilir ve biz müslümanları şimdikinden daha çok soruyla başbaşa bırakabilirdi. Kuran’da bulunan birçok şeyi açıklamamızı zorlaştırabilir ve iman etmemizi iyice zor bir duruma getirebilirdi. Sonuçta bizim içimizde tam teslimiyet var mı yoksa aklımıza yatan şeylerin de imanımıza katkısı var mı emin olamıyoruz. Şahsen kendi adıma, teslimiyetime güvensem de mantığa dayalı her bilgi de beni hoşnut ediyor. Sanki bu cevaplar, bu deliller benim içime ‘’oh ya, işte bak ben doğru olana inanıyorum’’ dememe sebep oluyorr. Peki bizim bu cevapların tamamını alamamız –haşa Allah’ın tam bir açıklaması olmamasından mı? Ya da sizce işine gelen kadarını anlattı da, diğer kısımları mı gizledi? Ama belki de bizim acziyetimizi yüzümüzü vurmak istemiştir? Olamaz mı? Bu durum belki de ‘’Kulum bak, senin öğrenebileceğin benim izin verdiğim kadar’’ uyarısıdır. Bu kısımı anlamanız birazdan karşımıza gelecek Musa ve Hızır kıssası için önemliydi. İnşallah aklınızda kalan bir soru bırakmadan konuyu kapatabilmişimdir.

Aradaki birkaç ayeti atlayarak 9 ve 24.ayetler arasından bahsedilen Ashab-ı Kehf kıssasına değinmek istiyorum. Kıssaya başlamadan önce arka plandaki tarihsel dönemi anlamak da fayda var. Elimizdeki bilgiler kısıtılı ve kesinliğinden emin olunmayan şeyler, önce bunu unutmayalım. Ama belki aranızdan birinin de, benim gibi ‘’bu Ashah-ı Kehf hangi dönemde yaşamış, Efendimiz’i görmüş mü acaba’’ sorularına cevap aradığı olmuştur. İbni Kesir’e göre; Ashab-ı Kehf kıssası Milattan önce Yahudilerle ilgili vuku bulan bir olaydır. Kehf suresinin Mekke’de inmiş olması bunu destekler. Çünkü Mekkeliler Medine’ye gidip geldiklerinden, Yahudilerden “Ruh, Zülkarneyn ve Ashab-ı Kehf”le ilgili üç soruyu peygamberimize sormalarını istemişlerdir. Bu sebeple konunun Hıristiyanlarla ilgisi yoktur. Konunun devamını İbni Aşur’un görüşleriyle bağlamak istiyorum çünkü tarihi verilere ulaşmak ancak onunla mümkün; Hristiyanların düşmanı ve bir putperest olan kral Dakyanus Miladi 237 yılı civarında sadece bir yıl hüküm sürmüştür. Onun korkusundan kaçan Hristiyanlar mağaraya sığınmış 300 yıl uyuduktan sonra, kral Kaysar-i Sağir döneminde uyanmışlardır. Şimdi İbni Aşur görüşünü ciddiye almak istemeyenler olacağı için bizim tarih bilgilerimize göre Dakyanus 284-290 yıllarında hüküm sürmüş bir kral. Buna göre olay bu yıllar arasında gerçekleşmiş. Daha sonra ayette karşımıza çıkan 309 yıl uyudular ifadesine dayanarak bir hesap yaparsak, ashab-ı kehf’in 590. yıllarında uyanmış olduğu sonucuna ulaşırız. Şayet bu hesapların doğru olma ihtimali varsa, 590 yılı Efendimiz’in amcası Ebu Talip ile kervan kervan ticaret yaptığı yıllara denk gelir. Tekrarlıyorum, tüm bu hesaplar benim aciz aklımla müfessirlerden araştırdığım bilgiler de olabilir. Belki de 22.ayette belirtildiği gibi dönemleri de aynı sayıları gibi insanların değil yalnız Allah’ın bileceği bir bilgidir. İşte yine geldi çattı, teslimiyet. Her neyse, olayın kronolojisini anladıysak kıssaya bakalım bir de. Şimdi ayetleri zaten 0kuduğunuz için ben buraya biraz daha hikaye uslubuyla yazacağım ki daha anlaşılır bir hal kazansın. İbn İshak’ın naklettiğine göre, bu sûrede anlatılan Ashâb-ı Kehf, İsa aleyhisselâm’ın dini üzere amel eden birkaç genç olup, bunlar kendilerini putlara taptırmak veya öldürmek için takip eden Roma toplumu ve bölge valisine karşı mücâdele ve dinlerini korumak üzere dağa çıkmış, mağaraya gizlenmişlerdi. Allah onları düşmanlarından korumak ve öldükten sonra dirilmeye ibret ve işaret kılmak için üçyüzdokuz yıl mağarada uyuttu. Tekrar hatırlatmak istiyorum, Kur’ân-ı Kerîm olayın nerede ve ne zaman meydana geldiğine dair kesin bir bilgi ver­mediği gibi, bu tür bilgileri yalnız Allah’ın bilebileceğini haber vermektedir. Bizim tek bildiğim ashab-ı kehf bir grup genç idi ve bir de onların yanlarında bir köpek vardı. Fazlasını düşünmemek en sağlıklısı olabilir. (Yukarıda bu kadar tarihsel açıklama yaptıktan sonra bunu demek de biraz garip bir teslimiyet şekli oldu galiba) Her neyse konuya devam edelim, 19.ayetten itibaren kıssanın devamını öğrenmeye başlıyoruz; Uyandıktan sonra gençler uykuda geçirdikleri süre hakkında birbirleriyle tartışmışlar; geçen süreyi ve dünyada meydana gelen değişiklikleri bilmedikleri için inkarcıların kendileri hakkındaki tehditlerinin devam ettiğini sanmışlardı. Bu sebeple yiyecek almak üzere şehre gönderdikleri arkadaşlarını dikkatli olması hu­susunda uyarmışlardı. Ancak gencin asırlar öncesine ait kıyafeti, elindeki para ve konuşmasındaki farklılık onu ele verdi. Yine Kuran’da geçmeyen ama rivayetlerde sıkça anlatıldığına göre şehre gön­derilen genç, elindeki parayı harcamak isteyince şehir halkı paranın üzerinde Kral Dakyanos’un resmini görmüş ve adamın bir hazine bulduğunu sanarak kendisini devrin hükümdarına götürmüşlerdi. Ancak aradan uzun zaman geçmiş ve Hıristi­yanlık yayılmıştı; mevcut hükümdar da tevhid inancına sahip bir hıristiyandı. Genç adam başlarından geçeni krala anlattı; birlikte mağaraya gittiler ve gencin anlattıklarının doğru olduğunu gördüler. Surenin buraya kadar ki kısmı geçmişteki bilgiyi anlattı ve 22.ayetten itibaren Kehf suresinin indiği dönemi anlatmaya başlıyor. Sure indikten sonra bu olay, Mekke halkının gündemi haline geldi. Gerek kafirler gerekse müslümanlar arasında onların sayıları ve kaldıkları süre hakkında farklı görüşler ileri sürdüler. Kur’ân-ı Kerîm, bir hikmete binaen bunların nerede ve ne zaman yaşadıkları, sayıları, isimleri ve -tercih edilen görüşe göre- kaldıkla­rı süre hakkında bilgi vermedi. Sadece böyle bir olayın gerçekleştiğini bildirdi. Ve 22.ayetten bir süre sonra 25.ayet indi ve burada ‘’Mağarada 300 sene durdular, buna 9 sene daha eklendi’’ açıklaması yapıldı. Bu konuda iki görüş var, biri tabi ki bunun zamana yorulmaması yönünde, diğeri de bu ayetin süre belirttiğini bunu da Allah’ın insanlar arasındaki ihtilafı kaldırıp, herşeyi en iyi kendisinin bildiğini göstermek için yaptığı yönünde. Tüm bu sayılar içerisinde gerçek olma ihtimali olanlar bir kenara dursun, bizim bu kıssa içinde almamız gereken şey tarih ve dönem bilgileri değildir. Allahın samimi kullarını daima muhafaza edeceği ve onun kudretinin herşeye ama herşeye yeteceğine iman etmektir. Amenna ve saddakna.

Şimdi değinmek istediğim iki küçücük, arada kalmış ayet var. Bu kadar kıssa içinde dikkat çekmeleri biraz zor ama Nouman Ali Khan sağolsun. 23 ve 24.ayette diyor ki; ‘’Hiçbir şey hakkında ben bunu muhakkkak yarın yapacağım deme, Allah’ı an ve ‘’Umarım Rabbim beni başarıya erişirir de’’ Yani kısaca bizim İnşallah dememizden bahsediyor. Nouman Ali’de tam bu nokta İnşallah geçirdiği evrimden bahsediyor. Ve katti bir dille uyarıyor; İnşallah dediğimiz zaman Allah izin verirse yaparız diyoruz, bu pozitif bir gelişmedir. Ama biz ne yaptık biliyor musunuz? İnşallah’ı büyük ihtimalle bunu yapamayacağım ama hayır da demek istemiyorum şeklinde kullandık. Yani aslında geleceğimizden Allah’ın sorumlu olduğunu vurgulamak için kullandığımız bir şeyi ‘’ben bundan sorumlu değilim’’ anlamına getirdik. Bu böyle olmamalı, müslümanlar sözlerinde durmalı. Bir anlaşma yaptıysanız inşallah diyerek ‘’büyük ihtimalle hayır’’ anlamına getiremezsiniz. Siz üstünüze düşeni yapmazsanız ve Allah sizin önünüze hiçbir engel koymadığı halde inşallah dediğiniz bir şeyi yapmazsanız Allah sizin onun oyun oynadığınızı bilir. Ve bu bir müslümanın yapmaması gereken bir şey. Sohbetin devamı için; Tıktık!

Aradaki uyarı ve müjde ayetlerini atlayarak yazının girişinde bahsettiği ‘’iki bahçe sahibi’’ kıssasına geçmek istiyorum. Bu konu ayetlerde çok açık bir şekilde anlatıldığı için direk meali buraya kopyalayacağım; 32.Onlara, misal olarak şu iki adamı anlat: Bunlardan birine iki üzüm bağı vermiş, her ikisinin de etrafını hurmalarla donatmış, ikisi arasında da ekin bitirmiştik. 33. Bağlardan ikisi de yemişlerini verip hiçbir ürünü eksik bırakmamışlardı. İkisinin arasından bir de ırmak akıtmıştık. 34. Bu adamın başka serveti de vardı. Bu yüzden arkadaşıyla konuşurken ona şöyle dedi: “Ben, servetçe senden daha zenginim; insan sayısı bakımından da senden da­ha güçlüyüm.” 35. Böyle bir inkâr içinde kendine kötülük ederek bağına gir­di ve şöyle dedi: “Bunun hiçbir zaman yok olacağını sanmam. 36. Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Şayet rabbimin huzuruna götürülürsem, hiç şüp­hem yok ki, orada bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.” 37. Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona hitaben, “Sen, dedi, seni topraktan, sonra nutfeden (sperm) yaratan, daha sonra seni bir adam biçimine sokan Allah’ı inkâr mı etmektesin? 38. Halbuki O Allah benim Rabbimdir ve ben rabbime hiçbir şeyi ortak koşmam. 39-40. Keşke bağına girdiğinde, ‘Maşallah! Kuvvet yalnız Allah’ındır’ deseydin! Eğer malca ve evlâtça beni kendinden güçsüz görüyor­san, ben de rabbimin bana, senin bağından daha iyisini vereceğini umuyo­rum; Allah senin bağına gökten âfetler gönderir de bağ boş ve kaygan bir ze­min haline gelir. 41. Ya da bağının suyu dibe çekilir de bir daha onu arama­ya bile gücün yetmez.” 42. Derken onun serveti yok edildi de çardakları yere çökmüş bağı uğruna yaptığı masraflardan ötürü çırpınmaya başladı. “Ah, di­yordu, keşke ben Rabbîme hiçbir şeyi ortak koşmamış olsaydım!” 43. Ona Al­lah’tan başka yardım edecek herhangi bir topluluk yoktu; kendisi de (bu fe­lâkete) engel olamadı. 44. İşte burada yardım ve dostluk, Hak olan Allah’a mahsustur. Mükâfatı en iyi olan O, en güzel akıbeti veren yine O’dur. Bu kıssa bize Allah’ı “inkar” etmenin sadece Allah’ın varlığını kabul etmemekle sınırlı olmadığını, aynı zamanda gurur, kibir, kendini beğenmişlik ve bunlarla beraber gelen dünya hayatına aldanıp farketmeden ahireti inkar eder gibi yaşamanın da küfr olduğunu göstermektedir. Çünkü zenginlik ve servetini Allah’ın bir lütfu olarak değil de kendi güç ve becerilerinin bir meyvesi olarak kabul eden, bu nimetlerin sonsuz olduğuna ve kimsenin bunları kendisinden alamayacağına inanan ve kendisini hiç kimseye karşı hesap vermekle sorumlu hissetmeyen bir kimse Allah’a inandığını söylese bile “Allah’ı inkar” etmektedir.

Sıra tekrar herhangi bir konuya dahil olmayan ayetlere geldi. Bunlar genelde anlaşılır olduğu için anlatmadan hızla geçtik ama 50.ayete değinmekte fayda var. Burada yine şeytandan bahsediyor ve tartışmaya sebep olan şöyle bir ifade var; ‘’ Meleklere Adem’e secde edin demiştik, hemen secde ettiler. Ancak iblis secde etmedi. O cinlerdendi de Rabbinin emrinden çıktı’’ Allah Allah. 18 Suredir, meleklerden ama kötü meleklerden olarak bildiğim şeytan meğersem cinmiymiş? Bu konuda birçok görüş var. Bana göre en mantıklı görüş şuydu; Bütün ruhanî varlıklara cin denir ki, bu “insan”ın karşılığıdır. Bu durumda melekler ve şeytanlar cin mefhumunun içine girerler. Böylece melek ile cin arasında hem umumi, hem de hususi mânâda bir durum vardır. Her melek cindir; fakat her cin melek değildir. Amma Velakin çoğunluğun kabul ettiği görüş şu yönde; Cin ruhanî varlıkların bir kısmına denir. Çünkü ruhaniler üç kısımdır: İyiler: Melekler. Kötüler: Şeytanlar.Hem iyisi, hem de kötüsü bulunanlar: Cinler. Bu iki görüşten size hangisi yakındır artık orayı siz kendiniz muhasebe ediverin. Be de sıradaki kıssaya geçeyim.

60.ayet ile başlayan bu kıssa ilk okuduğum an direk etkisi altına aldı. Daha sonra sorularıma cevap aramaya başladım. Ama hiç sorgulamadım. Yani Ashab-ı Kehf’in yıllarca yaşlanmadan uyumasında sonra Hızır as’ın bilgisine ya da herhangi bir şeye nasıl olurda böyle olur demek aklıma gelmedi. Yine de sorgulayanlar olursa diyerekten akla takılabilecek yerleri açıklayarak geçmeye çalışacağım. Ve eğer siz buralarda cevap bulamazsanız, sayfanın en aşağısında bulunan toplu tefsir linklerini ziyaret edeceksiniz. Anlaştıysak başlayalım. Şimdi herkes meallarini okuduysa buraya meal yazarak değil, Buhari hadisleriyle pekiştirilen şekilde anlatacağım; Bilindiği üzere Firavun yıllarca Musa as’a ve inananlara zulum etmiştir. Ve bir gün sonu gelip Kızıldeniz’de boğulduktan sonra Musa as rahatça tüm müslümanlara sohbetler vermeye başlıyor. Bu sohbetler sırasında bir gün bir adam kalkıp ‘’Ya Musa, galiba bu dünyada en alim kişi sensin.’’ diyor. Bu övgü karşısında Musa as kimi rivayetlere göre cevap vermiyor, kimi rivayetlere göre de kabul eder şekilde başını sallıyor. İşte bu olaydan sonra Allah, Musa as’ı ilim için bir sefere gönderiyor ve ona ‘’İki denizin birleştiği yerde sana ilim öğretecek birini bulacaksın’’ diyor. Musa as bir şeriat oturturmuş üçüncü büyük peygamber, fakat Allah ona bu olaydan sonra acziyetini hatırlatmak istemiş. Ve Musa as bu imtihanda da başarılı olmakta kararlı. ‘’Yıllarca yürümem gerekirse de, ben o ilime ulaşacağım’’ diyor. Aslında bu ifadede bile sakıncalı bir durum söz konusu. Şeytanın her an insanla uğraştığını unutmamak gerek, baksanıza koskoca bir peygamber bile belki de farketmeden böbürlenmek hatasına düşebiliyor. Ve Allah’ın adaleti hiç şüphesiz tüm insanlar olduğu için, o da hemen imtihana tabi tutuluyor. Velhasıl, Musa as yanına Yuşa bin nun’u alarak yola çıkıyor, yanlarına biraz azık ve bir de ölü bir balık alıyorlar. Derken hayli yol kat ediyor ve iki denizin birleştiği yere geldiklerinde dinleniyorlar. Biraz uyuduktan sonra tekrar yola devam ediyorlar ve bir ikindi vakti yemek yemek için durduklarında balığın daha önce durdukları yerde denize karıştığını farkediyorla. Musa as, işte aramakta olduğumuz şey buydu diyerek, bunun bir hikmet olduğunu düşünüyor ve yolu geri dönüyor. Geri dönüp o noktaya geldiklerinde kayanın üzerinde oturan birini görüyorlar ve Musa as kendini tanıtıyor. 65.ayette bahsedilen bu kişi için yapılan tanım şu ‘’kullarımızdan bir kul buldular, biz ona nezdimizden bir ilim öğretmiştik.’’ Bu kişinin adının birkaç ayet sonra Hızır olduğunu görüyoruz. Hızır as hakkında kesin bir bilgi olmamakla birlikte, peygamberliği hakkındada bir delilimiz yoktur. Bu yüzden onun Allah tarafından rahmet ve ilim ile kuşatılmış bir zat olduğunu kabul edip, aşırıya kaçmamakta fayda var. Kıssaya dönelim bakalım; Musa as kendini tanıttıktan sonra ‘’Allahın emriyle senden bir ilim almaya geldim’’ diyor. Bunun üzerine Hızır as ‘’Allah sana bir ilim verdi, o bende yok. Ve bana bir ilim verdi, o da sende yok. Bak sen de acizsin, ben de’’ diyor. Ve burada Musa as’ın öğrenme talebinde bulunduğu ilim tefsirlere göre Ledün ilmi denilen tasavvufi bir ilim. Bu ilim öğretilerek ya da anlatılarak değil sadece kalp ile hissedilerek anlaşılabilecek bir ilim olduğu için Hızır as ona 67.ayetteki ifadeyle ‘’Doğrusu sen benimle sabredemezsin’’ diyor. Musa as sabırlı olacağı konusunda ısrarcı olunca da, Hızır as ona soru sormamasını tembiliyor ve düşüyorlar yola. Yola devam etmek için denizi karşıya geçmeleri gerekiyor, bir gemiye yanaşıyorlar. Adam bakıyor ki, iki güzel salih kul gelmiş. Hızır ve Musa’dan herhangi bir ücret almadan onları taşımak istiyor. Devam ederlerken Hızır birden geminin altına giriyor ve bir delik açıyor. Bunu farkeden Musa hiddetlenip, bunun bir gasp olduğunu söylüyor ve ‘’bu kadar insanın boğularak ölmesine mi sebep olacaksın?’’ dye soruyor. Hızır as ’Sana sabremeyeceğini söylemedim mi?’ deyince Musa as sakinleşip sözünü hatırlıyor ve 73.ayetteki cümleyle bir söz daha veriyor‘’Bundan sonra inşallah beni sabredici bulacaksın’’ (Burada artık inşallah kelimesinin cümlelere eklenmesinin de muhakkak bir sebebi vardır.) Daha sonra yola devam ederleken karşılarına bir genç geliyor, Hızır usulca arkasından yaklaşıp kafasına vurup onu öldürüyor. Bunu gören Musa as yine sinirleniyor; 74.ayetteki ifadeyle ‘’Ortada bir kısas olmadan bir cana nasıl kıyarsın, sen çok kötü bir şey yaptın!’’diyor. Ve Hızır tekrar; ‘’Doğrusu ben sana benimle sabredemezsin demiştim’’ diyerek onu azarlıyor. Musa as tekrar sözünü hatırlayıp ‘’Bundan sonra eğer bir şey daha sorarsam artık bana arkadaş olma, doğrusu benim tarafımdan gelecek son özüre ulaştın’’ diyor. (Buradaki özür ifadesi çok samimi değil mi?) Derken yola devam ediyorlar ve bir köye sığınıyorlar. Karınları aç olduğu için köylüden yemek istiyorlar ama köylü onları kovuyor. Tam köyden ayrılacakken yıkılmak üzere olan bir duvar görüyorlar ve Hızır as bunu tamir ediyor. Musa as yine dayanamayıp soruyor ‘’Bunu neden tamir ediyorsun, sana bunun için ücret ödemediler?’’ Bu sorunun üstüne Hızır as; ‘’İşte seninle benim aramın ayrılma vaktidir. Şimdi sana sabremediğin şeylerin açıklamasını yapayım. İlk karşımıza çıkan gemi denizde çalışan birkaç garibin malıydı, yolun ilerisinde de her bulduğu gemiyi gasp eden bir kral vardı, bu gemi kusurla olursa onu gasp etmezlerdi ve garibanlar kurtulurdu. İkinci karşımıza çıkan genç büyünce zalim biri olacaktı ve onun salih birer anne babası vardı. Hem çocuğu hem ailesini cehennemden korudum. Üçüncü olay ise bu köyde yıllar evvel salih bir adam vardı, iki yetime altın bıraktı ve bu duvarın altına koydu. Eğer bu duvar yıkılsaydı zalim köylü onu yerdi. Ben o duvarı tamir edip çocukların mallarını korudum.’’diyor.

Bu hikmetlerle dolu kıssadan, insanların günlük hayatta karşılaştıkları bir takım olayların, bazen büyük felaketlerin bir görünen yüzünün bir de asıl perde arkasının bulunduğu anlaşılmaktadır. Bazen şer olarak görülen olayların arkasından büyük hayırların ortaya çıktığı görülmektedir. Bakara suresinde şöyle buyurulur: “Belki de hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlıdır. Belki hoşunuza giden bir şey de sizin için daha kötüdür. Allah bilir siz ise bilmezsiniz.’’ Bunun için insanın en büyük ilmi neden nasıl niçin diye sorarak aldığı cevaplar değildir. Asıl ilim marifetullah’ı öğrenmekte saklıdır. Yani, Allahı tam anlamıyla bilebilmek, O’nu yakından tanımak ve onun sıfatlarından emin olmak ve bunların ışığında ona layık bir kul olabilmekte.

Tabi olay bununla sonlanmıyor, ne kadar hikmetli bir kıssa olsa da elbette aklınıza takılan yerler olmuştur. Müfessirlerin de olmuş ve birçok fikir ortaya konmuş. Şimdi okuyacağınız yerleri biraz pür dikkat ile okumanızı tavsiye edeceğim çünkü buradaki görüşler az önce Hızır as’ın sadece bir zat olarak tanınması gerektiği yönündeki fikrimi çürütmektedir. Kıssada Hızır tarafından yapılan işlerin iki tanesi insanın yaratılışından beri var olan kanunlara apaçık aykırıdır. Hiçbir kanun bir kimseye başka bir kimsenin malını gasp etme ve suçsuz bir insanı öldürme izni ve yetkisi vermez. Buna cevap olarak biriniz kalkıp Hızır’ın bu iki işi Allah’ın emri ile yaptığını söyleyecek olsa, bu bizim sorumuza cevap değildir. Çünkü soru: “Hızır bu işleri kimin emri ile yaptı?” değil, “Bu emirlerin özelliği ne idi” sorusudur. Ve Kur’an da suçlu olduğuna bir delil olmaksızın bir kimsenin başka birisini öldürmesine izin verilmez. İşte tam burada Hızır’ın bir insan olmadığı görüşünü kabul etmek zorundayız. Bununla ilgili bir ayet olmasa da ortadaki durum bize bunu gösteriyor. Bu konuda birçok müfessirin ortak kararı da bu yönde. Çünkü şer’î yönü olmayan bu tür emirler(gasp etmek, öldürmek, başkasına malına izinsiz dokunmak vs) ancak meleklere verilebilir. Bunun nedeni haram ve helâl sorununun onlar için söz konusu olmamasıdır; onlar hiçbir kişisel güce sahip olmaksızın Allah’ın emirlerine itaat ederler. Ama insanlar yaptıkları davranışlar ilahi kanuna aykırı ise günah işlemiş olurlar. Çünkü insan, insan olması münasebetiyle ilahi kanunlara uymak zorundadır. Ve ilahi kanunda, bir insanın ilhamla yahut içgüdü ile yahut emir geldi diyerek insan öldürmek gibi bir lüksü yoktur. Bu peygamberler içinde böyledir, biz ümmet içinde böyledir. Belki de bu yüzden bu kıssada Musa’ya yol gösterici olan bir peygamber, yahut bir insan değil, ne olduğu bildirilmeyen bir zattır. Nasıl ki Azrail’e neden öldürdü sorusuyla yaklaşamıyoruz, yazının sonunda melek olarak kabul etmek zorunda kaldığımız Hızır’a da bu soruyla yaklaşamayız.

Yazınınn başında da söylemiştik, Mekkeli müş­rikler Hz. Peygamber’i imtihan etmek için ona üç konuda soru sormuşlardı. Bun­lardan biri yeryüzünün hem doğusuna hem de batısına sefer yapmış olan Zülkarneyn ile ilgiliydi. Surenin bu kısmından itibaren on ayeti bu konu ile ilgili. Bu kısımda adı geçen Zülkarneyn’in kim olduğu ihtilaflıdır. Peygamber olup olmadığı da tartışmalıdır. Ancak Allah’ın sâlih bir kulu, tevhid inancına sahip ve mü’min olduğunda görüş birliği vardır. Biz de tartışmaları ve ihtilafları arkada bırakıp onun kuvvetli bir mümin olduğu bilgisi yönünde seyir alacağız. Zülkarneyn as, kendisine yeryüzünde verilen büyük güç ile doğu ve batı arasında yolculuk yapmıştır. Ayetler doğrultusunda kıssanın devamına baktığımızda 90.ayetteki ifadeyle şu bilgiye ulaşıyoruz; Doğu kısmına ulaştığı zaman daha önce hiç söz dinlemeyen bir kavim buluyor. Ve bu kavim, Ye’cuc ve Me’cuc adlı kabilelere karşı, Zülkarneyn’den yardım istiyorlar. 95-96.ayetlerde anladığımız kadarıyla Zülkarneyn bu azgın kavmin önüne demir ile bakırdan, büyük ve dayanıklı bir set yapıyor. İşte konunun ikinci tartışmaya açık kısmına geldik çattık, 97.ayette Yecüc Mecüc’ün bu setti aşmaya ve delmeye gücü yetmeyeceği yazılmış. Ama dilden dile dolaşan rivayetler çok farklı. Özellikle Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadis var, hepiniz biliyorsunuzdur herhalde; Yecüc Mecüc her gün duvarı delmeye yaklasıyorlarmıs, tam deleceklerken başlarında bulunan kişi haydi gidin yarın bitiririz diyormuş ve bir gün sonra geldiklerinde duvarın tekrar örüldüğünü görüyorlarmış. Sonra bir gün içlerinden biri, haydi gidin yarın inşallah bitiririz diyecekmiş ve inşallah dediği için de allah onlara nasip edecek ve onlar duvarı deleceklermiş. Bu hadis Efendimiz’den rivayet edildiği söylenen hadislerden biri. Amma İbni Kesir bu hadisi kesinlikle red ediyor. Ve ben de öyle. Çünkü Efendimiz her fırsattı gaybı yalnız Allah bilir deyip durmuştur, burada ise Kuran’ın bile bildirmediği bir kabilenin sonundan bahsediyor. Bu hadisin sahihliği tartışmalı olmakla birlikte körü körüne kabul etmek de sakıncalıdır. Bu hadisin savunucuları 98.ayetteki ifadeye ‘’Rabbin vaadi gekdşpş zaman onu dümdüz edecektir. Rabbin vaadi haktır.’’ İfadesini delil gösteriyorlar. Ama bu Yecüc Mecüc’ün dışarı çıkacağı anlamına gelmez, sonuçta duvar dümdüz olduğunda onlarda altında kalabilirler. Yecüc Mecüc hakkında birçok rivayet daha var, küçücükler ve insan yerler diyenler de oluyor. Tüm bu konular hakkında Kuran bilgi vermediği gibi benim de bir bilgim yok. Açıkçası bu konu hakkındaki tartışmalarla da ilgilenmiyorum. Bunlar benim imanımı kuvvetlendirmekten çok uzak ayrıntılar, daha gerekli şeylere vakit harcamalıyız.

Surenin sonuna gelirken konulardan bağımsız bir ayete dikkat çekmek istiyorum, 102 ve 103.ayette amelleri boşa giden insanın durumundan bahsediyor. ; ‘’ De ki: “Davranış bakımından en çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi? Onların, dünya hayatındaki bütün çabaları boşa gitmiştir ve kendilerini gerçekte güzel iş yapmaktadır sanıyorlar.’’ Bu ayeti şöyle anlamak gerektiğini düşünüyorum, tabi bu yalnıca benim düşüncem.’’ Bütün çabalarını dünya hayatına harcayanlar her ne yapmışlarsa Allah’ı ve ahireti düşünmeksizin bu dünya için yapmışlardır; dünya hayatını gerçek hayat olarak kabul ettikleri için, bu dünyada zengin ve başarılı olmak onların tek amacı haline gelmiştir. Onlar Allah’ın varlığına şehadet etseler bile, bu şehadetin ifade ettiği iki anlama dikkat etmemişlerdir: Hayatlarını Allah’ın rızasını kazanacak bir şekilde geçirmek ve bu dünyada yapılan her şeyin hesabının verileceği o gün kurtuluşa erenlerden olmak. İşte bu iki anlamı unutanlar en çok hüsrana uğrayacaklardır. Ve sure güzel bir nasihat ile son buluyor; ‘’Her kim Rabbine kabuşmayı arzu ederse, salih bir amel işlesin ve Rabbine ortak koşmasın’’ Çok şükür ikincisini yapıyor değiliz, peki salih amellerimizden emin miyiz? Yani bunlar yukarıdaki ayetteki gibi, bize güzel bir iş yapıyormuşuz gibi gelen ama felaketimiz olacak ameller olabilirler mi? Bilmem? Olamazlar mı? Sahiden bilmiyorum, hadi gidip biraz düşünelim.

Sadakallahulazim.

Tefsir 1

Yorum yapın