بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Müminun Suresi Mekke’de inen surelerin yetmiş dördüncüsüdür. Mü’minleri ebedîleştirmek, yaptıkları iyi işleri ve faziletleri yüceltmek için, bu sûreye Mü’minûn ismi verilmiştir. Surenin ana teması, Hz. Peygamber’in (s.a.v) getirdiği mesajı kabul ve izlemeye çağrı olup, tüm sure bu tema çerçevesinde dönmekte ve buna yönelik örneklerle açıklanmaktadır. Şimdi konu dağılımını da yapıp, hızla devam edelim;
1-22: Müminlerin özellikleri ve mükafatları
23-54: Nuh kavmi ve yalanlamaları ve diğer kavimlerden örnekler
55-97: Müşriklerin inkarları, inkar edenlere ispatlar, ispatı kabul edenlere müjdeler ve inkarından sapmayanların azapları.
99-118: Sûr’un üflenmesi, ölümden sonrası ve insanların halleri
Sureye başlarken karşımıza çıkan ilk ayetler hemen hemen surenin atış noktası dediğimiz kısımları oluyor. Bu yüzden giriş ayetleri benim için önemli. Şimdi bu sureye baktığımızda karşımıza müminlerde aranan özelliklerin sıralandığını görüyoruz. Ayetleri nasılsa siz okudunuz ben direk yazarak geçeceğim; O müminler, namazlarını huşu içinde kılarlar, faydasız ve boş laflara takılmazlar, zekat vermek için çalışırlar, ırz ve namuslarını korurlar. Şimdi anlıyoruz ki, Kuran yani dolayısıyla Rabbimiz bizden bu kuralların üstünde durmamızı bekliyor. Yalnız bu ayetlerin peşine baya çarpıcı bir ayet geliyor ki, ben burada bunun yorumunu kesinlikle yapamam. Bir önceki ayette ırz ve namuslarını korurlar diyor, bir sonraki ayette de eşleri ve cariyeleri müstesna diyor. Ve ayetin sonunda da, çünkü bunlarla olan ilişkiler kınanmış değildir diyor. Bu ayetin yorumunu yapmak bana düşmez dedim, bu bazılarını araştırmaya itecek. Bazıları gidip Google’a yazacak ve çıkan sonuçlarda Allah bilir neler okuyacak. Ben ise size ufacık bir anımı anlatıp öyle devam etmek istiyorum. İlk defa meali tam anlamıyla anlayarak okuduğum zamanlardı, herhalde yaşım 16-17 falan. Bu ayetle ve Nur Suresindeki ayetlerle aklım karmakarışık olmuştu. Kadına bu kadar değer veren bir din nasıl olur da cariye meselesinde bu kadar esnek olabilirdi diye sinirleniyordum da. İşin aslı 20 yaşıma kadar da kimse beni cevap olarak tatmin edemedi. Allah şahit, inanmaktan ve Allah şüphesiz en iyisini bilir demekten asla geri durmadım. Bu ayetler beni inkara yahut ahmakça yorumlar yapmaya itmedi. Hiçbir zaman ‘’uf ne saçma ayet’’ demedim. Evet esnek buldum, evet şaşırdım evet sinirlendim ama haddi aşmadım. Allah haddi aşanları sevmez. Sonra bir gün annem beni zorla bir sohbete götürdü, zorla diyorum çünkü aynı saatlerde arkadaşlarımla Maltepe’de buluşacak ve dedikodu yapacaktık. Faydalı işle ne işim olur, ben gidip günaha batma derdindeyim. Neyse orta yolu bulduk 20 dakika sohbette kalıp çıkacağım dedik. İşte hani Allah kulunun samimiyetine inanırsa onun yüreğini kendi sarar derler ya o hesap. Hocamız, yani çocukluğumdan beri tanıdığım Zehra teyze başladı anlatmaya. Ve ilk cümlesi şu oldu ‘’Bugün size benim hiç anlamadığım bir ayeti anlatacağım ama nasıl anlatacağım bilmiyorum. İsterseniz önce mealini ve tefsirini okuyalım’’ Bunları dedikten hemen sonra da Müminun Suresi 6.ayeti, Nur Suresi 2-3-4 .ayeti ve Nur Suresi 23.ayeti okudu. Tefsirlerini okudu. Örnek verilen hadisleri okudu. Kitaplardan alıntılar okudu. Ama kesinlikle şahsi bir yorum yapmadı. Biraz Hamdi Yazır, biraz Ömer Nasuhi, biraz Seyyid Kutup biraz hadisler derken arkadan bir soru geldi. ‘’E hocam bu kadar okuduk da biz hiç anlamadık, şimdi İslam cariye konusunda neden böyle’’ Soruyu duyunca kafamdan kaynar sular döküldü, çünkü Zehra teyze kişisel yorum yapmayacağı için bir 15 dakika daha kitap okuyabilirdi. Neyse ki benim son beş dakikam kalmıştı ve dolduğu gibi çıkacaktım. Ama hiç düşündüğüm gibi olmadı, Zehra teyze gözlerimin içine içine içine baka baka ‘’Vallahi hanımlar bu konuda hiçbir bilgim yok, ben de çok merak ediyorum. Hatta yarın ahirette Allah’ın huzuruna çıkarsam ilk bu soruyu sorup cevap isteyeceğim. İnşallah cevaplarımızı o gün alırız, bugün zaten alsak da ne önemi olacak. Diğer bir sürü konuya cevap aldık aldık aldık, ne oldu? Biz ilk 5 ayetteki özelliklere uyalım, 6.ayeti ahirete saklayalım, nasılsa cariyemiz olmayacak, allah muhafaza cariye de olmayacağız, e ne düşünüyorsunuz bırakın tamam Allahtan daha mı iyi bileceğiz, öyle buyurmuş öyle olmuş’’ Şimdi direk böyle okuduğunuzda sıralı cümleler geldi ama, tam olarak böyle kurallı cümleler kurduğunu sanmıyorum. Devrik cümleleri toparladım, kafamda kalanları düzenledim ve size öyle yazdım. Ve o gün Zehra teyze cümlesini bitirdiğinde benim de 20 dakikam dolmuştu, o gün sohbet zaten sadece 20 dakika olmuştu. Ve o 20 dakika benim o günden sonra imanımı tazelemeyecek hiçbir meseleye kafa yormama kararı almama sebep olmuştu. Şimdi gidip istediğiniz alimin tefsirini okuyun, istediğini kadar sorularla boğuşun. Ama asla alacağınız cevap içinizi bu cevap kadar rahatlatmayacak biliyorum.
Bu kadar konuştuktan sonra da 17.ayete geçmek istiyorum. ‘’Yemin olsun ki, biz sizin üstünüze yedi yol yarattık’’ “Yedi yol” ile ne kastedildiği hususunda değişik görüşler vardır. Eski tefsirlerde bu ifade genellikle klasik astronomi tasavvurundaki yedi kat gök yani yedi kozmik sistem veya gezegenlerin yörüngeleri olarak yorumlanmıştır. Elmalılı, âyetin sonunda geçen bilgi ile alâkalı ifadeyle de bağlantı kurarak, kendisi buradaki “yedi yol”dan insandaki beş duyu ile akıl ve vahiy yollarının oluşturduğu yedi idrak yolunu anladığım belirtmektedir. İbn Âşûr’un da belirttiği, “yedi yol”u eskiden meşhur olan yedi gezegenin yörüngeleri kabul eden yorumdur. Buradaki yedi sayısının sınırlayıcı değil, çokluk bildirmek İçin kullanıldığı da düşünülebilir. Bu üç görüş arasında bana en uygun telen İbni Aşur’a ait olsa da Türk müfessirlerin Elmalılı ekseninde düşündüğünü de belirtmek isterim. Tabi ki bunlar tamamen varsayım, gerçek maksadı yalnız Allah bilir. Biraz daha ilerleyecek ve bizim aklımızın ereceği şeylere değineceğim. Mesela 20.ayet; ‘’ Ve Turi Sina’da bir ağaç var ki, bu hem yağ hem de katık edecekleri bir yiyecek verir’’ İlk okuduğunuzda garip geliyor dimi. Bir ağaç, hem yağ olacak hem yemek. Tamam aslında o kadar da garip gelmiyordur herhalde. Zeytinden bahsediliyor burada, yani o zeytinin yağ olacağını bile söyleyen bir Kuran’a sahibiz. O açıdan açıklananları bi anlayıp uygulayalım da, sonra bu daha gizli daha içerikli olanlara ineriz inşallah.
Yeni konuyla birlikte Nuh Kavmine giriş yapacağız. Aslında çok da yapmayacağız çünkü kavimler meselesinde bunu konuşmuştuk. Kısaca hatırlatmak gerekirse, Nuh as kavminden çok bunalıyor ve allah ona bir gemi yapmasını emrediyor. Sonra da bu gemiye her canlıdan birer çift ve bir de bizim verdiğimiz isimleri koy ve hiçbir söz söylemeden git deniliyor. Nuh as’da bu emre itaat ediyor ve onlar gemiye çıktığında tüm kavim helak oluyor. Bu ayetlerden sonra isim vermeden bir kavimden daha bahsedilmiş ve 31.ayette şöyle denmiş; ‘’Sonra arkalarından bir nesil daha yarattık. Onlara peygamber gönderdik. Ve O onlara Allah kulluk edin, sizin başka ilahınız yoktur’’ dedi.’’ Bu ayette isim verilmeden bahsedilen kavimin kim olduğu yönünde ihtilaflı görüşler var. Eski müfessirlerin bir kısmı, bu âyetlerde İsmi verilmeden kendisinden söz edilen neslin Semûd kavmi ve onlara gönderiler peygamberin Salih aleyhisselâm olduğu kanaatindedirler. Çoğunluk tarafından ise bu neslin Âd kavmi, peygamberin de Hûd aleyhisselâm olduğu söylenmiştir. Bununla birlikte burada sözü edilen peygamberin davet ettiği tevhid ilkesi, esasen Kur’an’da adı geçen peygamberlerin gerçekleştirmeye çalıştıkları ortak davadır. Muhammed Esed’in, bu âyetlerde belli bir peygamber ve kavimden söz edilmediği, burada anlatılanların, “Allah’ın bütün peygamberlerine ve onların her birinin peygamber olarak yaşadıkları tecrübelerde tekrarlanan benzer çizgilere İlişkin genel bir atıf durumunda” olduğu şeklindeki görüşüne katılmak en güzelidir. Kavimler ve inkarları ve ispatları böyle devam ederken, ve o kavimlerin helakları bir daha anlatılırken son noktayı 43-44.ayet koyuyor; ‘’ Hiçbir ümmet ecelini ne geriye alabilir ne de erteleyebilir. Biz ardı ardına peygamberlerimizi gönderdik. Her ümmete peygamberi geldi ancak onu yalanladılar. Biz de onları birbiri ardınca yuvarladık ve hepsini birer efsane yaptık. Artık iman etmeyen o kavimler defolsun.’’ Bu ayetle zaten konuyu daha net anlamak mümkün. Hemen peşinden sırayla Musa-Harun ve İsa-Meryem’den kısaca bahsediyor ama daha önce çok üzerinden geçtiğimiz için hızla geçtim. Ancak 51.ayette tüm peygamberleri kapsayan bir emir gelmiş; ‘’Ey peygamberler! Helal ve hoş şeylerden yeyin, güzel işler yapın. Bu ümmet tek ümmettir, ben de sizin Rabbinizim, benden korkun.’’
Yeni konuya başlarken bu kısmın en geniş içerikli kısım olduğunu hatırlatmak isterim. Yalnız 4.sayfaya başlarken bu yazıyı kısa tutmam gerektiğini de hatırlatmak isterim. Bu kadar isteğin arasından hakkıyla çıkmayı da Rabbimden isterim. Haydi tekrar bismillah. 55.ayetle başladığımız konuya, onunla devam edelim; ‘’Kendilerine verdiğimiz mal ve evlat ile biz onların hayırlarını mı istiyoruz sanıyorlar? Hayır, işin gerçeğini anlamıyorlar.’’ Subhanallah. Ne müthiş bir ayet ile tanıştığımızın farkında mısınız? Ayeti ilk etapta öz eleştiri yapabilmek için kullandık ama tabi ki bu ayet mekkeli müşrikler için indirilmiş. Mekke’de müşrikler sosyal ve ekonomik bakımdan müslümanlardan daha güçlüydüler; bunu doğru yolda olduklarının bir kanıtı sayıyor ve hep böyle gideceğini zannediyorlardı. Halbuki bu imkânlar onlar için bir İstidrâc idi, yani gerçeği görüp ona teslim olma niyetinde olmayanların günahlarını daha da arttıran bir belâ, bir musibet idi; fakat müşrikler ne bu gerçeğin ne de sonlarının gelmekte olduğunun farkına varabiliyorlardı. Nitekim kısa denebilecek bir zaman içinde Önce Medine’de, ardından da Mekke’de ve diğer belli başlı merkezlerde İslâm’ın hâkim olmasıyla birlikte eski düzenin İtibarlı müşrikleri mallarının ve evlâtlarının kendi acı akıbetlerini, tükenişlerini önleyemediğini görmüşlerdir. Yine peşpeşe gelip birbirini tamamlayan bir ayet grubumuz var ki, o da insanın içini ferahlatan cinsten; 57-61; ‘’Rablerine olan saygıdan dolayı titrereyenler; Rablerinin âyetlerine inananlar; Rablerine ortak tanımayanlar; Ve, Rablerine dönecekleri için yürekleri çarparak zekat verenler. İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar.’’ Bu ayet grubununda ‘’Yürekleri çarparak zekat verenler’’ifadesi bizim için önemli. Çünkü artık içten gelerek verilen zekat neredeyse yok gibi. Sadakalardan bahsetmiyorum bakın zekat başka bir şey. Hemen bilmeyenler için açıklık getirelim. Sadaka, zengin fakir ayrımı gözetmez, cebindeki paradan, elindeki ekmekten, evindeki eşyadan bir ihtiyacı olana vermek sadaka sayılabilir. Sadaka ömrü uzatır diye bir hadis vardı sanki. Sahih değilse bile sadaka malı bereketlendirir, buna eminim. Bir de zekat var, bu ise malı olanların, yani kısaca zenginlerin, mallarının belli bir bölümünü (islami hesaplamalar ile belirlenen bölümünü) bir ihtiyaç sahibine verir. Yalnız bu zekatın şartları var, birinci derece akrabalara verilmediğini gibi durumu araştırılarak verilmesi de önemli sayılabilir. Zekatın başka bir şey olduğunu açıkladığımıza göre ayete dönelim. Yürekleri çarparak ifadesi müminlerin korktuğu anlamına gelir. Peki zekat veren mümin neden korkar? Amellerinin kabul edilmemesiniden de korkarlar. Bu, mü’minlerin dördüncü sıfatıdır. Hasan-ı Basrî şöyle der: “Mü’min, hem iyilik eder, hem de kabul edilmemesinden korkar; münafık ise hem kötülük eder, hem de kendini güven içinde hisseder. Onlar, hesap vermek üzere Rablerine döneceklerine inandıkları ve iyi amel ve itaatin şartlarını yerine getirmede kusur edebileceklerinden korktukları için kalpleri titrer. Rivayet olunduğuna göre Aişe (r.a.), bu mübarek âyeti Rasulullah (s.a.v.)’a sordu ve dedi ki: “Onlar, yaptıklarını kalpleri titreyerek yaparlar” âyetindeki şahıslar, “Allah’tan korkarak zina edenler, hırsızlık yapanlar ve içki içenler mi?” Rasulullah (s.a.v.) ona şöyle cevap verdi: “Hayır, ey Sıddîk’in kızı! Onlar, namaz kılan, oruç tutan ve zekatlarını verenlerdir. Bununla beraber onlar Yüce Allah’tan korkarlar.’’ İşte kendilerinde bu yüce sıfatları taşıyanlar, o suçlu kafirler değil, yüce dereceleri elde etmek için Allah’a itaatte yarışmlardır. O hayırlara layık olan ve onlar için yarışanlar da onlardır. Fahreddin Râzî şöyle der: “Bilesin ki, bu sıfatlar son derece güzel tertip edilmişlerdir. Birinci sıfat, mü’minlerde, uygunsuz şeylerden sakınmayı gerektiren şiddetli korkunun meydana geldiğini, ikincisi, Allah’ın birliğine iman ettiklerini, Üçüncüsü, ibadetlerde gösteriş yapmadıklarını, dördüncü sıfat ise bu üç sıfatı taşıyanların, ibadetlerini, kusur ederim korkusu içerisinde yaptıklarını gösterir. İşte bu sıddîkların ulaştığı son makamdır. Allah, oraya ulaşmayı bize de nasip etsin.
Ayetlerin devamında Efendimiz’in müşriklere iman etmeye çağırması, onlara ayetler okuması, onların arkalarını dönüp gitmesi gibi konular anlatılmış ama ayetler çok açık olduğu için meallerinizden tekrar etmenizi rica edeceğim. Bir de 72.ayete değinip devam edelim istiyorum, burada ‘’ Yoksa sen onlardan ücret mi istiyorsunuz? Rabbinin ücreti senin için daha hayırlıdır’’ ifadesini hocalar para talep edemez olarak çevirenler var. Bu ayet Efendimiz için indiği düşünülürse bu kıyas biraz tehlikeli olabilir. Çünkü hocalık olsun imamlık olsun artık bir iş alanı ve insanlar bununla ailelerinin rızkını kazanıyor. Bu ayete dayanarak onların para talep etmesinin haram olduğunu ileri sürmek biraz garip olabilir. Yine de belirtmek isterim ki, bu benim şahsi görüşüm. Müfessirlerin bu ayet hakkındaki açıklamaları şu yönde; Hz. Peygamber’in peygamberlik görevi için bir karşılık talep etmiş olabileceği hatıra gelmemelidir. Resûlullah’a hitap eden âyetin anlatmak istediği şudur: Sen onlardan bir ücret mi istiyorsun ki kendilerine Allah’ın âyetlerini okuduğunda dönüp gidiyorlar! Böyle bir durum yok; çünkü görevini yapmanın karşılığı olarak Allah seni daha iyisi ile ödüllendirecektir.
Şimdi arka arkaya ne güzel ya, aaa bu da çok güzel, ee bu da çok güzel diye diye okuduğum ayetler geldi. Mesela 75-76.ayetteki imtihanın güzelliğine bakın; ‘’Eğer onlara acıyıp da içinde bulundukları sıkıntıyı giderseydik, azgınlıklarında şaşkın şaşkın direnirlerdi. Andolsun, biz onları sıkıntıya düşürdük de yine Rablerine boyun eğmediler, tazarrû ve niyazda da bulunmadılar.’’ Rabbimizin kuluna sıkıntı vermesi kendine çağırmasıdır, sözünün ispatıdır bu ayet. Her gelen sıkıntıda çok şükür Rabbim bugün de beni unutmadı diye ağlayan teyzenin haklılığıdır. Bu ayet öyle güzel ki, insanın sıkıntısına şükrünü arttırır. Sonra 85-89.ayetlerdeki sanatın güzelliğine bakın; “Allah’a aittir” diyecekler. “Öyle ise siz hiç düşünüp taşınmaz mısınız!” de. “Yedi kat göklerin Rabbi, azametli Arş’ın Rabbi kimdir?” diye sor. “Allah’ındır” diyecekler. “Şu halde siz Allah’tan korkmaz mısınız!” de. “Eğer biliyorsanız söyleyin, her şeyi kendisinin elinde olan, kendisi her şeyi koruyup kollayan, fakat kendisi korunmayan kimdir?” diye sor. “Allah’ındır ” diyecekler. “Öyle ise nasıl olup da aldatılıyorsunuz?” de.’’ Ayetlerde sürekli karşılıklı bir diyalog esas alınsa da, aslında benim dikkat çekmek istediğim nokta Kuran’ın sanat konusundaki güzelliği. Yoksa inkar edenlere karşı bu çıkışları daha önce defalarca okuduk. Sadece ben Edebiyatta öğrendiğim sanatları böyle Kuran’da görünce, bir de böyle kafiyeli gibi olunca iyice hoşuma gidiyor. Geçiyorum bir diğer ayete.
“Rabbim! Şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım! Surenin 97.ayetinde karşımıza çıkan bu duayı siz de benim gibi çok sevdiniz mi? Ne müthiş bir dua değil mi? Daha önce hiç dua ederken bu cümleyi kullanmış mıydınız? Bence artık kullanalım. Çünkü biz ne kadar iyi insanlar olursak olalım, ne karar alırsak alalım, kendimize ne kural koyarsak koyalım bir şekilde bir imtihanın tam orta yerinde buluyoruz kendimizi. Çünkü biz kendimizi değiştirsek de, insanlara müdahale edemiyoruz. Tüm ortamı değiştiremiyor, dünyayı tam anlamıyla güzelleştiremiyoruz. Hal böyle olunca, hayatı paylaştığımız diğer insanların öfkelerinden, nefretlerinden, imtihanlarından sıçrayanlarla bile günaha bulaşabiliyoruz. Hiçbiri olmasa, nefsimiz susmuyor. Şeytan susmuyor. İnsanlara karşı, olaylara karşı, hatta bazen Rabbimize karşı bile kışkırtıyor. Velev ki dik durduk, bu sefer de hayatımızdakileri kışkırttım bizi olaya bir şekilde dahil ediyor. İşte bu yüzden bu dua bizim için görünmez bir zırhtır. Bu ayetin sıcaklığı yeter bizim pas tutmuş yüreklerimizin korunmasına. Bu ayeti not edip, dualarımıza katmak yeter bir nebze olsun şeytandan uzak durmaya. Yarın değil, sonra değil, günü gelince değil, şimdi et duayı. Çünkü dua, bela gelmeden önce edilir. Bela geldikten yalnızca sabredilir.
Son kısıma giriş yaparken bu kadar güzel ayetin sonu geldiği için de üzülmüyor değilim. Özellikle birazdan sur üflenecek, kıyamet kopacak, mahşer meydanı anlatılacak, ölülerin sınıflandırılması yapılacakken. Of of of. Düşüncesi bile ürpertiyor insanı. 99.ayete bir bakalım; ‘’Nihayet onlara ölüm geldiğinde, Rabbim beni geri gönder, boşa geçirdiğim dünyada iyi işler yapayım diyecekler. Hayır, onların söylediği boş laftan ibarettir.’’ “Onlar”dan maksat, özellikle öldükten sonra tekrar dirilmenin imkânsız olduğunu savunan inkarcılardır. Âyette, hayatları son bulup dünya ile ilgili bütün bağlan kopan, arzu ve tutkuları tükenen ve ancak bu noktada akıllan başlarına gelen inkarcıların ümitsizlikleri, tükenmişlikleri ve pişmanlıkları dile getirilmektedir. Fahreddin er-Râzî’ye göre böyleleri, ölümleri esnasında (veya zayıf bir görüşe göre âhirette cehennemdeki yerlerini görünce), aslında geri dönüşün imkânsız olduğunu bilseler de sırf inkarcı olarak bu dünyadan göçmelerine üzülüp pişman oldukları İçin bu duygularını ve ümitsizliklerini ifade etmek üzere bu şekilde yakarırlar. Bir de 101.ayete bakalım; ‘’O vakit sur üfürüldü mü, artık aralarında o gün ne soy sop çekişmesi vardır, ne de birbirlerinden soruşturulacaklardır. O zaman kimin tartıları ağır gelirse, o kurtulur. Kimin tartıları hafif gelirse de onlar kendilerine yazık edenlerdir.’’ Bu durumda herkesin kurtuluşu, dünyada iken kendi iman ve iyi işleri sayesinde kazanmış olduğu sevapların miktarına bağlı olacak; Allah’ın huzurunda, O’nun yanılmaz adalet terazisinde tartıları yani sevapları ağır basanlar kurtuluşa erecek, tartılan hafif kalanlar da derin bir hüsrana uğrayacak, ebedî ve dehşetli bir azap sürecini yaşamak üzere cehenneme atılacaklardır.
Şimdi son paragrafta benim şu sure içinde en sevdiğim ayeti açıklayacağım. 115.ayet. Bu ayeti hatırlamıyorsunuz biliyorum. Muhtemelen ben tırnak açıp alıntı yapana kadar da hatırlamayacaksınız. Oysa bu ayet, bu surenin özeti gibi. Ve en çok da hepimizin ‘’biz napıyoruz ya?’’ demesi için indirilmiş gibi; ‘’Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi zannettiniz?’’ Allah apaçık bir şekilde yüzümüze vuruyor ayeti. BEN SİZİ BOŞ YERE YARATMADIM! O halde neden yarattı? Biz bu nedenlerin kaçını yerine getiriyoruz? Ya da sahi kaçını biliyoruz? Kaçını hatırlıyoruz? En son gerçekte ne zaman kendimizi gerçek iman edenlerden hissettik? En son hangi namazda Kabeyi yaşadık? En son hangi ibadette cennet hayaline dalabildik? Bu sorulara cevap veren kardeşlerimin ellerinden öpüyorum. Rabbim sizin ihlasınıza zeval getirmesin, sizi Firdevs cennetinde olanlara katsın. Ve cevap veremeyenlerin de en kısa zamanda cevaplarına ulaşması için dua edeceğim. Ama onu içimden yapacağım. Ben duayı içimden yapsam da, sure son ayeti dua ile kapattığı için o da size gelmiş olacak; ‘’ Rabbim, bağışla ve merhamet et. Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın.!’’