Meal Okumaları 25 – Furkan Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

Bu sure ile birlikte Kuran’ın yarısından fazlasını bitirmiş olacağız, ellerimizdeki meallerin sağ elimizde kalan tarafı artık çok daha az sayfa tutuyor. Bu demek oluyor ki, biz Kuran’ın yarısını öğrendik. Bu sorumluluk demek, bu amel etme gerekliliğinin artması demek. Bu aslında birçok şey demek. Peki bu sorumluluklardan payımıza düşenleri layıkıyla yerine getirmek bir kenara dursun, onlar için ufacık bir adım attık mı? Meali okumak bir şey değil hatta belki Kuran’ı okumak da bir şey değil –haşa- Bizden beklenen onu bülbül gibi şakımak mı? Yoksa onu okuyarak hayatlarımıza yansıtmak mı? Eğer baştan beri bizimle geliyorsanız, eğer gerçekten bu meali samimiyetle okuyorsanız ama hala ibadetlerinizle alakalı sorunlar yaşıyorsanız lütfen teheccüd alışkanlığı kazanın. Çünkü eğer bu kadar şey öğrendiğiniz halde ihmal edebiliyorsanız ortada ciddi bir kalp düğümü var demektir ve bunu Rabbinizden başkası da çözemez. O’na da sadece sizin dualarınız ulaşır. Rabbim kalplerimizi sarsın inşallah.

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم


Furkan Suresi Mekke’de inen surelerin kırk ikincisidir. Sure 77 ayettir ve “Furkan” adını birinci ayetten alır. Daha pek çok surenin adları gibi, bu ad da sembolik olmakla birlikte, ana konuyla yakından ilişki içindedir. Sûrenin çeşitli yerlerinde, özet olarak bazı peygamberlerden, onları yalanlayan kavimlerinden ve azgınlıkları ve Allah’ın peygamberlerini ya­lanlamalarının neticesi olarak başlarına gelen belâ ve musibetlerden bahse­der. Bir kısmında da önce iman etmiş sonra tekrar sapmış olan bir grup müşriği anlatır, bunların başlarında Übeyy b. Halef  gelir ve onun vasıtasıyle dinden dönen Ukbe b. Ebî Muayt’tan bahseder. Sure aynı zaman da müslümanların mükafatlandırılacağı güzel ahlaktan bahsederek sona erer. Şimdi isterseniz konuları kategorize edelim sonra ayetlere başlayalım;

1-7: Allahın zatında ve sıfatlarında tek oluşu
8-21: Peygambelerin vasıflar, onlara verilen görevler ve onların beşeriliği
22-34: Cennet ehlinin ve inkar edenlerin sonu
35-50: Musa, Nuh, Ad, Semud ve Ress kavminin helakları.
51-69: Efendimiz teselli, müminlere nasihatler ve onlarda aranan özellikler
70-77: Tövbe kapısının daima açık oluşu ve insanın dua etmesi gerektiği

Surenin ilk ayeti; ‘’Bütün alemlere uyarıcı olsun diye kuluna Furkan’ı indiren Allah’ın şanı yücedir’’ Daha önceki surelerde diğer kutsal kitaplara da Furkan adı verildiğini gördük. Ama ayetin içeriğine ve surenin gidişhatına baktığımızda, oradaki Furkan’ın hangi kitap olduğunu da anlayabiliyoruz. Burada şüphesiz Kuran’ı Kerimden bahsediliyor. Ve onun için de kulumuza indirilmiş kısmını bastıra bastıra söylüyor. Ve bizim Rabbimizin hiçbir şekilde kendinden ben diye bahsetmezken, burada övgüyle bahsetmesinin de bir sebebi olmalı dimi? Peygambere kul deyip geçiyor, kendine de şanım yücedir diyor. Demek ki yakalamamız gereken bir ayrıntı var. Hemen döneme bakıyoruz; Müşrikler Kuran’ın Efendimizin uyydurması olduğunu, anlattığı geçmiş kavim olaylarının da birer efsane olduğunu söyleyip duruyorlardı. Bunun üstüne Allah, Kuran’ı kendisinin şanı olduğunu, Peygamberin ise yalnızca bir aracı olduğunu burada tekrar vurgulamıştır. Konuya dahil olan diğer ayetler de bu şekilde ilerlediği için hızlı bir geçişle peygamberlerle ilgili olan kısıma yani 20.ayete geçiyorum. Diyor ki; ‘’Biz senden önce de peygamberleri başka türlü göndermedik. Şüphesiz onlar hem yemek yiyorlar, hem çarşıda geziyorlardı.’’ Aradaki on sekiz ayet boyunca inkar edenlere açıklamalar yaptıktan sonra yine ve tekrar peygamberlerin birer insan olduğunu onlara hatırlattı. Aynı zamanda bu hataya günümüzde hala düşen insanlar olduğu için onlara da hatırlatılmış oldu. Buradan sonra çok dikkatimi çeken bir ayet oldu; ‘’Onların yaptıkları her iyi işi ele alırız, sonra da onu saçılmış zerreler haline getiririz’’ Mealen iyiliklerinin değerisiz kılınacağından bahsediyor. Muhammed Es Sabuni bu ayeti şöyle tefsir etmiş; Kâfirlerin, fakirleri doyurmak ve sıla-ı ra­him yapmak gibi, iyilik olduğuna inandıkları ve kendilerini Allah’a yaklaştıracağını sandıkları amellerinin üzerine vardık da, on­ları havada dağılmış toz duman haline getirdik. Çünkü o amellerin ne bir esası vardır, ne de bir imana dayanmaktadır. Taberi şöyle der: “O amelleri boşa çıkardık. Çünkü müşrikler onları Allah için değil, sadece şeytan için yapmışlardı. Heba, güneş pencereden girdiğinde, onun şuaları arasında toz halinde görünen şeydir. Mensur, dağınık demektir. Kurtubî de şöyle der: “Yüce Allah, inkârları sebebiyle onların amellerini boşa çıkarmış, neticede amelleri dağınık toz haline gelmiştir.” Bu ayetlerden anlamamız gereken şey, iman etmemiş insanların amellerinin boşa gideceği mi olmalı acaba? İşte buna cevap veremedim. Ama bu zaten benim haddim değil, biz kıssalarda Allah’ın ne insanlar affettiğini duyduk, ne müşriklerin sonunda cennet müjdesi aldığını duyduk. Ben Allah’ın sonsuz rahmetine çok fazla inananlardanım, eğer O affetmek isterse tek bir iyiliği bile cennet vesilesi kılabilir. Amenna ve saddakna.

Şimdi bu ayetin devamında gelen birkaç ayete ve bunun nüzulune ineceğiz. Hatta bence önce olayı anlatalım sonra ayetlere inelim ki daha açık olmuş olsun. Ukbe bin Ebî Muayt, Mekke müşriklerinden kötü niyetli olmayan bir adamdı. Rasûlullâh’la her karşılaştığında saygıyla bakar, iyi münasebetini bozmamaya gayret ederdi. Hatta uzun yolculuklardan döndüğünde Mekke’de insanlara yemek ikram etmeyi âdet edinmişti. İşte yine böyle bir yolculuktan dönmüş, vereceği yemeğe Rasûlullâh’ı da davet edecek kadar yakınlık göstermişti.Efendimiz, Ukbe’nin artık gönlünün îmâna hazır hâle geldiğini düşünerek yemek davetine şöyle karşılık verdi: “-Ukbe, dâvetine gelirim, ama yemeğini yemem. Yemeğinden yemem için seni yaratan Allâh’ı inkar etmemeni, O’nun Rasûlü’ne de şehâdet etmeni beklerim. Senin gibi iyi niyetli bir insan küfürde ısrar etmemeli artık!..” Ukbe, bu teklife çok da direnmedi. Efendimiz’in isteğine olumlu cevap vererek îmân eden herkesin söylediği şehâdet kelimesini söyleyiverdi. Efendimiz Ukbe’nin îmân etmesine çok sevinmişti. Ne var ki, Ukbe’nin Mekke’de putperest dostları da vardı. Haber bir anda onlara da ulaştı. Onların içinde katı, sert ve insafsız bir müşrik olarak meşhur olmuş Übey bin Halef, duyduğu haberden hiç hoşlanmadı. Hemen gelip arkadaşını suçlayıcı sorular sormaya başladı: “-Duyduğuma göre Muhammed’i yemeğe dâvet etmişsin. Bununla da kalmayıp onun teklif ettiği şehâdet kelimesini de söylemişsin!” “-Evet.” dedi “Öyle oldu. Onun istediği şehâdet kelimesini de söyledim.” Übey bin Halef bağırmaya başladı;  “-Olamaz!..” dedi, “İşte bu olamaz. Hem şehâdet kelimesini söyleyeceksin, hem de bizimle dost olacaksın. Bu olacak şey değil!.. Bu, sana pahalıya mâl olur. Bundan sonra hiçbir yerde iş bulamazsın.” diye ilâve etti. Ukbe, müşrik dostunun sözlerinden endişe etmiş, getirdiği şehâdet kelimesinden pişmanlık duymaya başlamıştı.“-Olayı büyütme!..” dedi. “Ben sadece Ukbe’nin yemeğini yemeden gitti diye bir söylenti çıkmaması için, utandığımdan şehâdet kelimesini getirdim; yoksa ona inandığımdan değil!” Übey bin Halef, kopardığı bu tâvizden memnun olmuş, ama yeterli de bulmamıştı. Daha da ileri giderek yol gösterdi: “-Biz bu sözlerinin doğruluğunu, ancak gidip O’na tükürdükten sonra kabul ederiz. Gideceksin, onu sevmediğini ifade eden bir tükürük fırlatacaksın, o zaman anlarız, senin O’na inanmadığını!.. Yoksa bizi savamazsın boş sözlerle!..” Îmâna yeni ısınmaya başlamış olan Ukbe’nin kalbi, maalesef artık geri dönüşe geçmiş, dostlarının baskısına dayanamayarak vazgeçmişt i, getirdiği şehâdet kelimesinden… Doğruca Efendimiz’in Daru’n-Nedve’de ibâdet ettiği yere gitti. Dilinin ucunda topladığı tükürüğü fırlatmak üzere hazırlanırken ansızın bir rüzgar çıktı. Dudakları arasından çıkan tükürük geriye dönerek kendi suratına yapışıp hem de ateş gibi yaktı. Ertesi günü Ukbe’yi yanağındaki yanık iziyle görenler sordular: “-Sende böyle bir yanık izi yoktu, ne zaman oldu bu yara?” Ukbe saklamadan anlattı: “-O’na doğru tükürdüğüm tükürük, kendime geri dönüp suratıma yapışarak ateş gibi yaktı, izi kaldı!” Ne yazık ki, yarı îmân etmişken dostlarının baskısı yüzünden gerisin geriye dönen Ukbe, Bedir’de küfür üzere öldü. İşte bu hâdise üzerine Furkan Sûresi’nin 27-29. âyetleri nâzil oldu: “O gün, zâlim iki elini ısırıp “Ne olurdu, ben o peygamberin beraberinde bir yol edineydim.” Ne yazık bana! Keşke falanı dost tutmayaydım. Beni o zikirden, imânâ geldikten sonra, o saptırdı. Şeytan insanı yapayalnız ve yardımsız bırakandır.”   İbn Kesîr  bu ayet için şöyle der: “Yüce Allah, Peygambe­rin yolundan ayrılıp başka yola giren zâlimin pişmanlığını haber veriyor. Kıyamet günü geldiğinde, pişmanlığın kendisine fayda vermeyeceği bir za­manda pişman olacağını, pişmanlık ve üzüntüden ellerini ısıracağını bildi­riyor. Âyetin inişi ister Ukbe b. Muayt, ister diğer bedbahtlar hakkında ol­sun, âyet bütün zalimleri kapsar.” Allah bizim zalimlerle birlikte anılmaktan muhafaza etsin inşallah diyor ve bir sonraki ayete geçiyorum.

‘’Ey Rabbim, gerçekten kavmim bu Kuran’ı terkedilmiş bir kitap olarak bıraktı.’’ İşte bu ayetin üstüne sayfalarca yazsam yine de içimdeki bir nebze bile anlatamam size. Tek bildiğim bu kavim müşrik bir kavim değil, bu kavim inkar eden bir kavim değil, bu kavim efendimizin kabullendiği bir kavim, belki ümmetinden, belki ailesi ümmetten olanlardan. Yani bu kavim müslümanlardan olabilir ve biz onlardan olabiliriz. Sahi onlardan olmamak için çalışıyor muyuz? Olmamamız için bir sebebimiz bile yok. Ben bu ayet üstüne o kadar çok konuştum ki, bir kere Nouman Ali Khan’ı dinleyin, belki benim sizlere veremediğim o hissi Nouman Ali verir. Sohbete girip dinlemeyecekler için bir parça şuraya alıntı yapmak istiyorum; ‘’ Bu ayet Kuran’ı ciddiye almamış insanlara şahitlik ediyor. Siz ve ben bu Kuranı ciddiye almalıyız. Bu mesele kurtuluş meselesidir. Siz ve ben, kabul etsek de etmesek de, kıyamet gününün gerçekliğini göz önünde bulundurarak bir hayat yaşasak da yaşamasak da, kıyamet gününü önemsesek de önemsemesek de kıyamet günü geliyor. O güne inansak da inanmasak da geliyor. Bu Ramazan’da oruç tutsanız da tutmasanız da kıyamet yaklaşıyor. Namaz kılsanız da kılmasanız da yaklaşıyor. Yaptığınız herşeyde Allah’a uysanız da uymasanız da yaklaşıyor. Bundan kaçış yok. Bu konuda düşünmek isteseniz de istemeseniz de bu gerçeği değiştiremeyeceksiniz. Kıyamet gelecek ve biz ondan kaçamayacağız. Şu anda yalnızca Allah’ın kitabı ve Peygamber’in bıraktığı bu muhteşem mirası birbirimize hatırlatmak için varız’’ Sohbetin devamı için; tıktık!

Geldik yeni konulara, bu kısımda inkar eden kavimler daha önceki surelerde olduğu gibi sırayla önümüze konulmuş. Önce Musa, Sonra Nuh, Sonra Ad, sonra Semud ve sonra Ress. Helak edilen bu kavimlerin isimlerini daha önce defalarca duymuştuk, sadece Ress bize yabancı olduğu için hemen ondan bahsetmek istiyorum. Ress’in kelime anlamı, kuyu etrafında yaşayan halk demektir. Bir kuyu etrafında yaşıyan bu kavim, kendilerine bir peygamber gelip onlara Allah’ın dinini öğretmeye çalışması üzerine, ona karşı gelerek bu peygamberlerini kuyuya atıp üzerini kapattıkları için bu ismi almıştır. Bunların Semûd kavmi veya bu kavmin artıkları yahud Ashâbu’l-Uhdûd oldukları hakkında tahminler yürütülmüşse de bütün bunlar da birer tahminden ibaret kalmıştır. Bunların nerede, hangi coğrafi bölge üzerinde yaşamış oldukları hakkında ne tefsirlerde, ne de tarih kaynaklarında bir bilgi mevcut değildir. Yani Kuran’da sadece iki defa bahsedilen bu kavim hakkında bunlardan başka da bir bilgi bulunabilmiş değil.

Şimdi ise karşımıza hepimizin bir kere durup düşünmesi gereken bir ayet geliyor; ‘’Gördün mü hevasını ilah edineni? Artık sen ona vekil mi olacaksın?’’   İnsanlar, kendisine hitap eden bir mesajı değerlendirirken ya aklına ya da arzu ve ya aklının ya da arzu ve ihtiraslarının buyruğuna uyarlar.  Aklına uyanlar, kendilerine yöneltilen davetin, doğruluğu üzerinde düşünürler. Arzu ve ihtiraslarına uyanlar ise sadece bedensel hazlarını, geçici isteklerini, adi menfaatlerini dikkate alarak daveti bu açıdan değerlendirirler. Kur’an’ın neredeyse başından sonuna kadar asıl mücadele ettiği zihniyet de işte bu ikincisidir. Mekkeli putperestlerin zihniyet yapısını özetleyip eleştiren bu âyetler, evrensel planda son derece anlamlı, aydınlatıcı dersler içermekte; insanlığın genel bir zaafına işaret etmektedir. Nitekim tarihin her döneminde, bugün dahi insanlığın temel sorunu, bedensel arzularını, maddî çıkarlarını, makam ve mevki tutkularını akıl ve irfanın ışığından, doğru inanç ve sağlıklı düşünceden, hak ve adalet ölçülerine göre hüküm ve karar verip hayatlarını bu ölçülerle düzenlemekten daha önemli görmeleridir. Allah ümmeti hevasını ilah edinmekten muhafaza etsin diyerek devam ediyorum.

51.ayetle yeni bir konuya geçtiğimiz bu kısımda Efendimiz’e gönderilmiş bir ayet o kadar güzel ama o kadar güzel ki, bir insanın omuzlarına dünyanın yükünü verirken bir yandan da onun içini bu kadar okşamak ancak Allah’ın şanından olsa gerek. Bu ayeti okurken bizim insanlarla olan ilişkilerimizde de bu tavrı takınmamız gerektiği geldi. Hayatı birileriyle paylaşıyoruz, mecburen ya da isteyerek. Sürekli halde isteklerimiz oluyor, ha keza istekleri de. Önemli olan bu istekleri yerine getirmekten ziyade, rica edebilmek, teşekkür edebilmek ya da bu isteğin memnuniyetini görmek. Yoksa kimse bir işi yapmaktan aciz değil. Ama o işin sonunda bir güler yüz, bir tatlı dil, bir güzel söz duymak işin zevkini kat be kat arttırıyor gibi. Çok konuştuk ayete geçelim; ‘’ Eğer dileseydik, elbette her köye bir uyarıcı gönderirdik.’’  Yani, ‘’Eğer dilemiş olsaydık, her memlekete ayrı bir peygamber gönderirdik. Fakat böyle yapmadık. Çünkü, son nebimiz tıpkı güneş gibi bütün dünyayı aydınlatmaya yeterlidir. İsteseydik senin peygamberlik yükünü hafifletir ve her şehir halkına onları uyaracak bir peygamber gönderirdik. Fakat seni ve şanını yüceltmek için, bütün yeryüzü halkına sadece seni gönderdik. Öyleyse bu yüceltmeye, davette ve hakkı ortaya çıkarmakta se­bat ve gayret göstermek suretiyle karşılık ver. ‘’ Subhanallah. Güzelliğin güzelliği.

Arada gelen ayetleri hızla geçiyorum ve geliyorum 63.ayete; ‘’O Rahmanın kulları, yeryüzünde tevazu ile, yumuşak ve vakarla yürürler, cahiller kendilerine laf attığı vakit ‘’selametle’’ derler’’. Buyrun bize bir güzellik daha. Allah’ın kulları, yeryüzünde te­vazu ve vakarla yürüyenlerdir. Ayaklarını şımarıkça vurmazlar, salınarak yürümezler. Âyette geçen “Rahman’ın kulları” tamlaması, onları şereflendirmek içindir. Yani, Allah’ın sevdiği kullar bunlardır. Bunlar, Allah’a nisbet edilmeye layıktır. Hasan Basrî şöyle der: Onlar, hiç kimseye cahilce davranmazlar. Kendilerine cahilce davranılırsa, yumuşaklıkla cevap verirler.  Daha sonra 67 ve 68.ayette müminlerin özelliklerini anlatmaya devam ediliyor; ‘’ O kullar harcadıklarında ne israf ne de cimri­lik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar. Yine onlar ki, Allah ile beraber başka bir Tan­rıya yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahının cezasını bulur.’’ Önce ilk ayete bakalım; ‘’O kullar, harcadıkları zaman ne is­raf ne de cimrilik ederler.’’ Bu, Allah’ın kullarının beşinci sıfatıdır. Yani, on­lar yiyilecek, içilecek ve giyilecek şeyler için harcama yaptıklarında saçıp savurmazlar. Cimri denilecek kadar da az harcayıp kısıntı yapmazlar, Onların harcamaları israf ile cimrilik arasında orta halli bir har­camadır. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Eli sıkı olma, büsbütün eli açık ta olma” İkinci kısıma baktığımızda ise şirk, cinayet ve zina uyarısı bizi karşılıyor. Bu üç şey Efendimiz’in İbni Mesud’a en kötü günahlar diye anlattığı üç şeydir. Yani gerçek bir müslümanın bu üç şeyi değil yapmak, yakınından ve düşüncesinden dahi geçmemesi gerekmektedir.

Müminlerin bu hallerinden bahsettikten sonra tabi bu hallerde olmayanlar da düşünülmüş. Ve yeni kısıma tövbe kapısının daima açık olduğundan bahsederek başlanmış. Sonra devamında da kulun duasının ne kadar ehemmiyetli olduğunu ve duasının onu kurtarabileceği anlatılmış. Demek ki, yukarıdaki ayetlerde geçen özellikler henüz bizde olmayabilir. Hala ayaklarımızı vura vura, şımarıkça ve gösterişle yürüyor olabilir. Çok şükür Allah’ı biliyoruzdur ama zinaya mahal verecek durumlardan kaçmıyor da olabiliriz. Ama işte kapılar yine bize açık, yine allah bize sesleniyor; ‘’Ancak tövbe edip salih amel işleyenler başka, çünkü Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Çünkü Allah bağışlayandır, merhamet edendi.’’ Subhanallah. Merhametlilerin en merhametlisi diye sığındığımız Rabbimiz bizi asla kapısından boş çevirmiyor. Biz gerçekten günahımızdan utanarak samimiyetle ona gidersek, o hem günahlarımızı affediyor, hem onları iyiliğe çeviriyor, hem de bizi dünyadaki mucizelerinden biri haline getiriyor. Sonra da 74.ayetle bize bir dua öğretiyor, bu duayı da not edin derim; ‘’ Ey Rabbimiz! Lütfunla bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla. Ve bizi takva sahiplerine önder kıl.’’ Amin, Allahım, amin. Bu kadar duadan bahsettik bahsettik bahsettik, sonra bir güzel duaya da amin dedik. Peki gerçekten dua bu kadar önemli mi? Gerçekten biz oturduğumuz, yattığımız, koştuğumuz, yediğimiz, içtiğimiz yerden dua ettiğimiz an Rabbim hepimizi duyuyor mu? Aynı anda milyarlarca insan birden O’ndan bir şey istiyoruz ve yalvarıyoruz. Ve o bizi duyuyor, ve bazen icabet bile ediyor. Demek ki dua kulun Allah ile konuşmasıdır. Demek ki Dua kulun, kulluğunu bilişi, Rabbini tanıyışı ve ona sığınışıdır. Ve zaten Rabbi ona Furkan Suresinin son ayetinde şöyle demiştir; ‘’Duanız, kulluğunuz ve yalvarmanız olmasa Rabbin size ne kıymet verirdi?’’

Sadakallahulazim.

“Meal Okumaları 25 – Furkan Suresi” üzerine 6 yorum

  1. Esselamu aleykum. Allah razı olsun gönül kardeşim, yine güzel bi yazı olmuş. Bişeyler paylaşmak istedim.
    Kafirlerin yaptığı iyiliklerin karşılığı konusunda, Zilzal Suresi’ne geldiğimizde biraz daha aydınlanıcaz sanırım, Yanlış hatırlamıyorsam 7.ayetin tefsirlerinde bu konu detaylıca anlatılmıştı. “Her kim zerre miktar iyilik yaparsa karşılığını görecektir” ayeti. Diyor ki, kafirler yaptıkları iyiliklerin karşılığını bu dünyada alır, Allah onlara ahirette iyiliklerinden nasip vermez. Bu gün de kafir topluluklarına baktığımızda bunu görebiliyoruz aslında, onlar rahat ve müreffeh hayatlar yaşarken müslüman dünyasının zulüm altında oluşu buna delalet gibi geliyor bana.
    Yine aynı ayetin tefsirinde devamla, müslümanlarınsa işlediği günahların cezasını bu dünyada verir ki, ahirette azabtan nasipleri olmasın, oraya sadece mükafatları kalsın.
    ^_^

    Yanıtla
    • ve aleykümselam, ne kadar güzel anlatmışsın. Bence benim yerime biraz da sen yazmalısın. Galiba yavaş yavaş yorgunluk belirtileri göstermeye başladım. Özellikle senin yazdıklarını okurken, okumayı çok özlediğimi anladım. Yetiş Sümeyye! 😀

      Yanıtla
      • Çok haklısın yorulmakta. Ben, misal, sizden önce başlamama rağmen hala bi kaç sure gerideyim:) Sadece doğru öğrenme sorumluluğu değil bir de doğru anlatmak çok daha ağırdır eminim.
        Rabb’im göğsünü açsın, işini kolaylaştırsın, dilinin bağını çözsün ki sözünü anlasınlar inşallah..

        Yanıtla

Yorum yapın