بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Şuarâ Sûresi Mekke’de inmiştir. Tevhîd, Allah’ı birleme, peygamberlik ve öldükten sonra dirilme gibi, dinin esaslarını ele alır. Bu sûre, iman esasları yönüne Önem veren ve Mekke’de inmiş olan diğer sûrelere benzer. Sure adını, “şuara” kelimesinin geçtiği 224. ayetten alır, Şuara ‘’şairler’’ anlamına gelir. Mushaftaki sıralamada yirmi altıncı, iniş sırasına göre kırk yedinci sûredir. Vakıa sûresinden sonra, Nemi sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 197. âyeti ile son dört âyetinin (224-227) Medine döneminde indiğine dair rivayetler de vardır. Konu dağılımı ise şu şekildedir;
1-9: İnkar eden kavimler
10-68: Musa ve Harun’un Firavun ile mücadelesi
69-87: İbrahim as’ın Allah’ı bulması
88-104: Ahiret hayatı
105-112: Nuh as’ın kavmine tebliği ve gemi hazırlaması
123-140: Hud as’ın kavmine tebliği ve Ad kavminin helakı
141-159: Salih as’ın kavmine tebliği ve Semud kavminin helakı
160-175: Lut as’ın kavmine tebliği ve halkın helakı
176-189: Şuayb as’ın kavmine tebliği ve Eyke halkının helakı
190-227: Kuran’ın uyarıları, Efendimize bildirilenler ve Şeytanın peşindekiler
Surenin kategorik sıralamasına baktığımızda daha önce çoğunu öğrendiğimizi söylememe gerek yok herhalde. Yine ufacık da olsa hatırlatarak geçeceğim ama inanın bu sefer gerçekten ufacık olacak. Her neyse, hemen ilk ayete dönüyorum. İlk ayette karşımızı hurufu mukatta harfleri çıkıyor, ki biz bunu daha önce defalarca açıkladık ama tekrar iyidir diyerek başa dönüyorum. Hurufu mukatta harfleri anlamının bize bildirilmediği, sadece Efendimiz’in anlayabileceği ayetlerdir. Kuran’da bulunmasının sebebi ise, Allah’ın kuluna acziyetinin her alanda olduğunu gösterme isteğidir. Yani biz Kuran’ı bile ancak O’nun izin verdiği kadar anlayabiliriz. Ne kadar uğraşırsak uğraşalım, bu Ta, Sin, Mim anlamlarına asla anlam veremedik, veremeyeceğiz. Vermeye çalışanları da ciddiye almayacağız. O zaman bunun üstünde çok durmadan 3.ayet geçiyorum, ki bu ayet o kadar güzel ki, Rabbin peygambere şefkati o kadar belli oluyor ki; ‘’ Rasulum, Onlar mümin olmayacak diye sen adeta kendine kıyacaksın.’’ Bu ayeti neresinden tutup anlatsam inanın bilmiyorum, kendisine inanmıyorlar diye değil de müslüman olmadılar diye ahirette azap görecekler diye üzülen bir peygamber düşünün. O bizim Peygamberimiz. Daha önce meydanlarda da, yarın ahirette de illa ümmetim illa ümmetim diye en ön safta duracak olacak Peygamber, sadece bizim. Diğer peygamberler kavimlerini tanımamazlıktan gelirken, bizim Peygamberimiz, onlar benim ümmetimden diye sevabıyla günahıyla hepimize kucak açacak. İşte bizim gün içinde salavat getirmeyi unuttuğumuz, ay bu namazı da sünnetsiz kılayım diyebilecek kadar duyarsız olabildiğimiz bu günlerin bile hesabını yapmayacak tek insan o. Ve koskoca yaratıcı onun için ayet indirip ‘’Sen kendine kıyacaksın’’ diyor. Bu ayet gizli bir şefkat, açık bir tesellidir.
Aradaki ayetler anlaşılabilir olduğu için ben Musa ve Harun as ile ilgili olan kısıma geliyorum. Daha önce çok fazla anlattığımız bu kıssada birkaç ekstra bilgi var. Bu yüzden önce onların verildiği ayetlere bakalım. Biliyorsunuz ki Musa as’a peygamberlik geldikten bir süre sonra kardeşine de gelmişti. Bu daha önce karşılaştığımız bir durum değildi. İşte burada bunun sebebini anlıyoruz. 13.ayette diyor ki; ‘’Ey rabbim benim göğsüm daralır, dilim açılmaz, onun için Harun’a da peygamberlik ver’’ Burada anlamamız gereken şey acaba Musa as’ın uslup olarak yetersiz yahut tebliğ olarak eksik kaldığı mı olmalı diye düşünüyorum açıkçası. Zaten “Göğsüm daralır” ifadesi, Hz. Musa’nın (a.s) böylesi bir göreve yalnız gitmekte tereddüt ettiğini ve ayrıca güzel ve etkili konuşamadığı hissine sahip olduğunu gösteriyor. Bu yüzden, kendisinden daha iyi konuşan Hz. Harun’un (a.s) da kendisine yardımcı bir rasûl olarak yanında görevlendirmesini Allah’tan istiyor. Başlangıçta, Hz. Musa’nın (a.s) kendi yerine Hz. Harun’un (a.s) risalete getirilmesini istemiş olabileceği, fakat daha sora, Allah’ın kendisini bu mevkiye getirmeyi irade ettiğini hissedince, bu defa Hz. Harun’un (a.s) hiç olmazsa yanında yardımcı ve danışman olmasını istemiş olması mümkündür. Hz. Musa’nın (a.s) burada Hz. Harun’un (a.s) danışman olarak seçilmesini istemeyip “Harun’a risalet gönder” diye dua etmesi buna delil olarak gösterilebilir. Öte yandan, Ta-Ha Suresi’nde Hz. Musa’nın (a.s), “Bana ailemden bir vezir ver, kardeşim Harun’u” dediği, Kasas Suresi’nde de, “Kardeşim Harun benden dil bakımından daha fasihtir, onu beni doğrulayıcı bir yardımcı olarak benimle gönder” diye dua ettiği nakledilmektedir. Buradan, bu iki isteğin daha sonra yapıldığı, fakat başlangıçta Musa Peygamber’in (a.s) Allah’tan kendi yerine Harun’a (a.s) risalet göndermesini rica ettiği anlaşılmaktadır. Peygamberler Tarihi kitaplarından aldığım bilgiye göre de bu ricanın şöyle bir sebebi olabilir. Rivayete göre Musa (a.s) kekeme imiş ve halkın onunla alay etmesinden çekinirmiş. Bazıları bu durumu çekinmek değil de, halkı bunu sebep alıp iman etmezse diye Harun’u da yanına istemiş diyerek de açıklamış. Bunlar tamamen rivayet olduğu için daha fazla üstünde durmadan geçiyorum. Bu iki kardeş vazifelerini alıp, 16.ayetteki emir ile Firavun’a tebliğ etmeye gidiyorlar. Tabi yıllar önce Musa’yı saraya alıp büyüten Firavun’dan cevap geliyor; ‘’Biz seni çocukken yanımıza alıp büyütmedik mi? Şimdi sen nankör kafirlerdensin’’ Firavun, bu sözüyle, Musa’ya yaptığı iyiliği başına kakmak ve onu küçük düşürmek istediyse de başarılı olamamıştır. Ve peşine Firavun’un onu öldürtmek istemesiyle, Musa as 30.ayetteki ifadeyle; ‘’Sana apaçık bir ispat getirirsem de mi?’’ diye sorarak bir şans elde etmiştir. Bunun üstüne 32.ayet anlatılan mucize gerçekleşmiştir. ‘’Bunun üzerine Musa asasını bıraktı. Bir de ne görsünler, apaçık bir ejderha! Bir de elini çekti çıkardı. O el bembeyaz oluverdi. Firavun etrafındakilere ‘Bu ilginç bir sihirbazdır.’ Sizi yerinizden çıkarmak istiyor, ona ne emredersiniz?’ dedi. Onlar da ‘O ikisine yapacağını ertele. Her yerde bulunan büyücüleri toplayacak kimseleri, ülkenin dört bir yanına gönder.’dediler’’ Ayetlerde bahsedilen olan daha önce iki hatta belki üç defa anlattığımız sihirbazların ortaya değnek atması ve Musa’nın asasının da yılan olup her oyunu bozması. Bu olayla ilgili ilk defa karşılaştığımız şey ise, 46.ayetten sonra başlayan sihirbazların teslimiyetlerinin anlatılması; ‘’Sihirbazlar derhal secdeye kapandılar. Alemlerin Rabbine iman ettiler. Firavun dedi ki; Ben size izin vermedim. Sizin ellerinizi ayaklarınızı kestireceğim. Çarmıha gereceğim. Büyücüler dediler ki, zararı yok, biz nasılsa Rabbimize döneceğiz.’’ Allahuekber. Teslimiyetin güzelliğine bakar mısınız. Saniyeler önce meydan okurken, saniyeler sonra uğruna can feda diyebilecek bir iman. Rabbim nasip et. Kıssanın devamında, Musa ve halkı Firavun’dan kaçıyor, Kızıldeniz’den geçerken denizi yarıyor, denizden geçerlerken Firavun ve halkı boğuluyor. Sonra da sure İbrahim as’ın kıssasına geçiyor.
Sıradaki konuya girişi 69.ayetle yapıyor; ‘’Onlara İbrahim’in kıssasını da anlat’’ derken bize verilmek istenen gizli bir mesaj var. Tefsircilerin ortak kararı şu yönde; ‘’ İbrahim Peygamber’in hayat hikayesinin bu bölümü, risalet görevi almasından sonra, Tevhid ve Şirk sorunları üzerinde kendisiyle kavmi arasında geçen çatışmanın zamanıyla ilgilidir. Hz.İbrahim müşrik değildi, tam tersine şirkin baş düşmanıydı. Bir Yahudi ve Hıristiyan da değildi o. Çünkü Hıristiyanlık ve Yahudilik ondan yüzlerce yıl sonra doğmuştu. Öyleyse, bunların dinlerinin temelini oluşturduğunu sandıkları özel inanç ve adetler Hz. İbrahim’in (a.s) getirdiği dinin parçası olamazdı. Hak Din, tüm bu kirliliklerden uzak, yalnızca Bir Allah’a ibadet ve itaata dayanan dindi.’’ Bu cümleler biraz kafa karıştırıcı görünse de aslında özetle İbrahim’in hiçbir zaman müslümanlık dışında başka bir dine kaymadığını, diğerleri gibi olmadığını anlatıyor. Allah’ı bulana kadar, hepsini inkar etmiş. Ve Rabbi de onu risalet göreviyle müjdelemiş. Paragrafın özeti bu aslında. Her neyse devam edelim. Daha sonra babasıyla olan münasebeti anlatılmış, ki daha önce de söylemiştik, babası dönemin en büyük putçularından ve sağlam tapıcılardan. Babasına sürekli olarak, o seni yedirmez, doyurmaz, iyileştirmez diye saçma bir yolda olduklarını anlatmış olsa da, başarılı olamamış. Ayetler bu yüzden şöyle devam ediyor; ‘’Benim Rabbim beni doyurur, içirir. Hastalandığım da bana şifa verir. Ve beni öldürür, sonra da tekrar diriltir’’ Daha sonra 83-87.ayetler arasında İbrahim as’ın duası var. Her duada söylüyormuşum gibi oluyor ama bu duayı da kaydedin derim. ‘’O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Allah’a arınmış bir kalp ile gelen başka.’’ Allahım, ayetin güzelliğine bakar mısınız? Temiz gelen demiyor, temizlenen diyor. Arınmış demek pisliğe bulanmış olsa bile temizlenmiş olan demek değil midir? Rabbim bizi böyle de kabul ettiğini bir kere daha İbrahim’in dilinden söylüyor. Defalarca söyledi, defalarca daha söyleyecek. Ve ben her gördüğümde daha da mutlu olacağım. Ve siz hala tövbe edince gerçekten affedilmiş olur muyum diye düşünüyorsanız, sakın düşünmeyin. Rabbin merhameti sizin günahlarınızdan küçük değil. Rabbin rahmeti sizin hatalarınızdan az değil. Rabbin şefkati sizi saracak, yemin ediyorum saracak, ayete dayanarak söylüyorum saracak, yeter ki bir tövbe. Bir samimi estağfirullah.
Tamamdır. Sıradaki konuda ahiret hayatı anlatılmış ve putperestlerin ne kadar boş bir yolda oldukları müslümanlara hatırlatılmış. Bu biraz da destek gibi olmuş, hani böyle ‘siz doğru yoldasınız, aynen devam’ der gibi. Tabi bu kadar amiyane bir tabirle söylenmemiş. Bu tamamen benim üslupsuzluğum. Bu kısımı hızla geçip diğer kavimlere geliyorum.
Önce Nuh kavmi ele alınmış, yaklaşık 20 ayet kadar devam eden bu konu içinde daha önce öğrendiğimiz dışında bir bilgi yok. Hatta bu âyet kümesi genel olarak incelendiğinde Hz. Nuh’un davetinin esaslarıyla Hz. Mûsâ ve Hz. İbrahim’in davetini anlatan âyetlerdeki İlkelerin öz ve içerik olarak aynı olduğu görülüyor; keza bu peygamberin tebliğde bulunduğu toplulukların inançları ve hak din karşısındaki tavırları arasında da büyük bir benzerlik olduğu da anlaşılıyor. Bu yüzden direk Hud as ve ad kavmine geçiyoruz. Ufacık hatırlatalım bu kavimler ne yapmıştı. Hz. Hûd Allah’ın birliği İnancını tebliğ ettikten sonra, işledikleri günah ve putperestlikleri nedeniyle kavmini Allah’tan bağış dilemeye ve tövbe edip O’na yönelmeye davet etti. Böyle yaptıkları takdirde Allah’ın, üzerlerine bolca yağmur yağdıracağını ve kuvvetlerine kuvvet katacağını haber verdi, Âd kavmi çölde yaşamakla birlikte tarım ve bağcılıkla da uğraşıyordu. Bu nedenle yağmura şiddetle ihtiyaçları vardı. Bu sebeple Hz. Hûd Allah’ın izniyle onlara böyle bir vaadde bulundu. Allah tarafından kuvvetlerine kuvvet katılacaktı; maddî olarak bolluk ve berekete manevî olarak izzet, şeref ve itibar eklenecekti. Fakat Hûd’un kavmi gururlu ve kibirliydi; onun anlattıklarını ne istedi ne de ona inandı, hatta peygamberi akılsızlık, sapkınlık ve yalancılıkla itham ettiler. Daha sonra onlar da helak oldu. Bir sonraki kavim Salih as ve Semud kavmi. Ve ayet kümesi içerisinde daha önce Hicr Suresinde kısaca değindiği Deve kıssası anlatılıyor. Bu olay Semud kavminin Salih as’dan bir mucize istemesi üzerine gerçekleşiyor. 155.ayet ile başlıyor kıssa; ‘’İşte bir dişi deve, su içme hakkı bir gün onun bir günün sizindir, sakın ona kötülükle yaklaşmayın yoksa Allah’ın azabı sizi bulur’’ Aslında ayet apaçık bir şekilde uyarıldıklarını gösteriyor. Fakat daha öncede dediğimiz gibi, onlar hadi bakalım ne olacak dercesine katlediyorlar hayvanı. Sonra da zaten ayet hükmünü buluyor ve helak oluyorlar. Daha sonra Lut as ve Sedom kavmiyle ilgili kısım geliyor. Sedom halkı yaşadıkları cinsel imtihanlar yüzünden helak olan kavim olarak direk hatırlayacağımız bir kavim. Nasıl ki Ad kavmi sütunlu yüksek binalar yapma hevesindeyse, Semud kavmi oyma evler yapmasıyla bilindiyse Sedom kavmi de bu yasaklanmış ilişki şekilleriyle bilinen kavimdir. Bunlar da Peygamberlerinin hanımlara yönelin çağrısına kulak asmayınca helak olmuş bir kavimdir. Arkasından gelen Şuayb as’ın kavmi, biraz bu kavimden bahsetmek gerekirse bunların öyle sapkınlıkları ilah muhabbetleri aşırı değildi. Hatta Medyen halkı bolluk içinde, müreffeh bir hayat yaşıyordu; yani onların böyle ahlâk dışı davranışlara sapmaları yoksulluktan kaynaklanmıyordu. Hz. Şuayb bu konu üzerinde çok durdu; ölçüyü, tartıyı eksik tutmamalarını, adaletle ve düzgün ölçüp tartmalarını, kendi çıkarları uğruna insanların mallarının değerini düşürmemelerini ve yeryüzünde fesat çıkararak ülke düzenini bozmamalarını emretti; böylece hak dinin tevhid ve adalet ilkelerini toplumda yerleştirmeye çalıştı. Ama bunlar gerçekleşmeyince 189.ayetteki gibi ‘’Onu yalancı saydılar, sonra da gölge gününün azabı onları alıverdi’’ ayeti vuku buldu.
Kavimleri geride bırakarak Kuran’ın uyarılarına geliyorum. İlk olarak karşımıza ‘’Kuran neden Arapça?’’ sorusuna cevap çıkıyor.195. âyette, Kur’an’ın tam olarak anlaşılabilmesi için “açık bir Arapça” ile indirilmiş olduğu ifade ediliyor. Ancak Hz. Peygamber Arap, getirdiği mesaj da Arapça olunca müşrikler bunu kendisinin uydurduğunu iddia ettiler. Oysa Allah mesajını Arap olmayan birine Arapça olarak indirse ve onun okumasını sağlasaydı -uydurdu diyemezlerdi ama- yine de iman etmezlerdi diye de durum açıklanıyor. Veya ‘’Kur’an’ı bir yabancının diliyle vahyet-miş olsaydı inkarcılar bu sefer de mesajı anlayamadıklarını ileri sürerek yine inanmayacaklardı’’ diyerek de yolları kesiliyor. Yani Kuran’ın o dönem Arapça olarak indirilmesi halkın kolay anlaması için diye düşünülebilir. E peki biz o zaman Türkçe mi okuyalım, sonuçta öyle anlıyoruz deme gibi bir lüksümüz yok. Çünkü Kuran’ın arapçasını okumak ibadet, türkçesini okuyarak anlamak ise vazifemizdir. Daha sonra 194.ayete bakalım istiyorum, burada ‘’O senin kalbine indirilmiştir’’ diye bir ifade var. Bununla ilgili Muhammed Es Sabuni tefsirinde şöyle bir rivayet alıntısı yapmış; ‘’ Yüce Allah, önceki âyetlerde peygamberlerle ilgili kıssaları Rasûlüne (s.a.v.) anlattıktan sonra, ardından, onun peygamber olduğunu gösteren delili anlattı. O delil de, bu mucize Kur’an’ın, peygamberlerin sonuncusunun kalbine indirilmesidir. ‘’ Burada birçok görüş var ama ben en akla uygunlarını size aktarayım. Kimisi Kuran’ın kalbe inmesinin temsili bir ifade olduğunu söylüyor. Bu mümkün. Kimisi o dönem insanların Kuran’ı Muhammed’e şeytanlar getirdi demesi üzerine, hayır biz onun kalbine indirdik açıklamasının geldiğini söylüyor. Bu da mümkün. Kimisi de Kuran’ın Efendimiz’in kalbine indirilmesi ifadesinin, yani bunda Muhammed’in eli yoktur anlamına geldiğini söylüyor. Bu da mümkün. Kimisi de bunun alelade bir mucize olduğunu söylüyor. Bu da mümkün. Kimisi de burada kastedilen kalbe indirilme durumunun geçmiş kavimlerin haberleri olduğunu, daha önceler defalarca dünyanın yerle bir olduğu için onlardan haberi olmayan bu insanlara bu bilgilerin kalbe ilham edilerek geldiğini bildirdiğini söylüyor. Ki bence en mümkün bu olabilir. En güvendiğim tefsircilerin bile farklı fikirler ileri sürdüğü bu konu üzerine daha fazla konuşmak istemiyorum ve geçiyorum 221.ayete. Daha önceki âyetlerde (210-212) Kur’an’ı Hz. Peygamber’e şeytanların getirdiği, dolayısıyla onun bir kâhin olduğu iddiaları reddedilmişti. Burada ise şeytanların Hz. Peygamber’e yaklaşamayacakları belirtilmekte ve kimlere yaklaşabilecekleri açıklanmaktadır. Bu ayetlere göre şeytanlar ancak çok yalan söyleyen, iftira atan, sahtekâr, günah işlemekten çekinmeyen kimselere, yani kendilerine uygun karaktere sahip olanlara yanaşırlar. Ve artık izninizle son ayete gelip, ayetin son kısmının güzelliğiyle sizi başbaşa bırakmak istiyorum. Bu ayeti okurken aklıma mazlum müslüman halkları gelmişti. Ve bu ayeti görünce de kocaman yürekten bir amin demiştim. Buyrun ben ayeti yazayım siz de aminleri gönderin;
‘’Zulmedenler nasıl bir inkilap ile devrileceklerini yakında bilecekler’’
Sadakallahulazim.
Allah razi olsun Gonul hanim