بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Bu sûre, Mekke’de nâzil olmuştur. 93 âyettir. 18. âyetinde, Süleyman aleyhisselâmın ordusuna yol veren karıncalardan söz edildiği için sureye karınca anlamına gelen Neml adı verilmiştir. Mushaf’taki sıralamada yirmi yedinci, İniş sırasına göre kırk sekizinci suredir. Arka arkaya inmiş ve Kur’an’da da peş peşe tertip edilmiş olan Şuara Neml ve Kassas sureleri, geçmiş milletlerin kıssalarını anlatmak suretiyle ibret ve öğüt verme hususunda hemen hemen aynı yolu takip ederler. Bu yüzden başlık olarak ayrı ayrı inceliyor olsak da, bu üç sure aslında birbirini açıklayan ve tamamlayan surelerdir. Konulara şöyle bir göz atıp ayetlere geçelim;
1-6: Müminlere öğütler ve müjdeler
7-14: Musa as ve asası
15-44: Süleyman as ve Davud as ve ordularıyla ilgili mucizeler
45-53: Salih as ve Semud kavmi’nin kıssası
54-58: Lut as ve Sedom kavmi
59-93: Allahın nimetlerini açıklamak, İnkarcı müşrik ve kafirlerin sapkınlıklarını Rasule anlatmak
Surenin ilk 6 ayetinde Kuranın müminlere hidayet rehberi olduğuna değiniliyor. Ve 3.ayette ise ‘’Onlar namazı kılar, zekatı verir be ahirete iman ederler’’ diyerek her müslümanda olması gereken şartlar sıralanmış. Bunlar zaten bizim İslam’ın şartları diye öğrendiğimiz kaidelerdir. Ve bunu bildirdikten sonra da Efendimiz’e ‘’Rasulum, bu Kuran sana hikmet sahibi ve herşeyi bilen Allah tarafından indirilmektedir’’ buyrulmuş. Ben arka arkaya okuduğum bu ayetleri islam ve iman şartlarını birlikte verilmiş olarak değerlendirdim. Tek bir ayet içinde Allah’ı kabul et, Rasülünü kabul et, kitabını kabul et. İşte 3 iman şartı bir arada verilmiş.
Surenin girişini yaptık, devamına baktığımızda ise yine bir solukta kavimlere gireceğiz, sonra Süleyman ve Davud as ile ilgili ilk defa duyacağımız kıssasları anlatacağız sonra tekrar kavimlere dönecek ve bir solukta çıkacağız. Bu arada bir şey söyleyeyim mi, şu cümleyi okuduğunda anlamayacak olan milyonlarca insan var. Çünkü benim girip çıkacağız diye basitçe anlattığım bu şeyler tam 40-50 ayet ve biz resmen artık bunları o kadar iyi biliyoruz ki, kavimleri o kadar yakından tanıyoruz ki ekstra olan bilgiler dışında okuyup geçiyoruz. Bu müthiş bir nimet. Bu müthiş bir ilim. Daim olsun inşallah diyor ve Musa as’a başlıyorum. 7.ayet ile başlayan bu konuya şöyle giriş yapılmış; ‘’Hani bir vakit Musa as ailesine şöyle demişti, ben bir ateş hissettim ondan size haber getirmeye gideceğim.’’
Bu olay, Musa as Medyen’den Mısır’a giderken olmuştu. Musa’nın neden Medyen’e gittiğini, orada nasıl evlendiğini ve neden oradan ayrılıp tekrar Mısır’a dönmeye kalktığını bir sonraki surede yani Kassas Suresinde öğreneceğiz. Şimdi bu ateşe gidip haber getirme ayetine yoğunlaşalım. Musa as Mısır’a dönerken yolu kaybetti, soğuk ve karanlık bir gece olmasının yanı sıra hanımını da doğum sancısı tuttu. Ayetteki haber getirmeye gideceğim ifadesi ‘’Size yol hakkında bilgi getiririm, ya da size ateşten bir parça kor getiririm. Böylece ısınırsınız’’ olarak anlaşılabilir. Fakat Musa, ateşin bulunduğu yere vardığında korkunç bir manzara ile karşılaştı. Zira, ateşin yeşil bir ağaç içinde yandığını görmüştü. Ateşin alevleri arttıkça, ağacın yeşilliği ve parlaklığı artıyordu. Sonra başını kaldırdı. Bir de ne görsün, ateşin aydınlığı gök ile birleşmiş. İbn Abbas şöyle der: “O ateş değil, sadece parlayan bir nurdu. Musa as gördüklerine hayret ederek dikilip kaldı ve ona yüksekten bir nida geldi: Tûr dağı tarafından: “Ey Musa! Sen mübarek kılındın, çevrendeki melekler de mübarek kılındı” diye seslenildi. Ebu Hayyân der ki: “Ey Musa! diye nida ederek başlaması, Musa as için bir müjde ve yalnızlığını gidermek, yapacağı münâcaata bir giriştir. Ateşin yanında ve çevresinde olanlar mübarek kılınmaya layıktır. Çünkü büyük bir olay meydana gelmiştir ki bu da Allah’ın Musa a.s. ile konuşması ve ona peygamberlik görevini vermiş olmasıdır. Bu ayetten sonra ki kısımda ise, Musa’nın yaşadığı mucizenin şokundan çıkması için ‘’Elindeki asanı bırak’’ uyarısı yapılmasına ve asanın yılan olmasına değinilmiş. Farkındaysanız Musa’nın asası sürekli ya yılan ya ejderha oluyor. Yani artık asa deyince karşılaşacağımız mucizeleri kestirebiliyoruz.
Şimdi geldik sureye adını veren konu grubuna. Burada adı geçecek olan peygamberleri bir tekrar hatırlayalım. Çünkü çok fazla karşımıza çıkan isimler değiller. Süleyman as, Davud as’ın oğludur. Peygamberlik babadan oğula geçen bir görev değildir ama bazı peygamberlerde olduğu gibi onlarda da Davud as vefat edince peygamberlik vazifesi oğlu Süleyman’a verilmiştir. Bu konuya 16.ayette zaten açıklık getirilmiş; ‘’Süleyman, Davud’a varis oldu’’ Yani bu zaten Kuran’ın onayladığı ve bildirdiği bir durummuş. Ayetine devamına bakalım; ‘’Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi ve bize herşeyden verildi. Bu bir lütuftur.’’ “Bize kuş dili öğretildi” mealindeki cümle, Hz. Süleyman’ın, ilâhî bir mucize olarak kuşların dilini öğrendiğini ifade eder. Süleyman, kuşların yalnız sesleri veya hareketleriyle ifade ettikleri duygu ve eğilimlerini anlamakla kalmıyor, o duygulan idare eden ilâhî yasaları da biliyordu. Böylece onların öterek Allah Teâlâ’yı teşbih ve tazim ettiklerini anladığı gibi, onları idaresi altına alarak kendine has teşkilâtıyla ordusunda hizmette de kullanıyordu. “Bize her şeyden gerektiği kadar verildi” cümlesi, verilen nimetlerin çokluğunu yani sahip olduğu ilim, hikmet, peygamberlik ve malı; cinler, insanlar, kuşlar, rüzgârlar, evcil ve yabani hayvanlara hükmedebilmeyi, göklerle yer arasında kendisine ihtiyaç duyulan her şeyi ifade eder . Süleyman aleyhisselâm Allah’ın lütfettiği bu imkânlardan faydalanarak hem peygamberlik hem de hükümdarlık görevlerini yerine getirmiştir. Bu âyetin üslûbundan Hz. Süleyman’ın bu sözleri, büyük bir topluluğa hitap ederken söylediği, bununla insanların kendisine itaatini sağlamayı amaçladığı anlaşılmaktadır. Bir sonraki ayette ‘’Cinlerden, insanlardan ve kuşlardan kurulu ordular Süleyman’ın hizmetine toplandı. Hepsi bir arada düzenli olarak idare olunuyorlardı. Hatta karınca deresine vardıklarında bir karıncı şöyle dedi; ‘’Ey karıncalar yuvalarınıza girin. Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesin.’’ Şimdi burada ciddi bir çeviri sıkıntı yaşıyor olma ihtimalimizi açıklamak istiyorum. Çünkü bence bu önemli bir ayrıntı. Biz müslümanlar, elhamdulillah Kuran’da karşımıza çıkan mucizelere alıştık. Bu yüzden bir karıncanın konuşması bize Fabl okuyormuşuz hissi vermiyor. Gayet de iman ederek, inanarak okuyoruz. Yalnız tam burada Mevdudi bu çevriinin eksik olduğunu söyleyerek meali şöyle veriyor; ‘’Ey karınca halkı evlerinize girin’’ Yani ona göre, Neml vadisinda bulundukları için o halka seslenmesinin ey neml halkı şeklinde olmuş. Ey neml halkının bize çevirisi, karınca olunca da hatlar biraz karışıyor. Hangisi doğrudur gerçektenbir fikrim yok, bu yüzden ikisini de biliverin.
Geldik Süleyman as ile ilgili ikinci kıssasa. Bu da 20.ayette başlıyor; ‘’ Bir de kuşları teftiş ederken şöyle dedi; Hüdhüd’ü niçin göremiyorum. Yoksa o kayıplara mı karıştı.’’ Hüdhüd, çavuş kuşu denilen ve kendisine özgü nağmelerle öten bir kuş türünün adıdır. Bu âyette zikredilen hüdhüdün ise Süleyman’ın emrine verilmiş özel bir yaratık olduğu anlaşılmaktadır. 22.ayette ise; ‘’Çok geçmeden Hüdhüd gelip şöyle dedi; Ben senin bilmediğin bir şeyi öğrendim. Sana Sebe’den sağlam bir haber getirdim.’’ Sebe, Güney Arabistan’da yer alan ve halkı ticaretle tanınmış bir ülke idi. Aynı zamanda bu halk güneşe tapanlar olarak da bilinirlerdi. 24.ayette Hüdhüd’ün verdiği bir haber olarak ‘’Onu ve kavmini Allaha değil güneşe tapar gördüm’’ denmesi de bu bilgiyi doğruluyor. Müfessirler Sebe’ ülkesinde hükümdar olan ve Kur’an’da adı anılmaksızm bahsi geçen kadının Belkıs bint Şürahbil olduğunu kaydetmektedirler. Belkıs’ın kimliği hakkında kesin bilgi verilmemekle birlikte tarihçiler onun milâttan önce 10. yüzyılda yaşamış, Hz. Süleyman’la çağdaş bir Arap kraliçesi olduğunu söylemişlerdir. Şimdi bilgileri bırakıp, en başa dönüp kıssa olarak anlatalım. Bir gün Süleyman as, konakladığı susuz bir çölde kuşları teftiş etmiş, su bulmak İçin görevlendireceği hüdhüdün ortadan kaybolduğunu anlayınca kızmış ve mazeretini gösteren bir delil getirmediği takdirde onu âyette belirtilen ceza şekillerinden biriyle cezalandıracağını ifade etmiştir. Hüdhüd çok geçmeden gelip Sebe’ ülkesinden Hz. Süleyman’a bilgi getirdiğini, orada bir kraliçenin yönetimindeki milletin, şeytana uyarak güneşe taptığını haber vermiştir. Süleyman aleyhisselâm, hüdhüdün sözünün doğru olup olmadığını anlamak için yazdığı bir mektubu kraliçeye götürüp sonuçtan kendisini haberdar etmesini hüdhüde emretti. Burada bir parantez açıyorum, bahsi geçen mektup besmele ile başlar. Ve besmele, Kuran’da ilk ve tek defa Neml surenin 30.ayetinde ayet olarak geçmiştir. Hemen dönelim, bu mektubun besmele İle başlaması ve Sebe’ halkının Süleyman’a teslim olmalarını istemesi davetin hem siyasî hem de dinî olduğunu göstermektedir. Süleyman aleyhisselâmın mektubunu alan melike devlet ileri gelenlerini toplayarak mektubun içeriği hakkında bilgi vermiş, ne yapmaları gerektiği konusunda kendileriyle istişarede bulunmuştur. Danışmanları ülkenin savaş gücü hakkında bilgi verdikten sonra nihaî kararın melikeye ait olduğunu ifade etmişlerdir. Melike, savaşın başarısızlıkla neticelenmesi durumunda düşman istilâsının kötü sonuçlarını anlatarak meseleyi barış yoluyla çözmenin daha uygun olacağını ifade etmiş, barıştan yana olduğunu göstermek üzere Hz. Süleyman’a hediyeler göndermiş ve sonunu beklemiştir. Hz. Süleyman, melikenin gönderdiği hediyelere iltifat etmemiş ve teslim olmadıkları takdirde karşı koyamayacakları ordularla üzerlerine gideceğini söyleyerek onları tehdit etmiştir. Elçiler dönüp durumu kraliçeye anlatınca kraliçe mahiyetindeki ileri gelenlerle birlikte Hz. Süleyman’ı ziyaret edip onun dini hakkında bilgi almak üzere harekete geçmiştir. Öte yandan Hz. Süleyman’a bu bilgi ulaşınca, o da kraliçe gelip teslim olmadan önce onun tahtını getirmelerini yanındaki görevlilerden istemiştir. İşte burası biraz mucizevi sayılabilir. 39-40 ve 41.ayette bahsi geçen bu taht getirme meselisi Kuran’da şöyle geçiyor; ‘’ Süleyman; Ey heyet, o kadının tahtını bana kim getirecek dedi. Cinlerden biri, ben onu sen yerinden kalkmadan getiririm dedi. Kitaptan ilmi olan bir zat ise, ben sana onu gözünü kırpmadan getiririm dedi ve Süleyman tahtı yanı başında buldu.’’ Subhanallah. Bu ayette bahsi geçen kişinin kim olduğunu ben de çok merak ettim ve Sabuni’den şöyle bir bilgi buldum; ‘’Tefsirciler şöyle der: “O, Âsaf b. Berhiyâ’dir. Sıddîklardan olup, dua edildiğinde kabul olunan ism-i a’zam duasını bilirdi. Belkıs’ın tahtını getiren odur.’’ Dönelim kıssamıza. Daha sonra Hz. Süleyman Allah’ın kendisine lütfettiği mucize ve nimetleri melikeye göstermek amacıyla büyük bir saray yaptırmış, camdan yapılmış olan tabanını havuz görünümüne sokmuş ve melikenin tahtını buraya yerleştirmiştir. Sarayın tabanının su şekline sokulması, tahtın tanınmasının güç hale getirilmesi melikeyi sarsmak, kendine ve ihtişamına güvenini zayıflatmak, onu büyük bir manevî değişime hazırlamak için olmalıdır. Melike saraya geldiğinde 42.ayetteki alaya alma sanatı ortaya konmuş ve Süleyman ona ‘’Senin tahtın da böyle mi?’’ diyerek getirtiği tahtı göstermiştir. Buradaki amaç, laf göndermek değil de, Melike’ye acziyetini göstermektir. Daha sonra Belkıs’a yani melikeye: “Bu büyük köşke gir” denildi. Belkıs o büyük sarayın avlusunu görünce, onu derin bir su sandı. Oraya girmek için ayaklarının az yukarısını açtı. Süleyman as dedi ki, “o, saf camdan yapılmış, düz ve parlak bir saraydır. Bunun üzerine Belkıs, “Ey Rabbim! dedi. Kuşkusuz ben, şirk koşarak ve güneşe taparak kendime zulmettim. Dinini kabul ederek Süleyman’a uydum. Âlemlerin Rabbine inanmış olarak İslam’a girdim’’ Bu âyetle anlatılmak istenen şudur: Süleyman as bu kraliçe için, billurdan yapılmış güzel ve büyük bir saray edindi ki, ona güç ve kuvvetinin büyüklüğünü göstersin. Belkıs, Allah’ın Süleyman as’a verdiği şeyi ve onun durumunun yüceliğini görüp düşününce Allah’ın emrine boyun eğdi ve Süleyman as’ın büyük bir peygamber ve Hükümdar olduğunu anladı. Kuran’ın bu kısmına kadar ki en muhteşem iman etme kıssası değil mi? Yani en azından bence öyle.
Şimdi Salih as ve Semud kavmine ilk defa kıssa ile giriş yapıyoruz. Daha önce kavimden ve Salih as’dan bahsettik ama kavminin Salih’e yaptıklarından bahsetmelik ayet gelmemişti. Şimdi 48.ayette şöyle buyurulmuş; ‘’O şehirde 9 çete vardı, bunlar fesat çıkarıyorlar. Allah adına yeminleşerek şöyle dediler; Salihe ve ailesine bu gece baskın yapalım sonra da biz yapmadık diyelim.’’ Salih’in şehri olan Hicr’de, kavminin ileri gelenlerinden dokuz kişi vardı. Dahhâk şöyle der: “Bu dokuz kişi, o şehir halkının ileri gelenleri idi.” Onların işi, fesat çıkarmak ve her vesile ve yol ile kullara eziyet etmekti. Bu kıssanın sonunu yine 50.ayet bize veriyor; ‘’Onlar Salih’i öldürmek için tuzak kurdular. Biz de, tuzaklarına karşı onları, yok etmeyi çabuklaştırmak suretiyle cezalandırdık. Yüce Allah, müşâkele yoluyla, kendi yaptığına da tuzak adı verdi’’ Burada bahsi geçen müşakale’nin ne şekilde yapıldığına dikkat etmek de fayda var. Çünkü son zamanlarda yapılan tuzak ve düzenbazlıklara müşakale adı verildiğine şahit oluyoruz. Bunlar biz müslümanların Kuran’a dayanarak ayrım yapmayı bilmesi gereken meseleler. Burada tuzağı kuran adamlardan intikam alan kişi Salih as değildi, Peygamberini koruyan Allahtı. Yani günümüzde insanın insandan alacağı intikama, kuracağı tuzağa müşakaledir diyemeyiz. Sırada Lut as ‘ın kıssası var ama burası yok denecek kadar kısa ve bildiğim şeyler. Ekstra olarak değinmek istediğim şey, Sedom kavminin 58.ayette bildirildiği gibi helak oldukları ‘’Ve onların üzerine öyle bir yağmur indirdik ki, uyarılanların yağmuru ne kötü idi’’ Kavimler konusuna girdiğimiz hızlı girip hızlı çıkacağız dedik ama öyle olmadı. O zaman buradan sonra kısma hızlı değinmeye çalışayım.
59.ayetten itibaren evrenin çok açık, gözle görülebilen bazı gerçeklerine dikkat çekilmiş ve Mekke kafirlerine ardı ardına şu anlamda sorular yöneltilmiştir: “Bu gerçekler, halen sizin takip etmekte olduğunuz “şirk” inancını mı, yoksa Kur’an’ın sizi davet ettiği “tevhid” gerçeğini mi doğruluyor?” Bundan sonra kafirlerin asıl şu gerçek hastalığına işaret edilerek şöyle denilmektedir: “Gözleri kör eden ve her türlü apaçık gerçeğe karşı onları taş gibi duygusuz hale getiren ahireti inkar etmeleridir.’’ Bu inkarları onlara hayatın her konu ve meselesini önemsiz ve gayri ciddi kılmaktadır. Onlara göre herşey bütünüyle yok olacağına, hayattaki tüm çabalar sonuçsuz kalacağına, bütün gayeler, hedefler anlamsız olacağına göre, hak ve bâtıl eşittir ve birbirine benzer şeylerdir. Hayat mücadelesi tümüyle gayesiz ve varacağı bir hedef yoktur. Böyle olunca, kişinin hayat sistemini hak veya bâtıl temeller üzerine dayandırma meselesi tümüyle önemini yitiriyor.Daha sonra 82.ayettee, geçen senelerde filmiyle haşır neşir olduğumuz Dabbe konusuna değiniliyor; ‘’ Yerden bir canlı çıkarırız ki’’ diye anlatılan bu ayetin devamında Dabbe’nin insanlarla konuşacağına ve onlara iman etmediklerini söyleceklerine de işaret ediyor. İslâmî kaynaklarda dâbbetül-arz ile ilgili olarak bazı ayrıntılar olmakla birlikte bunun tek bir hayvan mı yoksa yeryüzünü kaplayacak bir hayvan türü mü veya bunun temsilî bir anlatım mı olduğu hususu açık değildir. Dâbbetü’l-arzın çıkacağı Kur’ân-ı Kerîm’de bildirilmekle beraber, onun mahiyeti, ne zaman, nerede ve nasıl çıkacağıyla ilgili ayrıntılara dair bilgilerin çoğu sağlam rivayetlere dayanmamaktadır. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgileri özetleyen Râzî kendi kanaatini şöyle ifade eder: “Şunu bilmelisin ki Kur’an’da bu hususların hiçbiri hakkında herhangi bir delil mevcut değildir. Eğer Hz. Peygamber’den sahih bir haber gelmişse kabul edilir, değilse hiçbir açıklama dikkate alınmaz” Bu sebeple dâbbetü’l-arza Kur’an’da işaret edildiği şekliyle inanıp ondan ötesine gaybî mesele olarak bakmak ve bunu kıyamet alâmetlerinin hikmetleri içerisinde değerlendirmek gerekir. 83.ayet ile başlayan ve birkaç ayetle devam eden bir kısımda kıyamet hallerinden kesit verilmektedir. Bu âyetlere getirilen yorumlara göre kıyamet gününde mahlûkatm diriltilip mahşer yerinde toplandığı gün her ümmetin İçinden dünyada peygamberleri yalancılıkla itham edip Allah’ın âyetlerini inkâr etmiş olanlar çıkarılarak başka bir yerde toplanacak ve özel olarak hesaba çekileceklerdir. Dünyada Allah’ın kevnî ve vahyî âyetleri üzerinde düşünmeden O’na ortak koşmaları ve bunun sonucu olarak Allah’a ve kullarına karşı işlemiş oldukları haksızlıklar sebebiyle ağır bir şekilde cezaya çarptırılacaklardır. Hamdi Yazır ise bu âyetlerin dâbbe-tü’l-arz olayını anlatan âyetin hemen ardından geldiğini dikkate alarak bu olayın kıyâmet-i kübrâdan önce meydana gelecek küçük veya orta bir kıyamet olduğunu söylemektedir.
Ve işte yine geldik son ayete; ‘’Hamdolsun Allah’a. O size ayetlerini gösterecek de onları tanıyacaksınız. Rabbin yaptıklarından habersiz değildir’’ Kısaca bu ayet bir tehditir. Rabbin, sizin, yani bütün kulların yaptıklarından habersiz değildir. Aksine o, herşeyi görendir. İnsanlara bir korkutma yapılmak istenmiştir. Ki bu kadar Dabbe ve Sur ve kıyamet meselesinden sonra da hayli yerinde bir korkutma olmuş. Son ayete değindiğimize göre;
Sadakallahulazim.