Meal Okumaları 33 – Ahzâb Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم


Ahzâb sûresi Medine’de inen sûrelerdendir. Mushaftaki sıralamada otuz üçüncü, İniş sırasına göre doksanıncı sûredir. Güvenilir rivayetlerde ve tespitlerde sûrenin tek adı vardır, o da “grup, bölük, topluluk” mânasında olan ‘’hizb’’ kelimesinin çoğulu olan Ahzâb’dır. Bu sûrenin 20 ve 22. âyetlerinde, İslâm tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eden Hendek Savaş’ına diğer bir adıyla Ahzâb Savaşı’na atıf yapılarak bu isim verilmiştir. Sure Medine’de inen diğer sûreler gibi, İslâm toplum hayatının, ahkâm yönünü ele alır. Müslümanların özel ve genel hayatlarını anlatır. Bilhassa aile hayatını işler. Bu münasebetle topluma sağlık ve mutluluk sağlayacak kanunlar ko­yar. Şimdi bir de konu dağılımına bakıp, derin bir nefes alarak başlayalım;

1-3: Peygambere karşı davranışlar ve saygı kaideleri
4-8: İlahi hüküm ve kanunlar (zıhar evlilik veraset)
9-27: Hendek ve Beni Kurayza savaşları
28-34: Peygamber’in evliliği ve hanımlarına nasihatler
35-55: Mümin kadın-erkeklere nasihatler
56-57: Peygamber’e salavat getirmenin hükmü
58-59: Şer-i örtünmenin hükümleri
60-73: İslam ahlakı ve islamı yönlendirmeler

Surenin ilk ayetleri Efendimiz’e seslenerek başlıyor. ‘’Ey Peygamber, Allahtan kork ve kafirlere itaat etme. Rabbinin sana vahyettiği dosdoğru şeriat ve hikmetli din ile amel et. Sana indirilen Kur’an’a sarıl. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.’’ Daha sonra 4.ayet ile birlikte surenin ilk ilahi hükümlerini almaya başlıyoruz. İlk olarak 4.ayete bakalım; ‘’ Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır, analarınıza benzeterek haram olsun dediğiniz eşlerinizi analarınız kılmamış, evlâtlıklarınızı da oğullarınız olarak kabul etmemiştir.’’ Buradaki iki kalp benzetmesinin birçok sebebi olabilir. Yani müfessirler bu konuda ortak bir görüşte birleşmemişler. Mevdudi bunun bir insan hem müslüman hem kafir olamaz uyarısı olduğunu düşünürken, Sabuni bunun kureyşte benim iki kalbim var diyen bir adama söylendiğini ileri sürmüş. Oysa konunun devamı göz önüne alınarak bakıldığında en doğru yorumu Ruhul Furkan tefsiri yapmış, -en azından bana göre en doğru-;  Gelecek âyetlerde bazı Câhilİye âdetleriyle münafıklardan söz edileceği, bu âdetlerin fıtrata ve gerçekliğe ters düştüğü, bir kimsenin iki tanrısı ve iki dini olamayacağı ifade edileceği için bunlara bir giriş ve dayanak olmak üzere vecize değerindeki şu cümleye yer verilmiştir: “Allah bir kişinin göğüs boşluğunda iki kalp yaratmamıştır”. Evet Allah insanda tek kişilik, tek vicdan ve tek akıl yaratmıştır. İdrak, duygu, karar ve iman bu yeteneklerle elde edilmektedir. İki yüzlüler, İnanmış gözüken ama içten inanmayanlar, gizli olarak farklı din taşıyanlar iki dinli değillerdir, onların da bir dini vardır, bu din İslâm’a aykırı olduğundan münafıklar da inkarcıdır; üstelik bu durumlarını menfaatleri sebebiyle gizledikleri için müslüman olmayanların en aşağı mertebesinde bulunmaktadırlar. Keza bir İnsanın karısı ile anasına, başkalarının çocukları ile kendi çocuklarına karşı duyguları farklıdır. Karının aynı zamanda ana, başkalarından olma çocukların da öz evlât olarak görülebilmesi için insanın iki kalbi, iki kişiliği olması gerekir. Bu da olmadığına göre İslâm’dan önce Araplar eşlerine “Sen bana anamın sırtı gibisin” derler ve bu yemin yüzünden onlan mağdur ederlerdi. Zıhar denilen bu âdeti İslâm kınamış, kadınların zarar görmelerini engelleyecek hükümler getirmiştir. Burada bir fıkıh konusuna girmeye başlayan ayeti şöyle yorumlayabiliriz ‘’Sen bana anamın sırtı gibisin’’ terimi eski zamanlardan gelse de hala fıkıhta var olan ve eşler arasında kullanıldığında nikaha zeval veren durumlardandır. Burada bu cümlenin yasaklanma sebebi, erkeklerin eşlerine anneleri gibi bakmalarının sıkıntı olması düşüncesidir. Bir insan, eşini annesi gibi görürse ona yaklaşamaz. Yahut eşini annesi gibi görüp ona yaklaşabiliyorsa, daha sonra annesine safiyane bakamaz. İslam bu tür sapkınlıkların yolunu en baştan kapatmaya çalışmış ve çok şükür ki müslümanlar arasında başarılı olmuştur. Rabbim evlerden uzak etsin. Daha sonra 5.ayet şöyle buyuruyor; ‘’Evlatlıkları babaları adına çağırın. Eğer babalarını bilmiyorsanız, dinde kardeşleriniz ve dostlarınızdır.’’ Bu ayet Efendimiz’in çok küçük yaşta evlat edindiği Zeyd’e işaret etmektedir. Bilmeyenler için Zeyd’i bir anlatalım. Zeyd çocuk iken kendi kabilesinden zorla alınmış, köleleştirilerek satılmış, elden ele dolaşarak Hz. Hatice’ye gelmişti. Hatice annemiz Hz. Peygamber ile evlenince Zeyd’i ona hediye etmişti. Peygamberimiz onu azat etti ve evlât edindi. Zeyd’in ailesi, daha önce Medine’ye gelip çocuklarını bulmuşlardı. Bu yüzden Efendimiz aileye ulaşıp, Zeyd’e onlarla gidebileceğini söyledi. Fakat  Zeyd Allah’ın Resulü’nü tercih etti, ailesi ile memleketine dönmedi. Bu âyet gelinceye kadar kendisine Muhammed oğlu Zeyd derlerdi, âyet gelince kendi babasına nispet ederek Harise oğlu Zeyd demeleri gerektiğini öğrendiler. Artık o, Peygamber ailesinin bir ferdi değil, müslümanlann din kardeşi, Hz. Peygamber’in sâdık bir dostu idi. Bu ayet evlatlığın hiçbir zaman evlat hükmünde olmayacağını açıklamaktadır. İslâm’a göre himayeye muhtaç çocuklara bakmak, onlan beslemek, büyütmek, sevaptır ve şerefli bir insanlık ödevidir. Ancak bunu yapmak için çocuğun kendi soy kütüğü İle ilişkisini kesmek, öz ana babasını unutturmak hakkı olmadığı gibi kanuni mirasçıların arasına katmak, aile içinde mahremiyet bakımından öz evlât gibi davranmak doğru değildir. Bunun yerine İslâm’ın tavsiyesi çocukları koruma altına almak, bakmak, büyütmek, ihtiyaçlarını karşılamak; hukuk ve helâl-haram kuralları bakımından ona öz çocuk gibi değil, bir dinkardeşi gibi muamele etmektir. İslam’ın evlatlık çocuğa bakışı bu şekildedir. Ve bu tartışmaya ve esnekliğe açık bir konu değildir. Yeni konuya geçmeden son bir ayeti daha ele almak istiyorum, bu da 7.ayet; ‘’ O peygamberlerden misaklarını aldığımız vakti unutma! Hele senden, Nuh,İbrahim, Musa ve Meryem’in oğlu İsa’dan ağır misak aldık!’’  Misak, sadakat sözü demektir. Meallerinizde iki türlü de yazıyor olabilir. Bu ayet, Allah’ın, Peygamberlerden , üzerlerine aldıkları görevi yerine getireceklerine, birbirlerini tasdik edeceklerine ve hem birbirlerinin hem de Muhammed (s.a.v.)’in peygamberliğine iman edeceklerine dair ye­min aldığına işaret etmektedir. Burada yalnızca bu peygamberlerin anılması konusunda da Beyzâvî şöyle der: Bunlar meşhur, şeriat sahibi peygamberler oldukları için Allah özellikle bunların adım andı. Peygamberimizin üstünlüğünü ve şanının yüceliğini ifade etmek için önce onu zikretti. Bu ayetleri geride bırakıp geçiyorum savaş konusuna.

9.ayet ile başlayıp 27.ayete kadar sürecek olan savaş konusu içerisinde iki savaşı ele alacağız. Bunlardan biri Hendek savaşı, ikincisi ise Beni Kurayza’dır. Bu iki savaş birbirinin devamı olarak düşünülebilir. Ayetlere girmeden önce tarihsel bilgilere ulaşmak için biraz İslam tarihi öğrenmemiz gerekecek. Mekkeliler Suriye ticaret yolunu açmak üzere yaptıkları Uhud Savaşı’nda elle tutulur bir sonuç elde edememişlerdi. Buna karşılık müslümanlar Uhud’dan sonra gerçekleştirdikleri askerî hareketlerle, Suriye yoluna ek olarak Irak yolunu da kontrol altına almışlardı. Müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları bozdukları, onlara karşı düşmanla iş birliği yaptıkları için 4. yılda Medine’den Hayber ve civarına sürülen Benî Nadîr yahudileri Mekke’ye bir heyet göndererek Kureyşliler’i, müslümanlara karşı kendileriyle birlikte savaşmaya ikna ettiler. Ayrıca bazı kabileleri de çeşitli teşviklerle yanlarına almayı başardılar. Peygamberimiz düşmanın niyetini haber alınca hemen hazırlıklara girişti, Uhud tecrübesinden yararlanarak düşmanı açık arazîde karşılamak yerine Medine yakınında, kuşatma altında karşılamayı ve savunma harbi yapmayı tercih etti. Düşmanın girmesi muhtemel bulunan yerlere 5,5 km. uzunluğunda, 9 m. eninde ve 4,5 m. derinliğinde bir hendek kazıldı, birkaç haftada bitirilen kazma işine Hz. Peygamber de (s.a.) bilfiil katıldı. 3000 mevcutlu müslüman kuvvetler şehrin doğusunda, Uhud tarafında, Seli’ dağının eteğinde mevzilendiler. Önlerinde de hendek bulunuyordu. Yaklaşık 12 bin mevcutlu düşman kuvvetleri de hendeğe kadar geldiler, daha önce böyle bir şey görmedikleri İçin şaşırdılar. Hendeği geçemedikleri İçin bulundukları yerde mevzilendiler. Müslümanlar yalnızca hendek yönünden değil, üstten (doğudan), alttan (batıdan) büyük bir güç tarafından kuşatılmışlardı. Medine yiyecek İçecek bakımından hazırlık yapmış, kadınlar ve çocuklar güvenli yerlere taşınmıştı; erzak tükenmesin diye asgari gıda ile yetiniliyordu. Kuşatmanın son günlerinde yiyecek iyice azaldığından, başta Hz. Peygamber olmak üzere birçok sahâbî, açlığı hissetmemek için midelerinin üzerine taş bağlamışlardı. Kureyş kısa bir sürede sonuç alacağım umduğu İçin kuşatma uzadıkça onlarda da sıkıntı başladı. Bu kritik anda Hz. Peygamber (s.a) Beni Gatafan kabilesi ile barış görüşmeleri yaptı ve savaştan çekilmelerine karşılık onlara Medine hurma hasadının üçte birini kabul ettirmeye çalıştı. Fakat Ensarın ileri gelenlerinden Sa’d bin Ubade ve Sa’d bin Muaz’a barış şartları ile ilgili fikirlerini sorduğunda onlar şöyle dediler: “Ey Allah’ın Rasulü ! Bu senin fikrin mi, yoksa Allah’ın emri mi? Yoksa bu teklifi sadece bizi düşmandan korumak için mi yapıyorsunuz?” Hz. Peygamber (s.a) şu cevabı verdi: “Bunu sadece sizi kurtarmak için teklif ediyorum. Bütün Arabistan’ın size karşı ortak bir cephe oluşturduğunu görüyorum. Bu nedenle düşmanı bölmek istiyorum.” Bunu üzerine iki sahabe şöyle dediler: “Efendimiz, eğer bunu bizim için yapıyorsanız, hemen unutun. Bu kabilelere, müşrik olduğumuz dönemlerde haraç vererek boyun eğmedik. Şimdi Allah ve Rasulüne iman ile şereflendiğimiz halde, bu rezilliğe boyun mu eğeceğiz ? Allah aramızda hüküm verinceye dek kılıç aramızda hakem olacaktır.” Bu sözlerin ardından henüz imzalanmamış olan anlaşma metnini yırttılar. O sırada Gatafan kabilesinin Asça koluna mensup olan Nuaym bin Mesud Müslüman olmuş, Hz. Peygamber’in (s.a) huzuruna gelip şöyle demişti: “Benim Müslüman olduğumu henüz kimse bilmiyor. Sana dilediğin şekilde hizmette bulunabilirim.” Buna karşılık Peygamber (s.a): “Git ve düşman arasına ayrılık tohumları saç.” <D>dedi. Bunun üzerine Nuaym dost olduğu Kurayzalılara gitti ve şöyle dedi: “Kureyşliler ve Gatafanlılar kuşatmadan sıkılabilir ve bırakıp gidebilirler ve hiçbir kayıpları olmaz, oysa siz burada Müslümanlarla birlikte yaşamak zorundasınız. Eğer böyle olursa, durumunuzun nasıl olacağını bir düşünün. Dışarıdan kuşatanlar size bazı önemli şahısları rehin vermedikçe düşmanla işbirliği yapmamanızı tavsiye ederim.” Bu, Beni Kurayzalılar üzerinde istenen etkiyi yaptı ve kuşatma için birleşmiş olan kabilelerden rehine istemeye karar verdiler. Nuaym daha sonra Kureyş ve Gatafan liderlerine gidip: “Beni Kurayzalılar, gevşek ve kararsız görünüyorlar. Belki de sizden bazı rehineler isterler ve Muhammed’le (s.a) aralarını düzeltmek için bu rehineleri ona teslim ederler. Bu nedenle onlarla olan ilişkilerinizde çok dikkatli ve ihtiyatlı olun.” dedi. Bu, kuşatma için birleşen cephenin Beni Kurayzalılardan şüphelenmesine neden oldu ve onlara şöyle bir mesaj gönderdiler: “Bu uzun kuşatmadan bıktık, artık karşılıklı bir çarpışma olsun. Bu nedenle her iki taraftan ortak bir saldırı yapalım.” Beni Kurayzalılar da şu cevabı verdiler: “Bize ileri gelen önemli adamlarınızdan rehineler vermedikçe savaşa katılamayız.” Kureyş ve Gatafan kabileleri Nuaym’ın söylediğinin doğru olduğuna kani oldular. Rehine göndermeyi reddettiler. Diğer taraftan Beni Kurayzalılar da Nuaym’ın kendilerine iyi bir tavsiyede bulunduğu inancına vardılar. Yani uygulanan strateji işe yaramış, düşmanı ikiye bölmüştü. Kuşatma 25 günden fazla sürdü. Mevsim kıştı. Yiyecek, içecek ve hayvan yemi stoku gün geçtikçe azalıyor ve taraflar arasındaki ayrılık kuşatıcıların moralleri üzerinde büyük bir baskı yaratıyordu. O sırada bir gece aniden gökgürültüsü ve şimşekle beraber bir rüzgar fırtınası çıktı. Soğuk ve karanlığa bir de bu eklenmişti. Rüzgâr çadırları yerinden söküyor ve düşmanı rahatsız ediyordu. Tabiatları icabı bu kadar şiddete dayanamazlardı. Bu nedenle henüz sabah olmadan savaş alanını terkedip evlerine döndüler. Müslümanlar sabahleyin uyandıklarında, savaş alanında bir tek düşman askerinin bile kalmadığını gördüler. Savaş alanını tamamen boş bulan Hz. peygamber (s.a) şöyle dedi: “Kureyş bundan sonra size hiçbir zaman saldıramayacak şimdi sıra sizde. Bu, durumu çok doğru değerlendiren bir sözdü. Sadece Kureyşliler değil, diğer bütün düşman kabileler de İslâm’a karşı son saldırılarını yapmışlar ve başaramamışlardı. Artık Medine’yi işgal etmeyi düşünemezlerdi bile, şimdi saldırı sırası Müslümanlardaydı. Hendek savaşı böylece zaferle bitip gitmişti ama henüz istenilen sonuçlar elde edilebilmiş değildi. Müslümanlar evlerine döndükten bir süre sonra, bir öğlen vakti Cebrail (a.s) geldi ve Müslümanların silahlarını bırakmayıp Beni Kurayza sorununu da halletmelerini söyleyen ilahi emri getirdi. Bundan hemen sonra Hz. Peygamber (s.a) Hz. Ali (r.a) kumandasında küçük bir bölüğü öncü kol olarak Beni Kurayza’ya gönderdi. Öncü kol oraya ulaştığında, Yahudiler çatılara çıkıp Peygamber (s.a) ve Müslümanlar hakkında iyi sözler söylemeye başladılar, fakat yaptıkları hareketler onları ihanetlerinin kötü akibetinden kurtaramadı. Onlar, savaşın en kritik anında anlaşmaya ihanet etmişler, düşmanla işbirliği yapmışlar ve bütün Medinelileri tehlikeye atmışlardı. Beni Kurayzalılar Hz. Ali’yi (r.a) öncü birliği sandılar. Fakat Hz. Peygamber’le (s.a) birlikte bütün İslâm ordusu gelip etraflarını kuşatınca büyük bir dehşete kapıldılar. Bu kuşatmaya iki veya üç haftadan fazla dayanamadılar. En sonunda haklarında Evs’in lideri Sa’d ibn Muaz’ın (r.a) hüküm vermesi şartıyla teslim oldular. Fakat Hz. Sa’d (r.a), daha önce Medine’den ayrılmalarına izin verilen Yahudi kabilelerinin, Medine çevresindeki diğer kabileleri nasıl savaşa teşvik ettiklerini ve nasıl Müslümanlara karşı on-oniki bin kişilik birleşik bir cephe oluşturduklarını görmüş ve bizzat yaşamıştı. Bu son Yahudi kabilesinin de, şehrin dışarıdan saldırıya maruz kaldığı ve bütün nüfusunun hayatının tehlikede olduğu kritik bir anda nasıl haince davrandığından haberdardı. Bu nedenle Beni Kurayza’nın bütün erkeklerinin öldürülmesi, kadın ve çocuklarının esir alınması ve mallarının Müslümanlar arasında dağıtılması hükmünü verdi. Ceza adil bir şekilde yerine getirildi. Müslümanlar, Yahudilerin evlerine girdiklerinde, bu hainlerin savaşa katılmak için 1500 kılıç, 300 zırh, 2000 mızrak ve 1500 kalkan toplamış olduklarını gördüler. Eğer Müslümanlara Allah’ın yardımı ulaşmamış olsaydı, bütün bu silahlar, kâfirler Hendek’ten toplu bir saldırı yaptığı sırada Müslümanlara karşı arkadan kullanılmış olacaktı. Bu ortaya çıktığında, Hz. Sa’d’ın (r.a) bu insanler hakkında verdiği kararın tamamen yerinde olduğu anlaşıldı. Tüm bu bilgileri okurken biraz İslam ile çatıştığını düşünebilirsini, bu çok normal. Hatta ve hatta google’a Beni Kureyza gazvesi yazdığınızda sonuç bulamazsınız da şöyle bir yönlendirme gelir ‘’Beni Kureyza katliamı mı demek istediniz?’’  Ben bu konuda şöyle düşünüyorum, yahudiler Efendimiz’in onlar hakkında vereceği karardan korkarar Sad’ın haklarında karar vermesini istediler. Ve Sad eski bir yahudi olduğu için onların tüm pisliklerinden haberdardı ve böyle çözülebileceğini biliyordu. Belki haklarındaki kararı Efendimiz vermiş olsaydı böyle bir şehre giriş yaşanmamış olacaktı. Bilemeyiz. Açıkçası da sorgulamayız da. Çünkü Hendek Savaşı sırasında müslümanlarla yaptıkları anlaşmaları bozan ve ailelerini namuslarını tehtid eden bu Yahudilere kesinlikle güvenilmezdi. Allah onların haklarındaki kararı bu yönde vermeseydi uygulanmazdı. Hatta belki de Yahudilerin bu isteğini içlerine veren de Rabbimizdi, Efendimiz’i böyle bir kararın altında üzmek istemediği için kararı Sad’a aldırmıştı. Yine bilemeyiz. Şimdi biraz ayetlere bakalım diyeceğim ama bu kadar anlattıktan sonra ayete girmeye vaktimiz kalmadı. Henüz daha  10.ayette 6 sayfaya ulaşınca biraz sıkıntı oluyor haliyle. Yalnız okumak isteyenler için ben birkaç ayet numarası verebilirim; 19,23, 25,27.

Yeni konumuz Peygamberin evlilik hayatı ve hanımlarıyla münasebeti. Bu konu 28.ayet ile birlikte şöyle başlıyor; ‘’Ey Peygamber, hanımlarına şöyle söyle’’ Ve bu ayetten sonra peygamber hanımlarına birkaç nasihat var. Bu ayetler çok uzun oldukları için tek tek yazmak yerine anafikirlerini yazarak ilerlemek istiyorum. Hanımlara ilk nasihat, dünya hayatının lüksünü ve zinetini bırakmaları. Çünkü peygamber hanımı terbiye ve ahlakıyla zaten ahiret hayatının tüm zinet ve lüksüne sahip olacaktır. Daha sonra bu kadınlara diğer insanlara söylendiği gibi 31.ayette şöyle deniyor ‘’Kim Allah’a ve peygamberine itaat eder ona faydalı bir iş yaparsa ona mükafatının iki katını veririz.’’ 32.ayetteki uyarı ile birlikte tartışmalı konular başlıyor ama bu konulara tamamen girmek niyetim yok. Meraklısı bunları tefsir kitaplarından araştırabilir. Biz üstün körü değineceğiz. 32.ayete bakalım; ‘’Siz, kadınlardan her­hangi biri gibi değilsiniz. Eğer korkuyorsanız,  yabancı bir erkekle konuşurken sözü, yumuşak söylemeyin ki kal­binde hastalık bulunan kimse kötü ümide kapılmasın.’’  İbn Abbas şöyle der: Yüce Allah bu âyette şunu demek istiyor: Benim katımda sizin değeriniz, diğer saliha kadınların değeri gibi değildir. Siz, Benim katımda daha değerlisiniz. Eğer takvalı olursanız, sevabınız daha büyüktür. Yüce Allah, onların faziletinin, Rasu­lullah (s.a)’ın eşleri olmalarından değil sadece takvadan ileri geldiğini açıklamak için, takvayı onlara şart kıldı. Erkeklerle konuşurken yumuşak söylemeyin, Sonra, kalbinde kötülük, ki suizan ve kadınlarla konuşma sevgisi bulunan kimse, ümide kapılır. Bu konuda İbni Kesir daha genel bir yorum ile ‘’Kadın, yabancı erkeklerle, yumuşak olmayan bir sesle konuşur. Yabancılarla, kocası ile konuştuğu gibi yumuşak ve naif konuşmaz.’’ Bu zaten bizim genel olarak dikkat etmemiz gereken bir husus iken, peygamber hanımlarına bu ayetle birlikte direk emir olarak gelmiş. Bu emir ayetleri bizi kapsamadığı için şanslıyız aslında. Kasıt olmadığı sürece sorumlu tutulmayacağız ama bir de bizim içinde inmiş olsaydı vay halimize. Ben ki, sesinin tonundan dolayı sürekli küçük sanılan ve bıcır bıcır bir sese sahip olduğu için sürekli gülüyormuş efektiyle konuşan biriyim. O yüzden bu ayeti görünce bir panik olduğum doğrudur. Yine de bu konuda hepimiz dikkatli ve hassas olmalıyız. Dini faktörün yanı sıra, ahlaksızlıgın alıp başını gittiği bu dönemlerde erkeklere karşı bir ses tınısının bile dikkat edilmesi gereken bir şey olduğunu biliyor olmamız gerekir. 33.ayette tüm bunları neden söylediğini şöyle açıklıyor;  Allah siz­den, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz yapmak is­tiyor.’’ İşin özü, Allah bunları Efendimiz’e yaraşır bir eş olmaları ve müslüman kadınlara da örnek olmaları için emrediyor.  35.ayette ise peygamber hanımlarının ahlakının, peygamber ahlakı kadar güzel olması gerektiğini anlamamız gereken bir ayet var; ‘’ Müslüman erkekler ve müslüman kadınlar, mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, itâata devam e-den erkekler ve itâata devam eden kadınlar, doğru er­kekler ve doğru kadınlar, sabreden erkekler ve sabre­den kadınlar, mütevazı erkekler ve mütevâzi kadınlar, zekat veren erkekler ve zekat veren kadınlar, oruç tu­tan erkekler ve oruç tutan kadınlar, namuslarını koru­yan erkekler ve (namuslarını) koruyan kadınlar, Allah’ı çok zikreden erkekler ve zikreden kadınlar var ya; işte Allah, bunlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır. ‘’ Buraya kadar ki kısım Efendimiz’in hanımlarına verilen öğütlerden ibaretti. Buradan sonra ise Efendimiz’in evlatlığı Zeyd’in hanımı Zeynep ile olan imtihanına değineceğiz, çünkü 36.ayet ile bu konuya giriş yapılıyor.

Zeyd’in kim olduğunu yazının girişinde öğrendik. Zeyd gelişip evlilik yaşına geldiğinde, Efendimiz’in halasının kızı Zeynep ile evlendi. Evliliklerini bizzat Efendimiz kıydırmıştır. Efendimiz, Zeyneb gibi asil soylu ve güzel bir kızı, kendi azad ettiği hizmetçisi Zeyd ile evlendirmekle toplumdaki sınıf farkını kaldırmak istemişti.. Ancak toplumdaki yaygın kanaatlerin etkisiyle olacak ki, Zeyneb ve kardeşleri önce bu evliliği uygun görmediler. Hür bir kadının, azatlı bir köle ile evlenmesi o günkü geleneğe uymuyordu. Zeyneb, Resulullah’a, “Ya Resulallah, ben senin halanın kızıyım, ona varmaya razı değilim, üstelik ben Kureyş’liyim.” diye görüşünü beyan etti. Resulullah, Zeyd’in kendi yanındaki ve İslâm’daki değerini anlatıp, aslında ana baba tarafından asil ve soylu bir kimse olduğunu Zeyneb’e uzun uzun anlattı. İşte bu sırada 36.ayet indi ve Efendimiz ayeti Zeyneb’e okudu; ‘’Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.’’ Bunun üzerine Zeyneb, “Ben Allah ve Resulüne asi olamam!..” diyerek bu evliliği kabul etti. Fakat bu evlilik iyi yürümedi. Aralarında samimî bir sevgi ve saygı oluşmadı. Zeyneb, dindar ve Allah’tan korkan bir kadın olmasına rağmen, güzelliği, asaleti ile iftihar ediyor, azatlı bir köle olan kocasına iğneleyici sözler söyleyip tepeden bakıyordu. Hz. Zeyd, artan bu geçimsizliğe dayanamadı, Efendimize müracaat ederek karısını boşamak istediğini söyledi. Efendimiz bu duruma hayli üzüldü. Çünkü bu evliliği isteyen bizzat kendisi idi. Toplumun yanlış algılamalarını kırmak istiyordu. Bu sebebten her defasında Zeyd’e “Karını tut, boşama.” diyordu.  Bu da 37.ayette açıkça anlatılıyor. Ancak her şeye rağmen bu evlilik bir seneden fazla sürmedi. Zeyd, sonunda karısını boşamak zorunda kaldı. O dönem bu evliliğin yapılması bir Cahiliyye adetinin ortadan kaldırılması için olmuştu ve aslında başarılı da olmuştu. Bir iki yılın sonunda şehirdeki sınıf farkı ile asil/köle farkı yavaş yavaş kırılmaya başlamıştı. Bu yüzden artık sıra yeni bir cahiliyye adetinin düzeltilmesine gelecekti. Bunlar şüphesiz Allah’ın emirleriyle gelen bildirgeler olduğu için Efendimiz emir gelene kadar bekledi. Taa ki bir gün  “Onları, yani evlâtlıklarınızı babalarının ismine nisbet ederek çağırın. Bu Allah katında daha doğrudur.’’ ayeti inene dek. Bu ayet indikten sonra yazının başında anlattığımız olay gerçekleşti ve Zeyd’in babası çağırıldı. Bu âyet nazil olduktan sonra Zeyd, artık Zeyd bin Harise diye babasına nisbet edilerek çağrılmaya başlandı. Evlâtlığın kaldırılmasından sonra, evlâtlık hanımlarının da öz kız gibi olmadığı ortaya çıkmış oldu. Yani Zeyd’in hanımı Zeynep, Efendimiz’e haram değildi, olamazdı. Çünkü Zeyd onun öz evladı değildi. Cahiliyye adetlerinden biri olan bu durum bu ayetle ince bir şekilde bildirilmişti. Ancak bunun bir örnekle de ispatlanması ve kökleştirilmesi gerekiyordu. Bu esnada Allah Teâlâ Peygamberi’ne, Zeyneb’in Zeyd’den boşanacağını ve kendisinin eşi olacağını bildirmişti. Yine de Efendimiz, Zeynep ile Zeyd’i tutabildiği kadar evli tutup yaşanacak iftiraları ertelemeye çalışmıştı. Yalnız Allah’ın takdiri hiçbir şeyin önüne geçemez biliyorsunuz ki, Efendimiz ne kadar uğraşsa da Zeyd dayanamayıp Zeynep’i boşadı. Bunu zaten aç önce öğrendik. Şimdi bu meselenin ikinci aşamasını anlatmaya geçmeden önce, birkaç sure geriye gidip, Nur Suresindeki Hz.Ayşe iftirasını hatırlamanızı istiyorum. Bu surede Efendimiz’in Zeynep ile evlenmesi konusundaki ilk bilgiyi vermiştik. Bilginin eksik olmaması için tekrarlayalım; Bedir zaferinden sonra İslâmî hareket her geçen gün daha bir güçlenmeye başlamıştı. Her iki tarafın iyice farkına vardığı şekilde, kâfirlerin yıllardır sürdüregeldiği saldırı savaşının artık sona ermesi demekti bu. Kâfirler, İslâm’ı savaş alanında yenemeyeceklerini anlayınca, çatışmayı sürdürmek için ahlâk cephesini seçtiler. Bu stratejinin uygulamaya konması için ilk fırsat, Hz. Peygamber’in evlatlığı Zeyd’in karısıyla evlenmesiyle elde edildi. Bu siyasi bir bakış. Bir de toplum bakışıyla inceleyelim, Zeyneb zaten Efendimiz’in hala kızıydı, tesettür ayeti inmeden önce onu görmüştü ve güzelliğini de biliyordu. Zeyneb ise istekleri ve hevesleri olan bir genç hanımdı, Peygamber ile evlenmek ve peygamber hanımı olmak istiyordu. Bu isteğini defalarca Efendimiz’e bildirmişti. Ama her şey gibi Efendimiz’in evlilikleri de Rabbimizin hakimiyeti altındaydı. Ve Allah ona Zeynep ile evleneceğini bildirmemişti.  Bu yüzden Peygamberimiz, Zeyneb’i Zeyd ile evlendirmeye karar vermişti. Daha sonradan bu evliliğin boşanma ile sonuçlanacağını öğrenen Efendimiz, Zeyneb’in kendisi ile evlendirileceğini de biliyordu. Çünkü adetleri kaldırmakta ikinci aşamada bu vardı. Fakat Hz. Peygamber (s.a) o günkü Arap toplumunda evlatlığının dul karısı ile evlenmenin, hem de bir avuç dolusu Müslüman hariç bütün ülkenin kendisine düşmanlık beslediği bir anda, ne anlama geleceğini çok iyi biliyordu. Bu nedenle bu konuda adım atmaya çekiniyordu. İşte bu yüzden Zeyd (r.a) karısını boşamak istediğini söyleyince Hz. Peygamber (s.a): “Allah’tan kork, eşini yanında tut.” diyordu. Bununla kastettiği şuydu: Kendisinin bu imtihandan kurtulabilmesi için Zeyd’in (r.a) eşini boşamaması gerekiyordu, aksi taktirde boşanma vuku bulduğunda bu emri yerine getirmek zorunda kalacak ve böylece birçok iftira ve suçlamalara hedef olacaktı. Fakat Hz. Peygamber (s.a) karşılaşacağı iftira ve suçlamalardan kaçınmak amacıyla, bilerek Hz. Zeyd’in (r.a) eşini boşamasını engellerken, Allah bu davranışı Peygamberi’nin (s.a) yaşaması gereken mükemmel bir tecrübe olarak kabul ediyor ve Peygamber’in (s.a) bu evliliği vasıtasıyla büyük bir reform yapmayı murad ediyordu. “İnsanlardan korkuyordun, oysa asıl korkulmaya layık olan Allah idi.” cümlesi ile de aynı noktaya temas edilmektedir. Tüm bu bilgilerden sonra ayetlere döndüğümüzde 37.ayetteki emire bakabiliriz; ‘’ Sonra Zeyd o kadından ilişiğini kestiği zaman, biz onu sana zevce yaptık ki, evlatlıkların hanımlarıyla nikahlanmakta bir darlık olmasın. Allah’ın emri yerine getirilecektir’’ Bu ayette, Efendimiz’e Zeyd’i durduğu için bir kinaye de var farkındaysanız. Sen ne yaparsan yap, Allahın emri yerini bulacak. Ve sen ister nikahlanmak iste, ister isteme biz onu sana nikahladık bile.  Bu sözler, Allah’ın, insanlar tarafından başka türlü kabullenilmesi çok zor olan bir sosyal reformu Peygamber’i (s.a) aracılığı ile gerçekleştirdiğini göstermektedir. Çünkü Arabistan’da evlatlık ilişkileriyle ilgili uygulamada olan yanlış gelenek ve adetlere bir son vermenin başka yolu yoktu. Sadece Allah’ın Rasûlü bu adetleri ortadan kaldırmak için bir önlem alabilirdi. Kısaca Allah bu nikahı, Peygamber’e bir eş daha eklemek için değil, önemli bir sosyal reformu gerçekleştirmek için emretmiştir. Evlilik gerçekleştikten bir süre sonra, iftiralar yayılmaya başladı. Bu yayılmalarla birlikte toplumda söylenen sözlerin Efendimiz’i incittiği de oluyordu. Toplumun karşı çıktığı ilk nokta, Hz. Peygamber’in (s.a) İslâmî kurallara göre oğlunun karısı ile evlenmek haram olduğu halde, gelini ile evlenmiş olmasıydı. Bu iftiranın üzerine 40.ayet indi ve “Muhammed (s.a) sizin erkeklerinizden birinin babası değildir.” Yani Zeyd, onun gerçek oğlu değildi, bu nedenle onun dul karısıyla evlenmesi haram değildir.’’ dendi. Müşrik ve kafirlerin yanı sıra bu evlilik birçok müslümanın aklını bulandırıyordu. Peygamber’in nefsiyle haraket ettiğini düşünmeye başlıyorlardı. Daha sonra bu ayetlerin inmesiyle hepsi tövbe ederek Allah’ın herşeyi en iyi bilen olduğuna iman ettiler. Böylelikle Efendimiz’in Zeyneb ile evlenmesi konusunu da bitirmiş oluyoruz. Ve geçiyoruz diğer ayetlere.

56 ve 57.ayette Efendimiz’e salavat getirmenin güzelliklerinden bahsediliyor. Ayetler çok açık bir şekilde olduğu için ben emri yazıp geçeceğim; ‘’Ey iman edenler, siz de O’na teslimiyetle salat ve selam edin.’’ Bu ayetlerden sonra şer-i örtünmenin hükümlerinin geçtiği 58 ve 59.ayetler karşımıza çıkıyor. ‘’Ey Peygamber, eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle;onların özgür ve iffetli tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.’’ Cilbab büyük bir örtüdür.  Ayetin arapça tefsirine bakıldığında karşımıza çıkan, İdna ise örtmek ve sarmak anlamlarına gelir; fakat bu kelime alâ eki ile kullanıldığında bir şeyi yukarıdan aşağıya bırakmak anlamına gelir. Yani ayetin tam anlamı, cilbab denen büyük örtüyü baştan aşağı salmak olarak yorumlanabilir. Bazı çağdaş müfessirler Batının etkisiyiyle bu kelimeyi, yüz örtme emrini görmemezlikten gelmek için “örtünmek” diye tercüme etmişlerdir. Eğer Allah bu müfessirlerin iddia ettiklerini söylemek istemiş olsaydı, yüdnîne aleyhinne değil, yüdnîne iley-hinne derdi. Arapça bilen herkes yüdnîne aley-hinne’nin sadece “sarınmak örtünmek” anlamına gelmediğini bilir. O halde ayet açıka şu anlama gelir: Kadınlar örtülerine iyice sarınsınlar ve örtülerinin bir kısımını da yüzlerinden aşağıya bıraksınlar. Hz. Peygamber (s.a) dönemine yakın zamanlarda yaşayan müfessirlerin ileri gelenleri bu yorumu kabul etmişlerdir. Sahabe ve tabiun döneminden sonra gelen bütün büyük müfessirler de bu ayeti aynı şekilde tefsir etmişlerdir. Daha iyi anlaşılması açısından, sahih bir hadisi sizinle paylaşmak istiyorum, Muhammed İbn Sirin’in Hz. Ubeyde es-Selmani’den bu ayetin anlamını sormuş ve Hz. Ubeyde sözlü bir açıklamada bulunacağına, başını, alnını, yüzünü kapatıp sadece bir tek gözünü açıkta bırakarak örtünmenin nasıl olacağını kendi üstünde uygulayarak göstermiştir.  Bu ayetin tefsirini Mevdudi sosyal anlamda o kadar güzel incelemiş ki, bunu da okumanızı istiyorum; Kur’an’ın bu emri ile İslam’ın nasıl bir sosyal hayat ruhuna sahip olduğunun ifade edildiğine ve bu ruhun amacının Allah’ın ifade ettiği şekilde ne olduğuna bir göz atalım. Bundan önce Nur Suresi 31. ayette kadınların, zikredilen kadın ve erkekler dışındaki kimselere zinetlerini göstermeleri yasaklanmış ve onlara “gizli zinetleri bilinsin diye ayaklarını yere vurmamaları” emredilmişti. Eğer bu emir, Ahzab Suresi’nin bu ayeti ile birlikte okunursa, kadınların burada emredildiği şekilde örtülerine bürünmelerinin amacının zinetlerini başkalarından gizlemek olduğu anlaşılır.Elbette bu amaç da ancak dış elbisesinin kendisi sade olduğunda yerine getirilebilir, aksi taktirde süslü ve dikkat çekici bir örtüyle örtünmek bu amaca uygun düşmeyecektir. Bunun yanısıra, Allah sadece kadınlara örtülerine bürünerek zinetlerini gizlemelerini emretmekle kalmıyor, örtünün bir ucunu yukarıdan aşağıya bırakmalarını da emrediyor. Her sağduyulu insan buradan, vücut ve elbisenin zinetleri ile birlikte yüzün de örtülmesi gerektiği sonucunu çıkarır. Daha sonra Allah bu emrin sebebini de açıklıyor: “bu, Müslüman kadınların tanınması ve inciltilmemesi için en uygun yoldur.” Elbette bu emir, erkeklerin ısrar edici bakışlarından, sarkıntılık etmelerinden ve sataşmalarından rahatsız olan, bunları eğlenceli bulmayan, kötü şöhretli ahlaksız sokak kadınlarından biri gibi kabul edilmek istemeyen, tam aksine ahlaklı, namuslu ev kadınları olarak tanınmak isteyen kadınlar içindir. Allah şöyle buyurmaktadır: “Eğer gerçekten iyi kadınlar olarak tanınmak istiyorsanız ve erkeklerin şehvet dolu bakış ve ilgileri sizi rahatsız ediyorsa, insanların açgözlü bakışları önünde bütün güzellik ve fiziki cazibenizi ortaya koyacak şekilde yeni gelinler gibi süslü bir şekilde sokağa çıkmamalısınız. Tam aksine bütün ziynetlerinizi gizleyen ve yüzünüzü örten sade bir örtü ile ve ziynetlerinizin şıkırtısı bile dikkati çekmesin diye ağırbaşlı bir şekilde yürüyerek sokağa çıkmalısınız. Bir kimsenin kişisel düşünceleri Kur’an’a uygun olsun veya zıt olsun, ya da bir kimse Kur’an’ın gösterdiği hidayeti kendisi için bir yol gösterici kabul etsin veya etmesin, Kur’an’ı tefsir ederken entellektüel plânda dürüst davranmak isteyen herkes bunun asıl amacını kavrayacaktır. Eğer bu kimse bir münafık değilse, dürüstlükle Kur’an’ın asıl amacının yukarıda açıklanan amaç olduğunu kabul edecektir. Bundan sonra herhangi bir emri çiğnese bile, ya Kur’an’ın emrine karşı geldiğinin farkında olarak, ya da Kur’an’ın hidayetini kabul etmediği için böyle yapacaktır.’’ Mevdudi’nin bu cümleleri beni önce çok rahatsız etse de, sonra anlayışla karşılayabildim. Özellikle son cümleler benim tüm hırçınlığımı aldı götürdü. Ben de tam tesettür giyinen bir hanım değilim, pantolonda tercih ediyorum, tunik de, etek de giyiyorum, ferace de. Tam tesettürdeyim dersem bu cilbablılara hakaret olur. Ama en azından bunun doğru olduğunu iddia etmiyorum. Kuran’ı yanlış bir şekilde tefsir etmiyor ve istediğim gibi almıyorum. Evet arkadaşlar, biz kabul etsek de etmesek de Kuran da böyle bir ayet var ve tesettürü cilbab ile baştan ayağa dikkat çekmeyecek şekilde olmasını söylüyor. Rabbim nefislerimizi terbiye etsin.

Surenin son kısmında müslümanlar için ahlaki yönlendirmeler var. 70.ayette ile birlikte ‘’ Allahtan korkun ve sağlam söz söyleyin. O zaman Allah işinizi yoluna koysun ve günahlarınızı bağışlasın’’ buyuruyor. Ve son ayette bunca teseetür ayetinin üstüne bana biraz ferahlık verecek nitelikte; ‘’Allah erkek,kadın bütün müminlerin tövbelerini kabul buyuracaktır. Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir.

Böylelikle bir surenin daha sonuna geldik, o halde;
Sadakallahulazim.

Yorum yapın