Meal Okumaları 47 – Muhammed Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Muhammed sûresi Medine’de inen sûrelerdendir. Medine’de inen di­ğer sûreler gibi ahkâm yönüne ağırlık verir. Mushaftaki sıralamada kırkyedinci, iniş sırasına göre doksanbeşincidir.  Sure adını, ikinci ayetinde geçen Hz. Peygamber’in (s.a.) adından almaktadır. Bu adın yanında surenin meşhur olmuş ikinci bir adı da “Kıtal”dir. Bu isim de surenin kıtalden (savaş) söz eden yirminci ayetinden alınmıştır. Sûre savaş, esirler, ganimetler ve münafıkların durumları ile ilgili hususları kapsar. Fakat sûrenin ana ko­nusu, “Allah yolunda cihâd”dır. Şimdi konu kategorilerini verip ayet ayet daha yakından inceleyelim:

1-12: İnkar edenler ile iman edenlerin farkı
13-24: Efendimiz’in Mekke’den ayrılması ve sonrası
25-34: İslamı bildiği münafıklık alameti taşıyanlar
35-38: İman edenlere nasihatlar

Ayetlere başlamadan önce nüzul tarihine bir gidelim ve arka planda hangi olaylar yaşanmış öğrenelim. Böylelikle, uslubu ağır olmayan birçok ayeti de anlamayı kolaylaştırırız. Tek tek açıklamaadığımız için de diğerleri konusunda zorluk yaşanmaz diye düşünüyorum. İnşallah düşündüğüm gibi olur diyerek gidelim bakalım Muhammed Suresi vahyedilirken neler oluyormuş.

Bu surenin nazil olduğu zamanda Arabistan genelinde, özellikle de Mekke’de müslümanlar işkence ve zulmün hedefi kılınmışlar ve onlar için hayat çekilmez bir duruma getirilmişti. Bu nedenle müslümanlar dört bir taraftan “Daru’l-Eman” (Güvenlik Yurdu) olan Medine’ye gelerek toplanıyorlardı. Ama Kureyş müşrikleri onları burada da rahat bırakmayacaklardı. Kafirler küçük bir şehir olan Medine’yi her yandan kuşatma altına almışlar, müslümanları yok etmek için fırsat kolluyorlardı. Müslümanlar için yalnızca iki seçenek vardı: Ya Hak dine davet ve onu tebliğ bir yana, ona bağlı kalmaktan bile vazgeçerek cahiliye hayatını seçecekler veya bir ölüm-kalım savaşına girişeceklerdi. Bu durum karşısında Allah, mü’minlerin seçebileceği tek yol olan gayret ve kararlılık yolunu göstererek müslümanlara bu yolu seçmelerini emretti. Daha önce, Hacc Suresi’nin 39. ayetinde savaş izni verilmiş, sonra Bakara Suresi’nin 190. ayetinde savaş emredilmişti. O zaman her insan, bu durumda savaşın ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu. Medine’de küçük bir topluluk olan mü’minler, hepsi savaşabilecek güçte bin kişiden oluşan bir kuvvet ortaya çıkaracak bir durumda bile değildi. İşte bu durumdaki insanlara cahiliye düzenine bağlı bütün Araplar’a karşı yalın kılıç kıyam edilmesi emrediliyordu. Yani artık İslâm için yeni bir dönem başlıyordu. Hedef; Allah’ın dininin yeryüzünde hakim olmasını engelleyen güçleri tasfiye edip, insanlığı ilâhî rahmetle yüzyüze getirmek ve beşeriyeti onun nûrunun aydınlığı ile başbaşa bırakmaktı. Savaşı kaçınılamaz yapan, İslâm’ın mahiyeti değil, kâfirlerin ve müşriklerin İslâm’a karşı olan tavırlarıdır. Hicretle birlikte; kıyamete kadar sürecek olan bu yeni dönemin başlangıcında Allah Teâlâ, müslümanların, kâfirlerle ne şekilde mücadele vermesi gerektiğini ve bu mücadele esnasında uymaları gereken kuralları tek tek bildirmeye başladı. İslâm savaş hukukunun temelleri, bu sûre ile atılmaya başlamıştır. Allah Teâlâ, savaşta ve sonrasında müslümanların davranışlarını şekillendirecek kuralları serdederken, aynı zamanda, İslâm’ın savaşa bakışı ve Allah Teâlâ’nın kâfirlere karşı savaş ilan edişinin hikmeti de insanlığa tebliğ edilir. Savaş, İslâm tebliğinin insanlığa ulaştırılması yolunda karşılaşılan engellerin kaldırılması için bir vasıta olmakla beraber, gerçek mü’minleri öteki insanlardan net bir şekilde ayıran, zorluklarla dolu bir imtihandır. Bu imtihanlardan bahseden Muhammed Suresini 3 kısıma ayırmak mümkün. Giriş kısımlarında kafirleri ve müslümanları karşılaştıran ayetler var ve bu ayetlerin müminlere müjde vererek sonlandığını göreceğiz. İkinci kısımda, kafirlerin Allah’ın desteğinden mahrum oldukları, tedbirlerinin mü’minler karşısında hiçbir değer taşımayacağı, dünyada olduğu gibi ahirette de çok kötü bir sonuca ulaşacakları anlatılmıştır. Kafirler Allah’ın Peygamberi’ni Mekke’den çıkarmakla büyük bir başarı elde etmiş olduklarını zannetmişlerdi. Oysa onlar bu hareketleriyle kendi kendilerinin mahvolmalarını hazırlamışlar, kendi felaketlerini kendileri davet etmişlerdi. Son kısımda ise münafıklardan bahsedilir. Çünkü bu insanlardan bazıları, savaş emri gelmeden önce kendilerini seviyeli müslümanlar olarak gösteriyorlardı. Fakat savaş emri geldikten sonra neye uğradıklarını şaşırdılar, rahat ve emniyetlerini korumak için kafirlerle gizlice görüşmelere başladılar. Bu nedenle onlara açık bir şekilde, Allah ve dini konusunda münafıklık yapanların hiçbir amellerinin kabul edilmeyeceği haber verilmiştir. Buradaki ana sorun iman iddiasında bulunanların sınanmasıdır. Kişi Hakk’ın mı yanındadır, batılın mı yanındadır? İlgisi, İslam ve müslümanlarla mıdır, küfür ve kafirlerle midir? Kendi kişisel çıkarlarını mı üstün tutmaktadır, yoksa iman ettiğini iddia ettiği Hak yolunun gerektirdiklerini mi üstün tutmaktadır? Bu sınamada fire veren kişi mü’min değildir.  Tüm bu genel bilgilerden sonra hazırsak ayetlere başlayalım bakalım anlattıklarımızdan farklı neler göreceğiz.

Sûre, Allah ve peygamber düşmanı kâfirlere karşı açılan bir harbi ilan ederek enteresan bir üslupla başlar:  ‘’İnkar etmekte ve Allah yolundan yüz çevirmekte olanların amellerini Allah boşa çıkarmaktadır.’’ Yani, Allah’ın âyetlerini inkâr edip İslamdan yüz çevirenler ve insanların İslama girmelerine engel olan­lar var ya, Allah onların amellerini boşa çıkarmış ve onları yok saymış ve sevapsız saymıştır. Mevdudi tefsirinde bu ayeti şöyle açıklıyor;  “Edalle âmâlehüm” Onların amellerini geçersiz kıldı. Yoldan çıkmış kıldı, değersiz kıldı. Bu sözün çok geniş bir anlatım gücü vardır. Bundan çıkan anlamlardan birisi şudur: Allah onların başarılarını ortadan kaldırdığı için onların gayret ve çabaları doğru yolda olamaz. Öyle olunca, ne yaparlarsa yapsınlar, yanlış yollardan yanlış amaçlara gideceklerdir. Bütün çabalarını hidayet yolu yerine dalalet yolunda harcarlar. İkinci olarak, şu anlamı da dile getirir: Kendilerinin iyi işlerden kabul ederek yaptıkları da boşa çıkarılır. Sözgelimi Kabe’nin bakımı, hac yapanlara hizmet edilmesi, misafirlere yemek yedirilmesi, akrabalarla sürekli münasebet halinde bulunulması ve bunlara benzer, Araplar arasında hayır hizmetleri ve ahlaki değerler olarak kabul edilen şeylerden yaptıklarını da Allah onlar için geçersiz kılmıştır. Yaptıkları bu işlerden dolayı onlara hiç bir mükafaat ve sevap verilmeyecektir. Mademki onlar Allah’ın birliğini kabul etmekten kaçınmışlar, başkalarını da hak yola girmekten alıkoymuşlardır; öyleyse, onların hiçbir ameli Allah tarafından kabul edilmeyecektir. Üçüncü olarak da şöyle bir anlamı ifade eder: Hak dini engelleyip kendi kafirce inanışlarını insanlar arasında sürdürebilmek için Hz. Muhammed’e (s.a) karşı gösterdikleri bütün direniş ve çabaları boşa gitmiştir. Bu çabalarının hiçbir yararı olmayacaktır; bütün tedbirleri hedefsiz bir ok gibi boşa çıkacak, amaçlarına asla ulaşamayacaklardır. Bir ayette tüm bu uyarıları verdikten sonra da 2.ayette iman edenleri şöyle müjdeliyor; ‘’Onların kabahetlerini Allah örter ve hallerini düzeltir.’’ Yani inkar eden nasıl baştan kaybettiyse, iman eden de baştan kazanmış sayılır. Yeter ki haddi aşmasın ve Rabbini şaşırmasın. Allah bu ayette kullarının kücük günahlarını affetmeyi vaadetmiş ve onları bağışlayacağını söylemiştir.  İşte bu ayet “kendimi nasıl düzeltebilirim” diye düşünenler için müthiş bir kolaylık. Adım atmak için bir umut arayana umut, bağışlanma arayana bağışlanma, merhamet arayana merhamet var. Bu yüzden bir an önce harekete geç! Çünkü maneviyat, vücut gibidir. Nasıl ki vücuda zararlı bir şey girdimi insanın dengesi bozulur, aynı bunu gibi haram girdimi de maneviyat bozulur. Bu yüzden tövbeyi antibiyotiğe benzetirler. Nasıl ki antibiyotik insanın vücudu temizler dengeyi tekrar sağlar, tövbe etmesi de kişinin ihlasını ona geri verip maneviyatını güçlendirmesine yarar. İşte bunlar hep inanmak, hep rahmet, hep kudret.

Gelelim 4.ayete ve bunun dayanılmaz ağırlık veren mealine. Eminim ilk okuduğunuzda hepiniz ‘’ küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun cümlesine takılıp kaldınız. Ya da belki de ben takılıp kaldım diye sizi de öyle sanıyorum. Ama bu kadar mealin tefsirini araştırdıktan sonra çok iyi biliyorum ki, keskin olan tüm ayetler ya bir olayın üstüne tepki olarak inmiş. Ya da müşriklere korku salınması için söylenmiş ama tefsirine bakıldığında bir yandan da müslümanlara bakın bu bir imtihan denmiştir. Şimdi ayetin tam mealine bakalım da ne demek istediğimi size daha açık anlatma fırsatı yakalayalım; ‘’Öyleyse, küfredenlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, hemen boyunlarını vurun; sonunda onları iyice bozguna uğratıp zafer kazanınca da artık esirlerin bağını sımsıkı tutun. Bundan sonra ya bir lütuf olarak onları serbest bırakın ya da bir fidye karşılığı salıverin. Öyle ki savaş sona ersin. İşte böyle; eğer Allah dilemiş olsaydı, elbette onlardan intikam alırdı. Ancak savaş, sizleri birbirinizle denemesi içindir. Allah yolunda öldürülenlerin ise amelleri boşa çıkmaz.‘’ Ayet aslında başta ne kadar sert başladıysa da sonra o kadar yumuşaklığı öğütlüyor. Herşeyden ziyade ‘’Savaş sizleri birbirinizle denemek içindir.’’ kısımı yeterince işin imtihan boyutunu bize anlatıyor gibi. Şimdi genel bakışı bırakıp, daha ayrıntılı incelersek belki anlamak çok daha kolay olacak.  Bu ayet, anlamından ve anlatımının ahenginden anlaşıldığı üzere, savaşma emri geldikten sonra, fakat fiilen savaşa girilmeden önce nazil olmuştur. “Kafirlerle karşılaştığınız zaman” ifadesi, henüz karşılaşmanın olmadığına, bu karşılaşma olmadan önce böyle bir karşılaşma anında nasıl hareket edileceğine işaret etmektedir. Herşeye rağmen, bu ayette esirleri öldürme açık bir şekilde yasaklanmamıştır. Bundan yola çıkarak Hz. Peygamber (s.a) Allah’ın emrinin özünü şu şekilde anlamış ve uygulamıştır: İslam devlet başkanı, bazı savaş esirlerinin öldürülmesini gerekli buluyorsa ve bunun için özel durumlar ve mecburiyetler hissediyorsa öldürebilir. Fakat bu genel bir kural değil, tersine genel kural içinde özel bir durumdur. Buna da mecbur kalındığı takdirde başvurulabilir. Nitekim, Hz. Peygamber (s.a), Hayber Savaşı’nda alınan esirlerden sadece Kinane İbn Ebi el-Hukayk öldürüldü. Çünkü bu adam anlaşmayı bozmuş, verilen sözü tutmamıştı. Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber (s.a) bütün Mekke halkından, yalnız bir-kaç kişinin nerede yakalanırlarsa derhal öldürülmeleri emrini verdi. Bu isimler araştırıldığında ise genel özelliklerinin barışı engellemek olduğunu, yahut kurulacak düzende de muhakkak asilik gösterip yeni bi inkar politikası geliştirmeye çalışacak kişiler olduğunu göreceksiniz. Yine de bu kararı vermek kesinlikle kolay olmamalıdır. Çünkü ayette de, ayetin tefsirinde de, Efendimiz’in uygulamasında da görüyoruz ki bu karar mecburiyet durumunda alınabilecek istisnai bir karardır. Herşeyden ziyade, bu kararı alan Allah Rasulu olmasına rağmen neredeyse tüm komutan sahabelerle danışmış asla nefsi bir karar almamıştır. Emir gelene kadar tüm işkencelere sabretmiş fakat savaş ortamına girildiğinde de aynı ahlak üzere devam etmiştir. Savaş deyince aklımızda, önümüze geleni kesmek geldiği için bu ifadeleri uzun uzun açıklama ihtiyacı hissediyorum. Savaşta İslam ordusunun asıl hedefi, düşmanı yıpratarak savaş gücünü kırmak ve savaşa son vermek olmalıdır. Bu hedeften saparak düşman askerlerini yakalamaya uğraşmamak gerekir. Esir almaya ise düşmanın kökü kazınıp savaş alanında mücadele eden hiçbir asker kalmayınca başlanmalıdır. Mücade eden asker kalmayınca derken hepsini öldürdükten sonra demek istemediğini anlıyorsunuz herhalde. Gerek korkudan gerek başka sebeplerden silah bırakıp teslim olan kişiler asla öldürülemez ve işkence edilemez. Bu islam hukukuna kattiyetle aykırıdır. İslam müctehidleri, bu konuda üç açıklama daha getirmişlerdir: a) Esir İslam’ı kabul etmişse, onu öldürmek caiz değildir. b) Esir, İslam hükümetini yıkma ve diğer esirleri ayaklandırma çabasında olmadığı müddetçe öldürülemez. Esirlerin bölüşülerek veya satılarak herhangi bir şahsın mülkiyetine geçmesi halinde de öldürülmeleri yasaklanmıştır. c) Esirin öldürülmesi gerekirse, bu, normal ve kısa yoldan halledilmelidir. İşkence yapılarak, acılar içinde kıvrandırılarak öldürülmemelidir. Bunun örneklerini Hz. Peygamber’in (s.a) uygulamalarında bulabiliriz: Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber (s.a) esirleri ashabına bölüştürdü ve “Bu esirlere iyi muamele ediniz” diye emretti. O sırada esirler arasında bulunan Ebu Aziz şöyle anlatıyor: “Beni teslim ettikleri Ensarın evinde ev halkı sabah akşam sadece hurma ile yetinirken bana yemek ikram ediyorlardı.” Diğer bir esir olan Süheyl bin Amr hakkında Hz. Peygamber’e (s.a) “Ateşli bir hatiptir ve sizin aleyhinizde konuşmalar yapıyor, bu adamın dişlerini kırdırınız” denildi. Buna cevap olarak Hz. Peygamber (s.a), “Ben onun dişini kırdırırsam, Allah da benim dişimi kırdırır; halbuki ben peygamberim.” buyurdu. Yine, İbn Hişam’ın, Siret’inde naklettiğine göre, Yemame hükümdarı Sumame İbn Usal esir alınarak Medine’ye getirilmiş, Hz. Peygamber’in (s.a) emriyle kendisine devamlı kaliteli yemekler ve süt ikram edilmiştir. Bu tutum, ashab döneminde de devam etmiştir. O dönemde, savaş esirlerine kötü muamele edildiğini gösteren hiçbir olaya rastlanmamıştır. Şartlar ve ortam ne olursa olsun, islam her zaman insana kıymet veren ve diğer tüm insanlardan koruyan tek din olmuştur. Elhamdulillah, elhamdulillah, elhamdulillah.

Yukarıda uzun uzun açıkladığımız 4.ayetin son kısmından başlayarak birkaç ayet boyunca Allah yolunda can verenlerin ulaştığı yücelik ve göreceği mükâfatlar zikrediliyor. 7.ayette ise Allah Teâlâ, İslâm’ın hakimiyetini gerçekleştirmek için çalışan mü’minleri küfür sistemleri karşısında güçlü kılacağını, kâfirlerin onları mevzilerinden söküp atmasının imkansız olacağını vaadediyor: “Ey iman edenler! Eğer siz, Allah’ın dinine yardım ederseniz Allah’da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar”  Bu âyetlerde Allah Teâlâ, İslâm’ı yeryüzünde hâkim kılmak uğrunda şehid düşenlere âhirette özel bir muamele gösterileceğinin ipuçlarını vermektedir. Buradaki ‘’Allah’a yardım edenler’’ ifadesi, yıllarca kavgaya sebep olmuş konulardan biridir. Ve biz elhamdulillah Allah’ın asla yardıma ihtiyacı olmadığını, O’nun istediği tek bir şeye Ol demesinin yeteceğini biliyoruz. Bu ifadede sahih tefsirciler tarafından kabul edilmiş görüş şudur; Vahyolduğu dönem sahabeye, bu din için Peygamber’e destek verin ve dini dünyada yayın demekti. Günümüz için bir yorum getirmek gerekirse de, Allah’ın size ikram ettiği dini en güzel şekilde yaşayın, yayılmasını sağlayın, ve onu zarar verecek her türlü şeyin önünde durun demektir.

Surenin yeni kısmına 13.ayetle başlıyoruz, burada Efendimiz’in Mekke’den çıkarılmasına işaret eden bir ifade var; ‘’ Seni memleketinden sürüp-çıkaran, kuvvet bakımından daha üstün nice memleketler vardır ki, biz onları yıkıma uğrattık da kendileri için hiç bir yardımcı yoktu.’’ Bu ayet hicretin hemen peşine indirilmişti. Çünkü Mekke’den ayrılmak zorunda kalışı Hz. Peygamber’e (s.a) çok dokunmuştu. Hicret etmek zorunda bırakılınca şehrin dışına çıkıp yüzünü Mekke’ye doğru çevirerek şöyle buyurdu: “Ey Mekke! Allah için sen dünyanın bütün şehirlerinden daha sevimlisin. Allah bütün şehirlerden daha çok seni sever. Eğer müşrikler mecbur etmeselerdi seni asla terketmezdim.”  İşte bu olay üzerine Mekke halkının, Peygamber’i yurdundan çıkararak büyük bir zafer kazandıklarını sandıkları, oysa bu hareketleriyle gerçekte kendi felaketlerini davet ettikleri belirtiliyor. Ben bu ayete bakınca, Peygamberin’in yaralanan yüreğine ferahlık veren bir Rab’den başka bir şey göremiyorum. Hakikaten bir daha birçok defa daha elhamdulillah.

19.ayete geldiğimizde dikkat etmemiz gereken çok ufacık ama aslında kocaman olan bir ifade var, Allah bu ayette Efendimize diyor ki; ‘’ Allah da başka ilah yoktur, bunu bil de günahlarına ve müminlere bağışlanma dile.’’ Bu, Hz. Peygamber’in (s.a.) gerçekte bilerek herhangi bir günah ve hata yaptığını ifade etmez. Aksine en doğru ifadesiyle şöyle denmek istenmektedir: Rabbine karşı kulluk görevlerini bütün kullardan daha fazla yerine getiren Peygamberin derecesi bile, yerine getirdiği görevler karşılığında gönlünden en küçük bir öğünme duygusu geçirmemesini, bütün büyük hizmetleri ve başarılarına rağmen Rabbinin huzurunda kusurlarını itiraf etmesini gerektirir. Bu ayet nedeniyle Hz. Peygamber (s.a), Allah’tan sürekli ve çok çok mağfiret dilerdi. Ebu Davud, Nesei ve Müsned-i Ahmed’deki rivayetlere göre Hz. Peygamber (s.a), “Ben her gün Allah’tan yüz kere mağfiret diliyorum” buyurmuştur.

Daha sonra 20-21.ayetlere baktığımızda Mekke’den ayrıldıktan sonra sıkça görülmeye başlanan münafıklık alametlerine şahit oluyoruz. ‘’İman edenler ‘bir sure indirilseydi’ diyorlar. Derken muhkem sure indirilip savaş emri zikredilince kalplerinde hastalık olanların ölümden baygınlık geçiren kimse gibi sana baktığını görürsün. Onlara yakışan da budur.’’ Ayette anlatılmak istenen durum şudur: O dönemde müslümanların içinde bulundukları şartlar ve kafirlerin İslam ve müslümanlara karşı tutumları nedeniyle müslümanlar Hz. Peygamber’e (s.a) savaşa izin veren bir ayetin niçin gelmediğini ve zalimlerle savaşmalarına niçin izin verilmediğini sorarlar. Müslümanların arasındaki münafıkların durumu ise gerçek müslümanlardan tamamen farklı idi. Onlar mallarını ve canlarını Allah’tan ve O’nun dininden üstün tutuyor ve O’nun uğruna bir tehlikeye atılmaya razı olmuyorlardı. Savaş emri gelir gelmez gerçek mü’minlerle münafıklar birbirinden ayrılıverdi. Bu emir gelmezden önce münafıklarla gerçek mü’minler arasında görünüşte hiçbir fark görülmüyordu. Onlar da namaz kılıyor, oruç tutmada da bir kusur etmiyorlardı. İsteksiz de olsa İslam’ı kabul ediyor görünüyorlardı. Fakat İslam uğruna canları feda etme vakti gelince, münafıklıkları açığa çıkmaya başladı; göstermelik imanları üzerindeki perde açıldı. Ayetteki ifadeyle de zaten onlara bu yakıştı! Yine 25.ayette münafıklar için şöyle buyuruluyor; ‘’Haberiniz olsun ki, kendilerine doğru yol açıkça belli olduktan sonra gerisin geri küfüre dönenleri, şeytan aldatıp peşinden sürüklemiş ve kendilerini boş ümitlere düşürmüştür.’’  Münafıkların durumundan açık açık bahsedildikten sonra da 30.ayette Efendimiz’in, nifak içerisinde olanların hal, hareket ve tavırlarından tanıyabileceğine dair; “Şüphesiz sen, onları sözlerinin edasından tanırsın…”  denmektedir.  Ve bu konuyla ilgili son noktayı 34.ayet yeterince keskin bir ifadeyle belirtmiş; ‘’ İnkar edip Allah yolundan sapan, saptıran sonra da kafir oldukları halde ölenleri Allah hiçbir zaman bağışlamayacaktır.’’ Akaidde bu kişilere mürted denir. Bu kişilerin asla affedilmeyeceğine dair delil ayet budur ve tüm alimler de bu görüştedirler. Öyle ki, belki en büyük günahların sahipleri bile birkaç iyi ameliyle affedilebilecekken, mürtedler asla ve asla cehennemden çıkarılmayacaklardır. Rabbim bizi dinimiz üzerinde sabit kılsın!

Gelelim surenin son ayetlerine. İlk olarak 35.ayetteki harika bir ifadeyle tanıştırmak istiyorum sizi. Bu kadar münafık müşrik kafir falan filandan sonra hepimizin bu yumuşaklığa ihtiyacı vardır herhalde. ‘’Allah sizinle beraberdir ve asla sizin amellerinize kıymaz.’’ Subhanallah. Şimdi ben size bu ayeti nasıl anlatayım ki, işte anlatmayayım siz tekrar tekrar okuyup sevin. Ben de 36.ayetteki ‘’Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir.’’ kısmına geçeyim. Yani, ahiret karşısında bu dünyanın değeri birkaç günlük gönül eğlendirmeden öte birşey değildir. Bu dünyanın başarı veya başarısızlığı fazla önemi olan gerçek ve sürekli bir şey değildir. Asıl hayat ahiret hayatıdır ve insanoğlu onu kazanmaya çalışmalıdır. Ayetin son kısımı ile bir sonraki ayeti birleştirip surenin son konusuna da değineceğim.  ‘’Allah siz müminlerden bütün mallarınızı harcamanızı istemez. Eğer sizden onları isteseydi, siz cimrilik ederdiniz. Bu sizin bütün kinlerinizi ortaya çıkarırdı.’’ Gelin şimdi çıkın işin içinden çıkabilirseniz. Bu ayet aslında bir hayatın özetidir. Allah bizi birçok imtihana tabi tutmuyor, bu yüzden bile şükretmemiz gerekir. Düşünsenize bizden her gün oruç tutmamızı isteseydi? Bizden her saat namaz kılmamızı isteseydi? Bu bizim azabımızı arttırmamıza sebep olurdu, O da bunu biliyordu. Şimdi cimrilik meselesi. Allah bu ayetlerle bizim mallarımıza kıymet vermememizi istiyor. O bizim zayıflıklarımızı ortaya çıkaran büyük bir sınamaya tabi tutmuyor. Çünkü mallarımızdan kendi rızamızla sadaka vermemizi, zekat vermemizi bu sayede de güzel amellere mazhar olmamızı istiyor. Bunun içinde son ayette diyor ki; ‘’Cimrilik eden ancak kendi zararına cimrilik eder.’’ Yani bizler cimrilik ederek kimseyi değil sadece kendimizi dara sokarız. Bizim esirgediğimiz şeyleri Allah bir şekilde kullarına ikram eder ama biz bu imtihanı kaybedenlerden oluruz. Unutmayalım ki, yeryüzünde hiçbir insan Allah’ı aciz bırakacak değildir. Ne malıyla ne inancıyla.

Sadakallahulazim.

Yorum yapın