Meal Okumaları 48 – Fetih Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

 

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Fetih Suresi mushafta kırksekizinci iniş sırasına göre bakıldığında ise yüzonbirinci suredir. Medine’de, Hudeybiye antlaşmasından sonra Hicret’in altıncı yılında nâzil olduğu yönüne tüm alimler ittifak etmişlerdir. Surenin adı, ilk ayeti olan “Ey Peygamber biz sana apaçık bir fetih kapısı açtık,” ayetinden alınmıştır. Ana konu Hudeybiye barışının değerlendirilmesi, niyetlendikleri umre ibade­tini yapamadan döndükleri için büyük üzüntü ve hayal kırıklığı İçinde olan mü­minlerin teselli edilmesi, bu harekât içinde ve sonrasında olup bitenlerin Allah nezdindeki değerinin açıklanmasıdır. Bu genel çerçeve içinde Hz. Peygamber ve ashabının Allah katındaki durum ve dereceleri, onları ibadetten men eden müşrik­ler ile yalnız bırakan münafıkların acı sonlan hakkında önemli bilgiler verilmiş, bu barışı takip edecek olan fetihler müjdelenmiştir. Şimdi konu dağılımına bakıp ayetlere geçelim;

1-10: Fetih emri ve devrin ortamı
11-16: Devrin ortamında münafıkların durumu
17-26: Devrin ortamında müminlerin durumu
27-29: Peygamberin rüyası ve ona tabii olunması

Şimdi aynı Muhammed Suresinde olduğu gibi önce tarihsel arka planı ele alalım ve daha sonra ayetlere başlayalım istiyorum. Böylelikle birçok ayeti tefsirine ayrıntılı girmek durumunda kalmadan kolaylıkla anlayacağız.

Bir gün Hz. Peygamber (s.a) rüyasında sahabeyle birlikte Mekke’ye gittiklerini ve orada Umre ziyareti yaptıklarını görüyor. Peygamber rüyasının sadece hayali ve asılsız bir rüya olamayacağı apaçık bir gerçektir. Rüya da bir vahiy çeşididir. Daha ilerki bölümlerde 28. ayette bizzat Allah, Hz. Peygamber’e gösterdiği bu rüyayı açıklamış ve tevsik etmiştir (sağlamlaştırmış, belgelemiştir). Bu bakımdan gerçekte bu sadece bir rüya değil, bilakis Hz. Peygamber’in (s.a) uyması gereken ilahi bir işarettir. O günlerde, görünüşte bu ilahi buyruğun yerine getirilmesi ve ona göre hareket edilmesi imkan dahilinde gözükmüyordu. Uygulanması imkansız gibiydi. Kureyş kafirleri 6 seneden beri müslümanlara Kabe yolunu kapatmışlardı. Bütün bu zaman zarfında bir tek müslümanı dahi, Hac ve Umre için de olsa Kabe’nin sınırlarına yaklaştırmadılar. Durum böyleyken onların Hz. Peygamber’in (s.a) ve Sahabe’nin toplu halde Mekke’ye girişlerine müsamaha göstermeleri nasıl umulurdu? Silahsız gitmekse kendinin ve arkadaşlarının hayatlarını tehlikeye atmak demekti. İşte bu şartlar altında Allah Teala’nın bu emrinin nasıl uygulanacağını hiç kimse bilmiyordu. Fakat Peygamber’in (s.a) mevkii ve Allah karşısındaki durumu gereği Rabbinin kendisine verdiği emir ne olursa olsun hiç tereddüt etmeden onu uygulaması gerekir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) hiç tereddüt etmeden rüyasını Sahabe-i Kiram’a anlatarak sefer hazırlıklarına başladı. Civardaki kabilelere de “Umre’ye gidiyoruz, bize katılmak isteyenler gelsin” diye haber gönderdi. Olayın görünüşüne bakanlar: “Bu insanlar ölüme gidiyorlar” diyerek Peygamber’e (s.a) katılmaya onunla gitmeye yanaşmadılar. Fakat Allah’a ve Peygamber’e imanı sağlam olanlar bu işin sonu nereye varır diye hiç tereddüde kapılmadılar. Onların bu sefere katılması için Allah Teala’nın bir işareti olması ve Peygamberi’nin emri yerine getirmek için ayağa kalkması yeterli idi. Bundan sonra artık hiçbir şey onları Peygamber’le beraber olmaktan alıkoyamazdı. 1400 Sahabe, Hz. Peygamber’in (s.a.) önderliğinde bu son derece tehlikeli sefere çıkmak üzere hazırlandılar. Hicretin 6. yılının Zilkade ayının başlarında bu mübarek kafile Medine’den hareket etti. Zül-Huleyfe’ye ulaşınca hepsi Umre için ihrama girdi. Kurban için 70 deve aldılar. Boyunlarına, Kabe’ye kurban kesilmek üzere adak olduklarını belirten gerdanlıklar taktılar. Silah torbalarına sadece bir tek kılıç koydular. Arapların meşhur adetlerine uygun olarak Kabe’nin bütün ziyaretçilerine tek bir kılıç taşıma izni veriliyordu. Bunun dışında hiçbir savaş aleti alınmadı. Böylece Kafile Lebbeyk! Lebbeyk! nidalarıyla Kabe’ye (Mekke’ye) doğru yürümeye başladı. O günlerde Mekke ve Medinelilerin ilişkilerinin ne durumda olduğunu çocuklara varıncaya kadar bütün Araplar biliyordu. Daha evvelki sene H.5 yılın Şevval ayında Kureyş, diğer Arap kabilelerinden de katılan kuvvetlerle Medine’ye saldırmış ve meşhur Ahzab Gazvesi (Hendek Savaşı) yapılmıştı. Bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.) böyle büyük bir toplulukla kanlarına susamış düşmanlarının yurduna doğru yola çıkınca bütün Arapların gözleri bu ilginç sefere yönelmişti. Herkes bu kafilenin savaş için değil, savaşın haram sayıldığı aylar içinde ihram giyerek, Kabe’de kurban edilmek üzere adanmış develeri alarak Beytullah’a doğru silahsız olarak gittiklerini görüyordu. Hz. Peygamber’in (s.a.) bu hareketi Kureyşlileri son derece müşkil durumda bıraktı. Çünkü yüzlerce seneden beri Araplar arasında Kabe’yi ziyaret ve Hac için mübarek kabul edilen haram aylardan Zi’lka’de ayında bulunuluyordu. Bu ayda ihram giyip Hac veya Umre için gelen bir topluluğu engellemek hiçkimsenin hakkı değildi. Düşman kabul ettikleri bir kabile dahi olsa, kesinkes uydukları kanunlar nedeniyle onların kendi bölgelerinden geçmesini engelleyemezlerdi. Kureyşliler: “Eğer biz Medine’nin bu topluluğuna saldırarak Mekke’ye girmelerini engellersek, bütün Arabistan’da kıyamet kopacak; her Arab “Bu tam bir zulümdür, haddi aşmadır” diye feryat edecek, bütün Arap kabileleri Kabe’yi mülkiyetimize geçirip, tekelimize aldığımızı zannedecek,” diye endişeye düştüler. Hatta bu tavrımız sonucu bazı kabilelerde gelecekte bir kimsenin Umre veya Hac yapması veya yapmamasının bizim arzumuza bağlı olacağı, kızdığımız kimseyi Kabe’yi ziyaretten, Medinelileri engellediğimiz gibi engelleyeceğimiz endişesini uyandıracaktır diye düşünmeye başladılar. Eğer böyle bir hata yaparsak bütün Arablar bize karşı gelir düşüncesine kapıldılar. Buna karşılık Muhammed (s.a)’in beraberindeki büyük kalabalığı huzur içinde şehrimize sokarsak, bütün Arap diyarında itibarımız zedelenecek, şöhretimiz sönecek ve halk Muhammed’den (s.a) korktuğumuzu söyleyecek diye düşünüyorlardı. Sonunda korku ve şaşkınlık içinde konuyu tartıştıktan sonra Cahiliye devri gururları ağır bastı, şeref ve haysiyetleri uğruna, ne pahasına olursa olsun bu kafileyi şehirlerine sokmamak kararı aldılar. Peygamber (s.a) Kâboğullarından birini, Kureyş’in ne yapmak istediğini, Kureyşlilerin nasıl hareket ettiklerini öğrenmek ve zamanında haber vermek üzere önceden Mekke’ye göndermişti. Kafile Usfan’a ulaştığında haberci gelerek Peygamber’e Kureyşlilerin tüm hazırlıklarını tamamlayarak Zi Tuva denen yere ulaştıklarını ve ayrıca Halid b. Velid’i de ikiyüz süvarisiyle birlikte Peygamber’in yolunu kesmek üzere Kûra’el-¶amim’e doğru yolladıklarını haber verdi. Kureyş’in niyeti, ne pahasına olursa olsun Peygamber’in ashabına sataşıp tahrik etmek ve daha sonra savaş çıkarsa, bu insanların gerçekte savaşmak için geldiklerini, Umre’yi perde olarak kullandıklarını ve ihramı sadece aldatmak için giydiklerini, iddia ederek etrafa yaymaktı. Peygamber (s.a) bunu öğrenir öğrenmez derhal yolunu değiştirdi, son derece sarp ve ücra yollardan büyük meşakkat ve zorluklarla geçerek Hudeybiye denen yere ulaştı. Hudeybiye tam Harem sınırı üzerinde bir yerdir. Burada Huzaa oğullarının başkanı Hudeyl b. Verka, kabilesinden birkaç kişiyle Peygamberimizin yanına gelerek ne niyetle geldiklerini sordu: Peygamber de (s.a) hiçkimseyle savaşmak için gelmediklerini, sadece Beytullah’ı ziyaret ve tavaf etmek niyetinde olduklarını söyledi. Bunun üzerine heyettekiler geri dönerek Kureyş’in liderlerine durumu anlattılar, konuşmayı naklettiler ve Kureyşlilere bu Kabe ziyaretine engel olmamalarını tavsiye ettiler. Fakat onlar inatlarında ısrar ettiler ve Ehabis kabilesinin lideri Huleys b. Alkame’yi Peygamber’in (s.a) yanına, onu geri dönmeye ikna etmesi için gönderdiler. Kureyş liderlerinin ümidi, Hz. Peygamber (s.a) Huleys b. Alkame’nin arzusunu kabul etmediği takdirde Huleys’in Peygamber’e kızacağı ve öfkeli olarak dönüp, tüm Ehabis’in kuvvetiyle Kureyş’in yanında yer alması idi. Fakat o kafilenin yanına vardığında kendi gözüyle bütün kafilenin ihramlı olduğunu, Kabe’ye adanmış develerin ön tarafta boyunlarında adak olduklarını belirten gerdanlıklar asılı olarak ayakta durduklarını görür, bu insanların savaşmak için değil, aksine Beytullah’ı tavaf için geldiklerine kanaat getirince, Peygamberimize hiçbir şey söylemeden geri döndü. Kureyşlilerin yanına gitti; açık ve kesin olarak bu insanların Beytullah’ın azametini kabul ederek onu ziyarete geldiklerini söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: “Eğer siz ona engel olursanız Ehabis kabilesi bu konuda asla sizin yanınızda olmayacaktır. Biz sizinle bütün haramları çiğneyesiniz ve kutsal adetleri ayak altına alasınız, buna karşılık biz de bu davranışınızda sizi destekleyelim diye anlaşma yapmadık.” Daha sonra Kureyş tarafından Urve b. Mesud Sekafi gönderildi. O kâh alttan kâh üstten alıp bütün maharetini kullanarak Peygamberimizi geri dönmeye ikna etmek ve Mekke’ye girme kararından vazgeçirmek istedi. Fakat Hz. Peygamber (s.a), ona da, Huzaa oğullarına verdiği cevabı verdi. “Biz savaşmak için gelmedik, Kabe’yi ziyaret ve dini bir vecibeyi yerine getirmek için geldik” dedi. Urve geri dönerek Kureyşlilere şöyle dedi: “Ben, İran, Bizans, Habeşistan krallarının huzuruna girdim, yanlarında bulundum. Yemin ederim, ben Muhammed’in adamlarının, ona karşı gösterdikleri fedakarlık ve saygıyı hiçbir kralın huzurunda görmedim. lçilerin geliş, gidiş ve görüşmeleri böyle sürüp giderken, Kureyşliler defalarca gizlice Peygamber’in kampına hücum edip sahabeyi tahrik ederek, ne pahasına olursa olsun savaşı başlatmaları için bahane olabilecek bir olay çıkarmaya çalışıyorlardı. Fakat her seferinde sahabenin sabır ve disiplini, Hz. Peygamber’in (s.a.) ince düşüncesi ve hikmetli davranışı onların bütün oyunlarını boşa çıkardı. Bir keresinde 40-50 Kureyşli geceleyin gelip müslümanların kampına taş ve ok yağdırmaya başladılar. Sahabe-i Kiram hepsini yakalayıp Hz. Peygamber’in (s.a.) huzuruna getirdiler. Ama Peygamber hepsini serbest bıraktı. Bir diğer olayda, Ten’im tarafından 80 kişi, tam sabah namazı vakti gelerek ani bir hucum yaptılar. Bu adamlar da yakalandılar ama Peygamber (s.a) bunları da serbest bıraktı. Böylece Kureyş’in oyunları ve hileleri boşa çıktı. Nihayet Peygamber (s.a), Hz. Osman’ı Mekke’ye elçi olarak gönderdi. Onun vasıtasıyla, Kureyş liderlerine harb etmek için gelmediklerini, aksine ziyaret için adaklarla birlikte geldiklerini, Kabe’yi tavaf edip kurban keserek geri döneceklerini haber verdi. Ama onlar inanmadılar ve Hz. Osman’ı Mekke’de alıkoydular. Bu sırada Hz. Osman’ın katledildiği haberi yayıldı. Hz. Osman’ın geri dönmemesi de müslümanların haberin doğru olduğuna inanmalarına neden oldu. Artık daha fazla tahammül göstermek yersizdi. Mekke’ye girmek bir yana bunun için kuvvet kullanmak bile asla düşünülmemişti. Ama sıra elçinin öldürülmesine kadar gelip dayanınca müslümanların savaşa hazırlanmaktan başka çareleri kalmamıştı. Nitekim Peygamber (s.a) bütün ashabını topladı ve onlardan artık buradan son nefesimizi verinceye kadar bir adım geri çekilmeyeceğiz diye söz aldı. Durumun nezaketi göz önüne alınırsa bunun basit bir biat olmadığını herkes anlar. Müslümanlar sadece 1400 kişiydiler, yanlarına hiçbir savaş malzemesi almadan gelmişlerdi. Merkezlerinden (Medine’den) 250 mil uzakta tam Mekke sınırında konaklamışlardı. Burada düşman bütün gücüyle onlara hücum edebilirdi. Kureyş, etrafındaki anlaşmalı kabileleri de toplayıp, onları çepeçevre sarabilirdi. Buna rağmen birtek kişi bile hariç olmamak üzere bütün kafile Peygamber’in (s.a) eli üzerine ya öleceklerine ya da öldüreceklerine biat etmek için düşünmeden sıraya girdiler. Bu insanların imanlarındaki samimiyeti ve Allah yolundaki fedakarlıklarını bundan başka ne ispat edebilir? Bu biat, İslâm tarihinde Biat-ı Rıdvan (gönül rızası ile verilen söz) adıyla meşhur olmuştur. Daha sonra Hz. Osman’ın öldürüldüğü haberinin asılsız olduğu anlaşıldı. Hz. Osman da bu sırada geri geldi. Suheyl önderliğinde bir heyet de barış müzakeresi yapmak için Peygamberimizin kampına ulaştılar. Artık Kureyşliler, Peygamber ve Ashabını istisnasız Mekke’ye sokmayacaklarına dair aldıkları inatçı karardan vazgeçmişlerdi.Kendi itibarlarını kurtarmak için Hz. Peygamber’in (s.a.) bu sene geri dönerek, gelecek sene Umre için gelmesinde ısrar ediyorlardı. Uzun görüşmelerden sonra barış anlaşmasının maddeleri şöyle belirlendi: 1) 10 sene süreyle iki taraf arasında savaş durdurulacak. Bir taraf diğerine karşı, gizli veya açık hiçbir harekette bulunmayacak. 2) Bu süre içinde Kureyş’ten biri kendi hamisinin izni olmadan kaçarak Muhammed’in yanına gelirse, o kişi Mekke’ye geri gönderilecek. Peygamberimizin adamlarından bir kişi Kureyş’e dönerse onlar onu iade etmeyecek. 3) Arab kabilelerinden her biri bu anlaşmaya katılarak taraflardan birini seçmekte serbest olacak.4) Muhammed bu sene geri dönecek; gelecek sene Umre için üç gün Mekke’de kalabilecek. Yanlarına birtek kılıçtan başka hiçbir aleti almayacaklar. Bu üç gün süresince Mekkeliler, herhangi bir çatışmaya meydan vermemek için Mekke’yi üç gün süreyle terkedecekler. Ama müslümanlar geri dönerken Mekke halkından hiç kimseyi götürmelerine izin verilmeyecektir. Bu anlaşma şartları hazırlanırken müslümanlar aşırı derecede huzursuzdu. Hz. Peygamber’in (s.a.) bu şartları hangi niyetle kabul ettiğini kimse anlayamıyordu. Hiç kimsenin basireti bu barış anlaşmasının getireceği büyük hayırları görebilecek kuvvette değildi. Kureyş müşrikleri, bunu kendi zaferleri zannediyorlardı. Müslümanlar ise, niçin biz altta kalarak bu küçük düşürücü şartları kabul edelim diyerek hoşnutsuzluklarını dile getiriyorlardı. Hz. Ömer gibi uzak görüşlü bir kimse bile: “Müslüman oluşumdan bu yana, gönlümde hiçbir zaman şüphe ve tereddüd meydana gelmedi, bu olayda ben de bu duygudan kurtulamadım.” diyordu. Hz. Ömer son derece huzursuz bir halde Hz. Ebu Bekir’e gitti ve: “Peygamber Allah’ın elçisi değil midir? Biz müslüman değil miyiz? Şu karşımızdaki insanlar müşrik değil midirler? Buna rağmen biz dinimiz uğruna bu zilleti niçin kabul ediyoruz?” diye sordu.O da cevap olarak: “Ey Ömer! O Allah’ın Peygamberidir ve Allah onu asla mahzun ve mağlup etmeyecektir” dedi. Fakat Hz. Ömer kendine hakim olamadı ve Hz. Peygamber’e (s.a) bizzat giderek bu soruları tekrarladı. Hz. Peygamber de (s.a) Hz. Ebu Bekir’in verdiği cevabı verdi. Daha sonra Hz. Ömer, Hz. Peygamber’e karşı söylediği sözlere çok pişman oldu, nafile ibadetler yaparak, sadakalar vererek Allah Teala’dan kendisini bağışlamasını istedi.Anlaşmada en çok şu iki madde müslümanların gücüne gidiyordu: Birincisi, ikinci madde idi ki bununla ilgili olarak herkes, adaletsizliği açıkca belli bir şarttır, diyorlardı. Mekke’den kaçarak gelenleri biz geri vereceksek Medine’den kaçıp gidenleri onlar niçin geri göndermesinler? diye itiraz ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdu: “Bizden kaçarak onlara giden kişi bizim ne işimize yarar, Allah onu bizden uzaklaştırmıştır, ama onlardan kaçarak bizim yanımıza gelenleri iade edersek Allah onları kurtarmanın bir başka yolunu gösterecektir.”Müslümanların kalbini inciten ikinci konu ise, 4. maddenin hükmü idi. Müslümanlar, bunu kabul etmemiz, bütün Araplar önünde başarısız ve mağlup olarak geri dönüşümüzü kabul etmemiz manasına gelir diyorlardı. Ayrıca gönüllerde huzursuzluk meydana getiren diğer bir düşünce de “Hz. Peygamber (s.a) rüyasında Mekke’de tavaf ettiğimizi görmüştü, halbuki biz şimdi tavaf yapmadan dönme şartını kabul ediyoruz” fikriydi.Hz. Peygamber (s.a.) bunun üzerine halka şu ince noktayı anlattı: “Rüyada açıkca bu sene tavaf yapılacağı belirtilmemiştir, barış şartlarına uygun olarak bu sene değil inşallah gelecek sene tavaf yapılacak” Bunun üzerine anlaşma şartlarını görüşmek üzere gelen Kureyş temsilcisi Suheyl b. Amr’ın oğlu Ebu Cendel’in tam barış anlaşmasının maddelerinin yazıldığı sırada çıka-gelmesi huzursuzluğu iyice körükledi. Ebu Cendel müslüman olmuştu, Mekke kafirleri de onu hapsetmişti. Bir yolunu bularak kaçıp Peygamber’in kampına ulaştı. Ayaklarında zincirler, vücudunda işkence izleri vardı. O bu halde Peygamber’den kendisini bu zülumden kurtarmasını istedi. Bu durumu gördükten sonra Sahabe-i Kiram’ı zaptetmek zorlaştı. Süheyl b. Amr: “Sulh şartlarının yazılışı tamamlanmamış olsa bile sizin ve bizim aramızdaki şartlar belirlenmiştir. Bu bakımdan bu çocuğu bana iade etmelisiniz” dedi. Hz. Peygamber (s.a) onun bu isteğini kabul etti. Ebu Cendel’i zalimlere geri verdi.Barış yapıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a) Ashaba: “Artık kurbanlarınızı burada kesiniz, başlarınızı traş ediniz, ihramlarınızı çıkarınız,” dedi. Ama hiç kimse yerinden kıpırdamadı. Hz. Peygamber (s.a) bu emri üç defa tekrarladı.Ama Sahabe-i Kiram o derece üzüntülü, kalbi kırık ve kederli idi ki hiçbiri herhangi bir hareket için istek göstermiyordu. Hz. Peygamber’in (s.a.) bütün peygamberliği süresince, ashabına emir verdiği halde onların bu emri yerine getirmek için koşuşturmadıkları böyle bir olay hiçbir zaman meydana gelmemiştir. Bu davranışlar karşısında Hz. Peygamber (s.a) çok üzüldü, çadırına dönerek mü’minlerin annesi Ümmü Seleme’ye ne kadar üzüldüğünü söyledi. O da: “Siz sessizce giderek kendi devenizi kesiniz, berberi çağırarak traş olunuz daha sonra herkes kendiliğinden sizi takip edecektir, yaptıklarınızı yapacaktır ve alınan kararların artık değiştirilemeyeceğini anlayacaklardır”, diyerek görüşünü açıkladı. Nitekim öyle oldu. Peygamber (s.a)’in yaptıklarını görerek müslümanlar da kurbanlarını kestiler, saçlarını traş ettiler ve ihramdan çıktılar. Ama buna rağmen kalpleri kederle doluydu. Bu kafile, Hudeybiye Antlaşması’nı kendilerinin yenilgi ve aşağılanması kabul ederek Medine’ye doğru geri dönerken Dacnan  denen yere (Bazılarının ifadesine göre Kura el-Gamim) gelince bu sure nazil olmuştur. Bu sure müslümanlara, yenilgi zannettikleri bu barışın gerçekte büyük bir fetih (zafer) olduğunu bildirmektedir. Bu sure nazil olduktan sonra Peygamber (s.a) müslümanları toplayarak onlara şöyle buyurdu: “Bugün bana dünyadan ve dünyadaki herşeyden daha kıymetli birşey nazil olmuştur.” Daha sonra bu sureyi okudu ve özellikle Hz. Ömer’i çağırarak ona dinletti. Çünkü o herkesten daha çok üzüntülüydü. Allah Teala’nın bu buyruğunu işitince müslümanların kalbleri yatışmış, çok geçmeden de bu sulhun faydaları teker teker ortaya çıkmaya başlamıştı. Artık hiç kimsenin bu sulhun muşteşem bir fetih ve zafer olduğuna şüphesi kalmamıştı.

Bu kadar uzun tarih bilgisinden sonra ayet okumaya ne kadar haliniz kaldı bilmiyorum ama inşallah hepsine kısaca değinme sözü veriyorum. Pes etmeden aynen devam ediyoruz.

Sûre şu fetih müjdesiyle başlar:

“Biz sana apaçık bir fetih verdik. Tâ ki Allah, senin günahından, geçmiş ve gelecek olanı bağışlasın ve sana olan nimetini tamamlasın ve seni doğru bir yola iletsin. Ve Allah sana şanlı bir zafer versin. O, imanlarına iman katsınlar diye mü’minlerin kalblerine huzûr indirdi. Göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır. Allah bilendir, her şeyi hikmetle yapandır.” Böylece müslümanlara sadece umreye gidecekleri değil, Mekke’nin fethedileceği müjdesi de verilmiş oluyordu. Az önce yukarıda belirttiğimiz gibi, müjde verilmişti ama nasıl gideceklerdi. İşte yine orayı ayet açıklıyor ve müminlerin kalplerine huzur indirildi deniyor. Gerçekten iman etmiş kimseler Hudeybiye’den asla mağlubiyetle dönmeyeceklerini biliyorlardı. Ve ayetin son kısmında ‘göklerin ve yerin askerleri Allah’ındır’ ifadesiyle anlatılmak istenen şudur: Allah katında öyle bir ordu vardır ki isterse Allah, onunla kafirleri birden yok eder. Fakat hikmetine binaen bu işi mü’minlerin omuzuna yükledi. Böylece gerçek mü’minler, kafirlere karşı mücadele edecekler, didinecekler, savaşarak Allah’ın dinini yüceltecekler, Kelime-i Tevhid’i yayacaklar, bunun karşılığında da yüksek derecelere ve ahirette mükafatlara nail olacaklardır.Surenin devamındaki diğer ayetlerin açık ifadeliğine sığınarak 10.ayete atlıyorum. Bu ayette şöyle buyruluyor: ‘’ Şüphesiz sana biat edenler ancak Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli onların elinin üstündedir.’’ Bu ayetteki el ifadesine takılan insanlar oluyormuş, hala temsili ifadeleri idrak edemeyenlere de şaşıp kalıyorum doğrusu. Biz ki Allah’ın cismini şeklini düşünmeye ar ediyoruz, adamlar kalkıp eli var kulun elinin üstüne koyacakmış çünkü öyle demiş diyor. Yav he he demekten başka ne gelir elden? Buradaki ifadeyi müfessirler iki şekilde değerlendiriyorlar. Birincisi Halkın üzerine biat ettiği elin  Peygamber’in (s.a) şahsını ifade eden el değil de Allah’ın elçisine ait bir el olarak düşünülmesi gerektiği yönündeydi. Yani Peygambere biat ettiğiniz sanıyorsunuz ama aslında Allah’a biat ettiniz anlamına gelecek bir ifade olduğu söyleniyor. Diğer bir yandan da, bu ifadenin temsili bir şekilde Allah’ın kulları üstünde elleri olması, yani koruyup kollaması gibi bir anlam çıkarılıyor. Hangisine isterseniz ona inanmakta serbestsiniz tabi ki ama bana birincisi çok daha mantıklı geldi.

Sure, müminlerin âhirette de mükâfatlandırılacaklarına, münâfık ve müşriklerin ise şiddetli bir azaba çarptırılacaklarına dikkat çektikten sonra; korkuları sebebiyle bu yolculuğa katılmayanların samimî kişiler olmadıklarını, Medine’ye varıldığında asılsız birtakım bahaneler uyduracaklarını haber vermektedir. Bununla ilgili olarak birkaç ayeti inceleyelim bakalım neler denmiş; ‘’Doğrusu siz peygamberin ve müminlerin bir daha hiç geri dönemeyeceklerini zannetmiştiniz. Bu sizin gönüllerinize güzel gösterilmişti de siz o yüzden kötü zanda bulundunuz ve helaka müstehak bir kavim oldunuz’’ Yani, siz, Hz. Peygamber (s.a) ve iman etmiş arkadaşlarının karşı karşıya gelmek üzere gittikleri o büyük tehlikeden kendinizi kurtardığınızı zannederek çok sevinmiştiniz. Bu, sizin gözünüzde çok akıllıca bir davranıştı. Ve siz peygamber ve mü’minlerin böyle zor bir seferden kurtulup geri dönmeyeceğine sevinirken utanmadınız. İman ettiğinizi ileri sürdüğünüz halde bile bundan üzüntü duymadınız. Aksine kendinizi Peygamber ile birlikte bu tehlikeye atmadığınızdan dolayı çok sevinmiştiniz.İşte bu yüzden helak olan kavim gibi oldunuz. Şimdi direk 12.ayetten örnek verdik ama ondan önce 11.ayette bedeviler ile ilgili bir kısım başlıyor. Surenin geri kalanında bahsedilecek olan bu bedeviler hakkında biraz bilgilenmemiz gerek. Bu ayetlerdeki bedevi ifadesiyle kastedilen, Peygamber’in (s.a) Umre için sefere katılmaları çağrısı kendilerine ulaştığında, iman etmelerine rağmen canlarını daha üstün tutup davete uymayarak evlerinden çıkmayan Medine civarındaki insanlardır. Bu insanlar için ayet diyor ki; ‘’Sana diyecekler ki: “Bizi mallarımız ve ailelerimiz meşgul etti. Bundan dolayı bizim için mağfiret dile.” Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar.’’ Bu ifadenin iki anlamı vardır: 1) Bu insanların siz Medine’ye ulaştığınızda ileri sürecekleri özür tamamen yalandan ibaret olacaktır. Halbuki niçin evlerinde kalıp sefere katılmadıklarını kendileri çok iyi biliyor. 2) Onların Allah Rasulü’nden bağışlanma istemeleri göstermeliktir, sadece dilleriyle söylerler bunu, aslında onlar bu hareketlerinden dolayı ne pişman olmuşlar ne Peygamber’e tabi olmadıklarından dolayı günah işlediklerinin farkındadırlar, ne de kalplerinde gerçekten bağışlanma arzusu vardır. Akıllarınca onlar bu tehlikeli sefere gitmeyerek çok akıllı hareket ettiklerini zannetmektedirler. Eğer onlar hakikaten Allah’ı ve mağfiretini gözönünde tutup sakınsalardı evlerine çekilip seferden uzak kalmazlardı. Yine bu bedevi denilen insanların 15 ve 16.ayetlerde de ağır ifadeler bulunmaktadır. ‘’Siz ganimetleri almak için gittiğinizde biz de gelelim diyeceklerdir.’’  Yani çok yakında o vakit gelecek. Bugün tehlikeli bir yolculukta seninle gitmeye cesaret edemeyenler, senin pekçok ganimet malları ele geçirdiğini, kolaylıkla zafere doğru gittiğini gördüklerinde, kendiliklerinden bizi de beraberinde götür diye koşarak gelecekler. Bu olay Hudeybiye barışından üç ay sonra Hz. Peygamber (s.a) Hayber’i kuşatıp kolaylıkla fethettiği zaman meydana gelmişti. Bu bakımdan Allah Hz. Peygamber’e bu ayetlerle Medine civarının bu menfaatperest insanlarının bu çeşit kolay zaferlerin meydana geldiğini gördükçe, “Onlara biz de katılalım” diye Peygamber’in yanına koşarak gelip dikileceklerini ön bir haber olarak vermişti. Ve ayetin devamında onlara şöyle cevap vermesi istenmişti; Ey Peygamber! Sen onlara açıkça “Bu fetihlere katılmanıza asla izin verilmeyecek, bu ancak tehlikeler karşısında başlarını ortaya koyup ileri atılan yiğit insanların hakkıdır” Kısaca bu bedevilerin münafıklık alametleri, gerek dünya malına gerek evlat sevgisine olan bağlılıkları olmuştu. Evlerini bırakıp gitmeye korkanlardan kuran böyle bahsetmişti. Tam bu sırada aklıma Suriyeli bir aile geldi. Fatihte ailesini yerleştirmek için bir sığınma yeri arayan adama, git savaş diye bağıran birkaç göstermelik mücahit vardı bu hikayede. Adamı zerre anlamadıkları için ağız dolusu sayıyorlardı. Kendilerince haklılardı, durup islam dirliği için savaşmasını istiyorlardı çünkü. Oysa adamın dilini biraz anlasalar adam zaten ‘’Ben ailemi sağ salim yerleştirmeye geldim, onları koruma altına alınca kardeşlerimin yanına dönüp savaşa katılacağım’’ diyordu. O adam bedeviler gibi hareket etmiyordu ama duam odur ki; inşallah o abiler de sözde mücahitlikleriyle imtihan olmaz. Böyle bir şey başlarına gelmesin ama gelirse inşallah onlar da bu abi gibi bedevi olmaktan kurtulanlardan olurlar.

İşte söz nihayet andlaşmaya katılan müminlere geldi. Kuranda bu müminlerin  Allah’ın o kimselerden razı olduğu ve yakında bir fetihle mükâfatlandırılacakları anlatılır: “Allah şu müminlerden râzı olmuştur: ki onlar, ağacın altında sana bey’at ediyorlardı. Allah onların gönüllerindeki (doğruluk ve vefayı) bildiği için onların üzerine huzur ve güven indirdi ve onlara yakın bir fetih verdi. Yine onlara (yakında) alacakları birçok ganimetler bahşeyledi. Allah üstündür, hikmet sahibidir” Burada yine Hudeybiye’de Sahabe-i Kiram’dan alınan biattan bahsedilmektedir. Bu biat’a Rıdvan biatı (gönül hoşluğuyla yapılan biat) denilmiştir. Nitekim Allah (c.c) bu ayette bu tehlikeli durumda canlarını feda etmekte zerre kadar tereddüd etmeyen ve Peygamber’in eli üzerine Allah yoluna başkoyduklarını bildiren biatlarını yaparak sapasağlam bir imana sahip olduklarını açıkça ispat eden o insanlardan memnun ve razı olduğunu müjdelemiştir. Müslümanların üzerinde sadece birer kılıç vardı. O zaman sadece 1400 kişiydiler, üzerlerinde savaş kıyafeti değil, ihram bezi vardı. Savaş karargahları Medine’den 250 mil uzaklıktaydı. Eğer bu insanların Allah, Peygamberi ve dini konusundaki samimiyetleri biraz az olsaydı, bu son derece tehlikeli durumda Peygamber’i tek başına bırakırlar ve İslam mücadelesi de artık ebedi olarak sona ermiş olurdu. İçlerindeki iman ve ihlaslarından başka hiçbir güç onları bu biata mecbur edemezdi. Onların böyle bir durumda Allah’ın dini uğruna ölmeye ve öldürmeye hazır ve amade olmaları imanlarında ne derece sağlam ve halis olduklarına, Allah Rasulü’ne vefada en üst dereceye ulaşmış olduklarına açık bir delildir.Allah müminleri bununla imtihan etmişti ve müminle bu sınavı başarıyla vermişlerdi. Çünkü az önceki ayetlerde gördüğümüz gibi Allah onları koruyordu, eli onların elinin üstündeydi. Yine bununla ilgili olarak da 20.ayette ‘’Sizden o insanların elini çekti, bu müminlere bir delil olsun’’ denmiştir. Yani, “Allah, Hudeybiye’de Kureyş kafirlerine sana el kaldırıp seninle savaşma cesaretini vermedi.” Halbuki görünüşte onlar her bakımdan çok üstün durumda bulunuyorlardı. Ve savaşta kuvvet üstünlüğü bakımından da ilerideydiler. Bunlara ek olarak şu da kastedilmiş olabilir: Her hangi bir düşman birliği tam o sırada (müslümanların Medine’yi terkedip 250 mil uzaklıktaki Hudeybiye’de bulundukları sırada) Medine’ye hücum etme cesaretini gösteremedi. Halbuki 1400 savaş erinin çekip gitmesinden sonra Medine cephesi çok zayıf kalmıştı. Yahudiler, müşrikler, münafıklar bu durumdan faydalanabilirlerdi. Yani Allah müminleri imtihan ederken bir yandan da kafirleri durdurandı. Peki Allah onları durdurmasaydı da, müslümanları bir savaş ortamına girmekle imtihan etseydi ne olurdu? Onun cevabı da 22.ayette; ‘’Eğer onlar sizinle çarpışsaydılar mutlaka arkalarını dönüp kaçacaklardı.’’ Tabi bu ayetten sonra da aklınıza soru takılabilir, insansınız sonuçta. Ki benim de takıldı, o zaman şu soruya da cevap bulalım; ‘’Madem Allah kafirleri arkasına bakmadan kaçacakları bir savaş ortamına sokabilirdi,neden sokmadı? Keşke kafirler saldırsaydı, Allah müslümanları korusaydı, Hudeybiye bir anlaşma değil savaş olsaydı sonra da Efendimiz’in rüyası gerçekleşse ve 1400 sahabe umre yapsyadı.’’ Oh ne güzel görünüyor dimi? Yani biz olsak bunu ister bunu yapardık herhalde. Hudeybiye’de oturup elimizi açar ve ‘’Allahım bize yardım et de şu kafirleri yerle bir edelim’’ derdik. Ama işte bizim aklımızne ermediğini ve asla da ermeyeceğini bize 25.ayet anlatacak. ‘’Eğer henüz tanımadığınız mümin erkek ve kadınları bilmeseydiniz de şanınıza bir leke gelme ihtimali olmasaydı Allah size Fetih için izin verirdi. Allah dilediğini rahmete koyacağı için böyle yapmıştır. Eğer müminler ve kafirler birbirinden ayrılsaydılar elbette o küfredenleri elim bir azaba uğratırdık’’ Subhanallah. İşte Allah’ın, Hudeybiye’de savaş fırsatı vermemesinin hikmeti buydu. Bu maslahatın iki yönü vardır. Biri şudur: O zamanlar Mekke-i Mazzama da imanlarını gizleyen -gizlemeyen birçok erkek- kadın müslüman vardı. Fakat onlar güçsüzlüklerinden dolayı hicret edememişlerdi. Eziyet ve işkenceye maruz kalmışlardı. Böyle bir durumda savaş olsaydı ve müslümanlar kafirleri kovalayarak Mekke’ye girselerdi, kafirlerle birlikte bu müslümanları da tanınmadıklarından dolayı öldürebilirler, durumun farkına vardıklarında da bu durumdan acı ve üzüntü duyarlardı. Ayrıca müşrik Arablara da “Bu insanlar savaşta kendi din kardeşlerini bile öldürmekten çekinmiyorlar” deme fırsatı verilmiş olurdu. Bu bakımdan Allah, bu çaresiz müslümanlara merhamet edip ayrıca Sahabe-i Kiramı üzüntü ve lekelenmekten kurtarmak niyetiyle bu olayda savaşa fırsat vermedi. Bu maslahatın ikinci yönü de şudur: Allah, Kureyş’in yenilerek Mekke’nin fethedilmesinin böyle kanlı bir savaş sonucu olmasını istemiyordu. Belki de onun bu arzusu iki sene içerisinde onların her yandan çembere alınması yoluyla çaresiz ve güçsüz hale getirilerek hiç bir eziyete lüzum kalmadan mağlup olmalarına ve daha sonra Kureyş kabilesinin topyekun İslam’ı kabul edip Allah’ın rahmetine nail olmalarına zemin hazırlamak idi. Demek ki,Allah yürekten teslim olan bir insan asla kaybetmez. Kaybetse bile onu kayıp olarak görmez. Çünkü o kişi kalırsa da ölürse de teslimiyeti sebebiyle mertebesi yükselenlerden olur. Bi iznillah.

Surenin sonunda Peygamber ve onunla birlikte olanlar övülerek üstün hasletlerinden bir kısmı şöylece dile getirilir: “Muhammed Allah’ın elçisidir. Onun yanında bulunanlar, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler.’’ Yani onların tüm sertlikleri İslam düşmanları içindir, mü’minler için değil; onlar mü’minlere karşı merhametli, şefkatli, yumuşak, nazik ve dertlerini paylaşan gönülden dostlardır. Gaye ve temel inançların bir oluşu onların içinde birbirlerine karşı sevgi, dostluk ve tam bir uyumluluk meydana getirmiştir. Ayetin devamında şöyle diyor; ‘’Onların, rukû ve secde ederek Allah’ın lutuf ve rızasını aradıklarını görürsün. Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.’’ Burada anlatılmak istenen namaz kılanların alınlarında secde yapmaktan dolayı meydana gelen yuvarlak iz değildir. Burada kastedilen mana Allah’a baş eğme sonucu insanda fıtri olarak medana gelen ruh yüceliği, ahlak güzelliği, vakar ve takva gibi insan çehresinde kendisini gösteren hasletlerdir. Ve ayetin son kısmında şöyle buyurulmuş; ‘’Onların Tevrat’taki vasıfları ve İncil’deki vasıfları da şudur: Filizini çıkarmış, onu güçlendirmiş, kalınlaşmış, derken gövdesinin üstüne dikilmiş, ekincilerin hoşuna giden bir ekin gibidirler.’’  Bu benzetme, Allah Resulünün ve arkadaşlarının ilk ve son durumlarını anlatmaktadır. İlk defa yere atılan bir tane gibi filizlenmeğe başlayan müslümanlar, gittikçe güçlenerek koca bir ordu olmuşlar; İslâm tohumunu ekenler bu durumdan son derece sevinirlerken, onların bu güçlü durumunu gören kâfirler, öfkeden çatlar hale gelmişlerdi.

Aslında sureyi bitirmem gerekirken ben devam edeceğim çünkü şiddetle değinmek istediğim bir nokta var. Şiddet dediysem sinirli değilim, vurgulamak için söyledim yahu. Hepimizin zaman zaman telefonuna mesajlar düşüyor, Yasin dağıtıyorum, Fetih dağıtıyorum, işte bir niyetim için, ya da ülkenin selameti için, ya da atıyorum ameliyat için hastalık için askere gitsin gelsin için şu için bu için vs vs vs. Tüm bunlar için Nurettin Yıldız diyor ki; ‘’ Sözünü ettiğiniz şekilde yapılan faaliyetler sadece bir avuntudur. En mukaddes değerleri basitleştirmektir de aynı zamanda. İşsizlerin işi niteliğinde yapılan bu faaliyetlerin bir anlamı yoktur. Yapmamız gereken doğruları bulmaya mecburuz.’’ Bu yeterince açık ifade etmediyse, birkaç şey daha ekleyebiliriz. Fetih Suresinin okunmasıyla ilgili hiçbir kuvvetli hadis bulamazsınız. Zaten bu konuda 4-5 ravisi belli hadis var, bunlardan en sahih olanı surenin başında Efendimiz’in söylediği ‘’Bu gece bana çok güzel bir sure indi’’ şeklinde olandır. Neymiş Efendim bunu ilk Ramazan gecesi okuyacakmışsın, neymiş Efendim okuyan Hudeybiyedeki müminler gibi olurmuş vs vs vs. Bunlar sahiden size de avuntu gibi gelmiyor mu? Sen müslümanca yaşama ama Fetih okudun diye, o müthiş karakterli muazzam teslimiyetli sahabeden ol? Kim bilir, belki de olursun ama önce yaşa, sonra oku, sonra doğru şeye inan. Rabbin rahmeti büyük, Rabbin merhameti çok, Rabbin kudreti geniş, cennette hepimize yer var. İş ki hak edebilmek. Bakın bu sözlerle demiyorum ki Fetih suresi okumayın, lütfen bu sözleri saptırmayalım. Diyorum ki, nasıl ki diğer sureleri de sayıyla dağıtmak sayıyla okumak, ya da aa sonunda bu mükafat varmış hadi bunu da yapalım diye okumak hatalı hareketlendendir. Yoksa keşke hepimiz Fetih suresini okumayı alışkanlık haline getirsek. Muhakkak Fetih Suresi olmasının yanında Allah kelamını düzenli okumanın meyvesini de yeriz. Tabi ki bu surenin muhtevası geniş, tabi ki hepimizin işini rast getirecek ve hepimizin için ferahlatacak gücü var. Ama diğer tüm sureler kadar var. Diğer tüm vahyedilmiş ayetler kadar var. Bu kadar keskin cümlelerden sonra ben yavaş yavaş gideyim de, kalanlar biraz sindirmeye çalışsın.

Sadakallahulazim.

“Meal Okumaları 48 – Fetih Suresi” üzerine 5 yorum

  1. Fetih suresinin detayli mealini ararken kesfettim sizi ve meal okumalarina araliksiz devam etmeye calisiyorum..bilmiyorum farkinda misiniz ama size cok dua eden vardir benim gibi eminim. Allah razi olsun takipteyim

    Yanıtla
      • Bende sizden topluca seriyi mesaj atmanızi istedim insaallah mailim gelmisdir.. allah sizden razı olsun burayı yeni kessfettim cok guzel meal acıklamalrı var allah razı olsun..

        Yanıtla
  2. Gunlerdir fetih suresinin tefsirini degisik hocalardan dinliyordum tamda aradigimi yazili bir sekilde buldugum icin cok mutlu oldum , ellerine kalemine leptopuna ? saglik canim Allah senden razi olsun bizlerede dua edin binbir emekle hazirlanmis bu bilgileri okuyup Rabbim uygulayanlardan eylesin .

    Yanıtla

Yorum yapın