Meal Okumaları 59 – Haşr Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Haşr sûresi Medine’de inmiştir. Mushaftaki sıralamada elli dokuzuncu, iniş sırasına göre yüz birinci sûredir. Beyyine sûresinden sonra, Nûr sûresinden önce Medine’de nazil olmuştur. 2. âyetinde geçen ve Nadîroğullan’ın Medine’den sürülmelerinden söz edi­lirken kullanılan “haşr” kelimesi sûreye ad olmuştur (kelimenin bu bağlamdaki an­lamına ilişkin yorumlar yerinde açıklanacaktır). “Benî Nadîr sûresi” diye de anıl­mıştır. Sûrenin iniş nedeni, Nadiroğulları yahudilerinin sözleşmelerinden dönerek müslümanlar aleyhinde Medine’ye saldıran müşrik ordusuna yardım etmeleri ve bununla da kalmayıp Hz. Peygamber’e suikast düzenlemeleri yüzünden müslümanlarla yaptıkları savaştır. Sure bu savaşı ve neticesini konu edinir ve ardından müslümanları ahlâkî yönden eğiten ayetten gelir. Son bölümdeki âyetler de Allah’ın sıfatlarını anlatır. Bu ayetleri kategorize edip direk muhtevaya inelim;

1-4: İnsanlar Benu Nadir’in akibetinden ibret almaya davet edilmişler
5-10: Savaş kaideleri, savaşta ülke ve arazi idaresi
11-17: Münafıkların Benu Nadir ile savaş esnasında takındıkları tavır
18-24: Mümin olduklarını iddia edip Müslümanların arasına giren, ama iman ruhundan yoksun kimselere sesleniş

Bu surenin muhtevasını daha iyi kavrayabilmek için, Medine ve Hicaz Yahudilerinin tarihine bir göz atılması gerekir. Çünkü bu bilinmeden, Hz. Peygamber’in (s.a) Yahudilere nasıl muamele ettiğinin sebeplerini anlamak çok güç olur. Hz. Peygamber’in (s.a.) Medine’ye hicretinden önce ve hemen sonrasında Arabistan’da ve bilhassa Medine’de Yahudilerin durumuna bakıldığında, bilinen yahudilikten çok uzak bambaşka bir arap-yahudi karması içinde oldukları bilinmektedir. Yahudilerin dil, giyim, kültür, örf ve adetleri tamamıyle araplaşmıştı. Öyle ki çocuğunun adı bile Arapçaydı. Hatta Hicaz’a yerleşmiş 12 Yahudi kabilesinden Benu Zavra’nın dışında hiçbir kabilenin adı İbranice değildi. İçlerinde birkaç alim dışında kimse İbranice bilmezdi. Cahiliyye döneminin Yahudi şairlerinin şiirleri ile Arap şairlerinin şiirleri dil, düşünce ve konu bakımından hiç farklı bir nitelik taşımazdı. Yahudiler ile Araplar aralarında kız alıp veriyorlardı. Aslında, onlarla Araplar arasında dinleri dışında bir fark vardı denemezdi. Ama buna rağmen Arapların içinde tümüyle asimile olmamışlar ve inatla Yahudilik şuurunu devam ettirmişlerdi. Zahiren Araplaşmalarına gelince, Arabistan’da kalabilmek için başka çareleri yoktu. Bu zahirî Araplaşma nedeniyle yanılan bazı müsteşrikler, onların aslen Yahudi olmadıklarını ve Yahudiliği kabul etmiş Araplar olduklarını veya en azından çoğunluğu Yahudi Arapların teşkil ettiğini sanmışlardır. Fakat Yahudilerin Arabistan’da kendi dinlerini yaymaya çalıştıklarını veya onların alimlerinin, Hıristiyan papazları gibi Araplara Yahudilik propagandası yaptıklarını gösteren hiçbir tarihi delil yoktur. Ekonomik açıdan bakıldığında Arap kabilelerinin karşısında ekonomik bakımdan Yahudiler daha güçlüydüler. Çünkü onlar, Filistin ve Şam gibi gelişmiş bölgelerden geldiklerinden, Araplar’ın bilmediği bir çok mesleklere sahiptiler. Yahudiler ticarî ve malî çıkarları gereğince, Araplardan hiçbir kabileyi, başka bir kabileye karşı desteklemezlerdi. Ayrıca Arapların kendi aralarında savaşmaları onların işine geliyordu. Çünkü onlar, Arapların bir araya gelmeleri halinde, tefecilik yoluyla kazandıkları bunca verimli araziyi, bağ ve bahçeyi kendilerine bırakmayacaklarını biliyorlardı. Bunun yanısıra her Yahudi kabilesi, kendilerine saldırmasından korktukları başka bir kabileye karşı, güçlü bir Arap kabilesinin himayesine girmişti. Dolayısıyla zaman zaman bir Arap kabilesine karşı savaşan müttefikine yardım uğruna, karşı kabilenin müttefiki olan bir başka Yahudi kabilesi ile de savaşmak zorunda kalıyorlardı. Medine’de Benu Kurayza ve Benu Nadir kabileleri Evs Kabilesiyle, Benu Kaynuka da Hazreç kabilesiyle müttefikti. Hicretten bir süre önce, Evs ve Hazreç kabileleri arasında, Buas mevkiinde çok şiddetli bir savaş vuku buldu ve müttefik kabileler birlikte savaştılar. İşte bu şartlar içerisinde İslâm Medine’ye ulaştı ve Hz. Peygamber (s.a) (s.a) hicret ederek, orada İslâm devletini kurdu. Hz. Peygamber (s.a) devleti kurduktan sonra ilk iş olarak, Evs, Hazreç ve Muhacirleri bir araya getirerek orada bir toplum oluşturmuştur. İkinci iş olarak, bu Müslüman toplum ile Yahudiler arasında açık bir anlaşma yapmıştır. Bu anlaşmanın şartları gereğince, hiç kimsenin bir başkasının hakkını yemeyeceği ve dış düşmana karşı Medine’nin birlikte savunulacağı karara bağlanmıştır. Bu anlaşmaya göre, Yahudiler ile Müslümanların birbirlerine karşı sorumlulukları şu şekilde belirlenmiştir; “Yahudiler kendi savaş masraflarını kendileri karşılayacaklardır. Taraflar, bir saldırı olması halinde, birbirlerine yardım etmeye zorunludurlar. Birbirlerine iyi niyetli davranacaklar, hak ve iyilik için yardımlaşılacak, kötülük ve günah için değil. Ve en önemlisi birbirlerine zulmetmeyeceklerdir. Bu kesin ve açık bir anlaşmaydı ve Yahudiler bu antlaşmayı kabul etmişlerdi. Fakat çok geçmeden, Hz. Muhammed’e (s.a), İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanca bir tavır takınıp, zamanla düşmanlıklarını artırdılar. Çünkü Muhammed’in onların saltanatını bozacağını ve Medine’de sürdürdükleri rahatlığı alt üst edeceğini düşünüyorlardı. Muhammed daha da güçlenmeden onu yok etmek istiyorlardı. Tüm bu nedenler dolayısıyla Hz. Peygamber’e (s.a) karşı çıkmak, artık Yahudiler için milli bir dava görünümü kazanmıştı. Öyle ki onun yenilmesi için her türlü yola baş vurmaktan kaçınmıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a) hakkında birçok yalan, iftira ve kuşkular ortaya atarak, bunları çevreye yayıyorlar ve böylece şüpheye düşüp bu dini terketmeleri için İslâm’a girenleri yanıltmaya çalışıyorlardı. Hatta kendileri önce İslâm’a giriyor, sonra da dönüyorlardı, ki böylece “Demek ki bu işte bir bit yeniği var. Yoksa bunlar Müslüman olduktan sonra, dönmezlerdi” diye düşünerek halkta Hz. Peygamber (s.a) ile ilgili olarak yanlış kanaatler uyanmasını istiyorlardı. Fitne çıkartabilmek için münafıklarla işbirliği yapıyorlardı ve İslâm düşmanı kişi ve kabilelerle irtibat halindeydiler. Müslümanlar arasında fesat çıkarabilmek için ellerinden geleni ardlarına koymuyorlardı. Bu hususta özellikle Evs ve Hazreç kabilesini hedef almışlardı, zira onlarla uzun bir süre müttefik olmuşlardı. Aralarında yeniden savaş çıkıp İslâm’ın kendilerine bağışladığı kardeşliğin parçalanması için bilhassa Buas Savaşı’na tekrar tekrar değiniyorlardı.  Ayrıca Müslümanları ekonomik bakımdan perişan edebilmek için adeta çırpınıyorlardı. Öyle ki, alışveriş yaptıkları biri, İslâm’ı kabul ederse eğer, ona zarar verebilmek için her türlü yola baş vuruyorlardı. Bir Müslümandan alacakları varsa, bunu hemen tahsil etmeye çalışıyor ve böylelikle o Müslümanı zor duruma düşürüyorlardı. Yahudiler, antlaşmaya karşı bu açık açık düşmanca tavırlarını Bedir Savaşı’ndan önce takınmışlardı. Bedir Savaşı’nda Hz. Peygamber (s.a) ve Müslümanlar Kureyşlileri mağlup edince, bu sefer düşmanlıkları daha da artmıştı. Çünkü onlar Müslümanların Kureyşliler karşısında yenileceklerini ve böylece yok olacaklarını sanıyorlardı. H. 3. yılın Şevval ayında Bedir’in intikamını almak amacıyla Kureyşliler Medine’ye saldırmak için büyük bir hazırlık yaptılar ve Medine’ye doğru yola koyuldular. Kureyş’in 3.000 askerine karşı Hz. Peygamber’in (s.a.) 1.000 asker çıkarabildiğini ve bunlardan 300 münafıkın geri döndüğünü gören Yahudiler, Müslümanlara yardım etmeyerek antlaşmaya ilk defa açıktan karşı çıktılar. Oysa yapılan antlaşma gereğince Medine’yi Müslümanlarla birlikte savunmak zorundaydılar. Üstelik Müslümanların Uhud Savaşı’nda büyük bir zarara uğradıklarını görünce Yahudilerin cesaretleri iyiden iyiye artmıştı. Öyle ki Benu Nadir, Hz. Peygamber’e (s.a.), suikast tertiplemiş, fakat hain planları başarısız kalmıştı. Artık bundan sonra onlara hüsnüniyetle davranmanın bir anlamı kalmamıştı. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a) hemen bir ültimatom göndererek, “Yapmak istediklerinizi öğrendim. Dolayısıyla 10 gün içinde Medine’yi terkedin. Bundan sonra sizlerden orada kim ele geçerse öldürülecektir” diye Yahudilere kararını bildirmiştir. Abdullah İbn Ubey’in kendilerine, “İkibin kişiyle ben size yardım ederim. Benu Kurayza ve Benu Gatafan da yardıma gelecekler. Hiç taviz vermeyin ve yerinizi terketmeyin” şeklinde bir haber göndermesi üzerine, Hz. Peygamber’e (s.a), ne yaparsa yapsın Medine’yi terketmeyecekleri cevabını verdiler. Bunun üzerine Hz. Peygamber’de Hicrî 4. yılın Rebi’ul-Evvel ayında onları kuşatma altına alır ve birkaç günlük (bazılarına göre 6 gün, bazılarına göre 15 gün) muhasaradan sonra, silahları dışında develerine yükleyebildiklerini yanlarına almak şartıyla Medine’yi terketmeye razı oldular. Böylece aralarında İslâm’ı seçip kalan iki kişi dışında, bu ikinci yahudi kabilesi de Medine’yi terketmiş ve Şam ve Hayber’e doğru gitmişlerdir. İşte Haşr Suresi’nde, bu olay hakkında mütealalar yapılmıştır. Bu tarih bilgisinden sonra ayetleri anlamak artık çok daha kolay ve bu sayede tek tek tefsirlere girme ihtiyacımız da ortadan kalktı.

Surenin birinci ilâ dördüncü âyetlerine baktığımızda Benû Nadir’in yurtlarından sürülmelerini konu edindiğini görüyoruz. Ne kendilerinin ne de mü’minlerin tahmin etmediği bir şekilde, Allah’ın kalplerine saldığı korku nedeniyle kendi elleriyle evlerini söküp şehri terketmelerinden basiret sahiplerinin ibret alması istenir.  Bununla ilgili olarak 3.ayette; ‘’ Eğer Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, el­bette onları dünyada başka şekilde cezalandıracaktı. Âhirette de onlar için ateş azabı vardır’’ buyurulmuş. Yani Yahudiler olası bir ihtimal dahilinde efendimiz’in ‘’yurdu terkedin’’ çağrısını ciddiye almasalardı bile Allah onlar için dünyalık bir ceza ayarlamıştı. Fakat onlar külli iradeleriyle şehri terketmeyi kabul ettiler. Yine de ahirette onlar için bir azap olduğunu ayette öğreniyoruz.

Daha sonra 5.ayette; ‘’Hurma ağaçlarından her neyi kesmişseniz veya kökleri üzerinde dimdik neyi bırakmışsanız, (bu) Allah’ın izniyledir ve fasık olanları alçaltması içindir.’’ buyuruluyor. Ayet kuşatma başlangıcında Benu Nadir’in yerleşim bölgesi etrafındaki askeri bir harekâtı engelliyen bazı hurma ağaçlarının kesilmesine ve yakılmasına işaret etmektedir. Dipnot olarak, askerî harekâta mani olmayan ağaçlara ise ilişilmemiştir. Medine’deki münafıkları, Benu Kurayza ve Benu Nadir’in “Muhammed arzı ifsat etmeyi yasaklıyor ama, kendisi bu ağaçları kesmekle asıl, arzda fesad çıkarıyor” demeleri üzerine, bu ayet nazil olmuştur. En büyük gelir kaynaklarından mahrum bırakılan Benû Nadir bu hâliyle Medine’de kalamazdı. Tek çare olarak teslim oldular. Allah onları müslümanlar karşısında zelil etti; hem de iki kez. Müslümanlar kendi ağaçlarını keserken engel olmak için hiçbir şey yapamadılar, kalelerinin ardından zelil bir şekilde seyrettiler. İkinci zelillikleri de sürgün anı ve olayıdır. Kesilmeyen ağaçlar ve araziler müslümanların eline geçince kahırlarından zelil oldular. Bu Ayet-i Kerimeden, savaş sırasında bazı zarurî tahribatın arzı ifsat etmek olmayacağı şeklinde şer’î bir hüküm elde edilmektedir. Arzı ifsat etmek ise bir ordunun düşmanın ülkesine girdiğinde tarlaları, bağları ve evleri yakıp yıkmasıdır. Bu konuda Hz. Ebu Bekir’in (r.a) Şam’a gönderdiği orduya verdiği emirler, umumi kaide mahiyetindedirler. “Meyveli ağaçları kesmeyin, tarlaları harap etmeyin ve yerleşim bölgelerini virana çevirmeyin”. Bu, Kur’an’ın talimatına tamamıyla uygundur.

Altı ilâ onuncu âyetler arasında müslümanların eline geçen bu savaş ganimetleri konusu ele alınmakta; İslâm askerlerinin savaşarak ele geçirdikleri ganimetle savaş yapılmadan kazanılan ganimetler arasındaki fark beyan edilmektedir (İslâm hukukunda bu ayrım “Fey” ve “Ganimet” olarak adlandırılır): Ganimetin beşte dördü askerler arasında paylaştırılırken savaşmadan kazanılan Fey ise “Allah, Rasûlü, O’na yakın akrabalar, yetimler, fakirler ve yolda kalmışlar içindir. (Bunun nedeni) o mal yalnızca zenginleriniz arasında elden ele dolaşan bir servet olması diyedir.” Bu hükümden hoşnut olmayanlar için hemen ardından bir uyarı geliyor: “Rasûl size verdiyse onu alın, ne yasak ettiyse ondan uzak durun” (7).Ve bu uyarıyı Allah korkusuyla, onun azâbıyla destekliyor. Ardından gelen âyetlerde bu Fey’den hak sahibi olan diğer kişiler belirtilir: Mekke’den tüm mallarını bırakıp Medine’ye göçen muhâcirler ve onları kendi kardeşleri yapıp bütün mülklerini paylaşan Medineli Ensâr da bu haktan yararlanacak kişiler arasındadır. (Bu konudaki âyet daha sonraki dönemlerde fethedilen toprakların ne şekilde değerlendirileceği konusunda bir delil kaynağı olmuş, ancak İslâm âlimleri arasında tam bir görüş birliğine varılamamıştır. Hanefîlere göre İslâm devlet başkanı bu konuda yetki sahibidir; dilerse beşte birini askerlere dağıtır, kalanını devlet bütçesine aktarır, dilerse tamamını bütçeye aktarır. Mâlikîlere göre tamamı vakıf malı olur ve devlet kontrolüne girer. Hanbelîler bu konuda Hanefîler gibi düşünür. Şâfiîlere göre ise gayr-i menkuller devlete, menkuller de savaşan askerleri âittir).

On bir ilâ on yedinci âyetler de, müslümanların Benû Nadir’le yapacakları muhtemel bir savaş karşısında münâfıkların yaptığı tercih ve bunun nedenleri açıklanır. Onların Allah’tan daha çok müslümanlardan korktukları, buna rağmen gizli gizli aleyhte çalıştıkları haber verilir. Ama hiçbir zaman saflarını kesin çizgilerle belirlemezler. Kim güçlüyse onun yanında yeralırlar.  Bununla ilgili olarak 12.ayette şöyle buyuruluyor; ‘’Andolsun, onlar sürülüp çıkarılacak olurlarsa, kendileri onlarla birlikte çıkmazlar. Onlara karşı savaşılırsa da kendilerine yardımda bulunmazlar; yardım etseler bile (arkalarına) dönüp-kaçarlar. Sonra kendilerine yardım edilmez.’’ Yani, onların Müslümanlara açıkça karşı gelmemelerinin nedeni Allah korkusu değildi. Ve onlar iman eddialarına rağmen müminlere karşı kafirlere yardım etmeleri sebebiyle Allah huzurunda sorguya çekilecekleri endişesi de taşımıyorlardı. Onların müminlere karşı gelmemelerindeki asıl neden, Hz. Peygamber’e (s.a.) sahabelerin ne kadar çok sevgi beslediklerini ve onu korumak için her türlü fedakarlığı yapmaya hazır olduklarını, küçük bir cemaat olmalarına rağmen saflarında muazzam itaat ve disiplinin hakim bulunduğunu ve toplumdaki her bireyin şehadet arzusu ile adeta çelikleştiğini görmüş olmalarıdır. Bu yüzden Yahudilerle birlikte olup açıkça müminlere karşı savaşırlarsa, ezileceklerinden korkuyorlardı.

Surenin son kısmında mü’minlere, soy ve sopun fayda vermeyeceği, mal ve maka­mın bir yarar sağlamayacağı o korkunç günü hatırlamalarını öğütler. “Ey iman edenler! Allah’tan korkun. Ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın.” Yarın” ile ahiret kastolunmaktadır. Yani dünya hayatı bugündür ve insanlar yarın hesaba çekilecektir. Böylesine bir üslup ile Allah Teâlâ insanoğluna bugün oyun, eğlence ile oyalanıp yarın ne yiyeceğini ne içeceğini, nerede barınacağını düşünmeyen kimsenin bir ahmak olduğunu hikmetle anlatmıştır. Daha sonra Cen­net ehli ile Cehennem ehli arasındaki korkunç farkı, adalet ve hesap yur­dunda bahtiyarlarla bedbahtların akıbetleri 20.ayette şöyle anlatılır; ‘’Ateş halkı ile cennet halkı bir olmaz. Cennet halkı ‘umduklarına kavuşup mutluluk içinde olanlardır.’’  Sûrenin yirmi birinci âyetinden yirmi dördüncü âyetine kadar olan âyetlerde ise  Allah’ın, Âlim, Rahman, Rahim, Melik, Kuddüs, Selâm, Mü’min, Müheymin, Aziz, Cebbar, Mütekebbir, Hâlik, Bâri’, Musavvir sıfatları hatırlatılarak mü’minler uyarılıyor.  Bu hatırlatmanın sebebi insanoğluna karşısındaki zatın, sıradan biri olmadığını hatırlatmaktır. O, Azim ve kudret sahibidir. O’nun tüm sıfatları böyledir. Kur’an’ın pek çok yerinde Allah’ın sıfatlarının beyan edilmesi ile insan zihninde çok geniş bir ilah tasavvuru yer alır. Kur’an’da biri Bakara Suresi’nde 255. ayet (Ayetel-Kürsi), diğeri Haşr Suresi’nin bu ayetleri olmak üzere iki yerde Allah’ın sıfatları geniş bir şekilde beyan edilmiştir. Son cümlelerden de anladığınız üzere, girişteki Haşr Suresini bilindik kılan ayetler Allah’ın sıfatlarını barındıran kısımlardır. Ayetleri bitirdik fakat, bilenlere teşvik edici, bilmeyenlerin ise dualarına yeni bir dua ekleyecek bir açıklama da yapalım.

Haşr Suresi’nin tamamı veya sadece son üç, son dört ve son altı ayeti ile ilgili hadisi şerifler bulunmaktadır, bu hadislerin en kuvvetli görünenleri son dört ayeti işaret etmektedir. Yine de hadislerin aktarma usuluyle geldiğini, hata edilebilir olduğunu unutmamak gerekir. Çünkü bu hadisler için fıkıh alimleri ciddi anlamda tartışma içindedirler. Güvendiğim 4-5 hocanın bile birkaçı hadisleri sahih bulurken, birkaçı da asla sahih olmadığı fikrini savunuyor.  Bu arada surenin son dört ayeti ‘’Lev enzelna’’ diye bilinen duadır. Kendisi ayetel kürsi, amenerrasulu ile birlikte anılan Kurandaki en büyük 3 duadan biridir. Ayetle ilgili hadisleri bir kenara bırakıp, sırf anlamındaki güzellikten ötürü bile bu ayetler duaya eklenebilir. Son dört ayette allah’ın en güzel sıfatları bulunuyor ve daha önce bir çok ayette müminlere ‘’Allah’ın isimlerini anarak dua edin’’ tavsiyesi verilmişti. Hadisler olmadan dinimizi tam anlamıyla yaşamak imkansızdır, fakat bu tür fazilet işlerinde hadisleri bir nebze geriye atarak, müthiş sonuçlar beklemeden yalnızca Allah’ı anmak, dua etmek, affa layık bir kul, cennete layık bir mümin olabilmek için bu ayetleri okumalıyız. Aranızda Lev enzelna’yı ezbere bilmeyen varsa, hemen bir yere not edip her gün okumaya başlasın derim. Bunu derken size ‘’okursanız şu olur, okursanız böyle olur’’ demeyeceğim. Siz sadece Kuran’ın her harfinin şifa, her ayetinin nur, her suresinin ise koruyucu olduğunu hatırlayın yeter.

Sadakallahulazim.

Yorum yapın