Meal okumaları 60 – Mümtehine Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:


بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Bu mübarek sûre, Medine’de inen ve fıkhî hükümlere ağırlık veren sûrelerdendir. Mushaftaki sıralamada altmışıncı, İniş sırasına göre doksan birinci sûredir. Ahzâb sûresinden sonra, Nisa sûresinden önce Medine’de nazil olmuştur. Bu surenin adı, 10. ayette hicret eden kadınların imtihan edilmesiyle ilgili hüküm dolayısıyla, “Mümtehine” olmuştur. Bu kelime “Mümtehine” ya da “Mümtihine” şeklinde telaffuz edilir. Şayet “t” harfi fetha okunursa, bu kelime “imtihan olunan kadın”, kesre okunursa, “imtihan eden sure” anlamına gelir. Sûrenin ana konusu “Allah için sevme ve Allah için nefret etme” fikri etrafında döner. Bu mesele, iman kulplarının en sağlam olanıdır. Sûrenin baş tarafı Hâtib b. Ebî Beltea’yi kınamak için inmiştir. Bu sure tüm müfessirlerce üç bölüme ayrılır, biz de onlara uyup ayetleri üç bölümde kategorize ettik;

1-9: Allah düşmanları ile dost olmanın yanlışlığı
10-11: Mümin ve kafirler için karı-koca hukuku
12-13: Müslüman olan kadınlara usul nasihatleri

Sûrenin ilk âyetinde Allah Teâlâ’nın ve mü’minlerin düşmanlarının dost edinilmemesi emredilir. Bu âyetin iniş sebebi şöyledir: Rasûlullah (s.a.s), Mekkelilerin Hudeybiye anlaşmasının şartlarını bozduklarını görünce, Mekke’nin fethine karar verdi. Müslümanlara savaş hazırlığı emrederek işi gizli tutmalarını söyledi. Hâtıb b. Ebî Beltea Mekkeli müşriklere hitaben bir mektup yazarak “Rasûlullah (a.s) sizinle harbe hazırlanıyor, tedbirinizi alın” dedi. Mektubu, o sırada Medine’de misafir olarak bulunan müşrik bir kadınla yolladı. Allah, Hz. Peygamber (a.s)’e vahy ederek durumu bildirdi. Hz. Peygamber derhal Hz. Ali, Zübeyr ve Mikdad’ı kadının peşine takarak: “Gidin, Hah Bahçesi denilen yere vardığınızda müşrik bir kadın bulacaksınız. Yanında Hâtıb b. Ebî Beltea’nın müşriklere yazdığı bir mektup var, onu alın” buyurdu. Hz. Ali ve beraberindekiler kadına Rasûlullah (a.s) in haber verdiği yerde kavuşmuşlar, mektubu istemişler, kadın inkâr edince “Bunu Allah Rasûlü söyledi. O yalan söylemez, ya mektubu verirsin yoksa seni ararız” demişlerdi. Kadın işin ciddî olduğunu anlayınca mektubu saklamış olduğu saçlarının arasından çıkarıp vermiştir. Mektup Rasûlullah (a.s)’e getirilince Hz. Ömer “Ey Allah’ın Re-sûlü! Bu adam Allah’a, Peygamberine ve mü’minlere ihanet etmiştir. Emir ver de boynunu vurayım onun” demişti. Hâtıb b. Ebî Beltea muhacirlerdendi. Bedir Savaşı’na katılmıştı. Mekke’de çocukları ve emlaki vardı. Hz. Peygamber Hâtıb’ı çağırıp: “Neden bunu yaptın?” diye sormuş; o da şu karşılığı vermişti: “Ya Rasûlallah! Bana karşı acele etme. Çünkü ben Kureyş’ten değilim; onlara andlaşma ile bağlı biriyim. Yanınızda bulunan Muhacirlerin, Mekke’de ailelerini himaye edecek ve mallarını koruyacak akrabaları var. Ben ise nesep cihetiyle olan bu bağlılığa onlar nezdinde minnettarlar kazanarak doldurmak ve bu suretle akrabamı korumak istedim. Yoksa bu işi küfür ve dinden dönmek için yapmadım” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s); Muhacir ve Ensar’ın huzurunda; “Hatib doğru söyledi” buyurdu. Yani Hatip ise savunmasında, Mekke’deki ailesinin, diğer Muhacirlerin aileleri gibi kabile koruması altında olmadığından, savaşta Kureyşlilerin ailesine, çoluk-çocuğuna eziyet edecekleri korkusuyla böyle davrandığını açıkça söylemiş ve gerçekten de onun bu açıklaması teyid edilmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s); Muhacir ve Ensar’ın huzurunda; “Hatib doğru söyledi” buyurdu. Gerçi samimi bir Müslümanın iyi niyetle dahi olsa, bu şekilde davranması, yani kişisel çıkarları için Müslümanların savaş planlarını düşmanlara bildirmesi caiz değildir. Ancak böyle de olsa samimi bir Müslümanın yaptığı hata ile bir münafığın hıyaneti arasında büyük fark vardır. Bu bakımdan her ne kadar suçun keyfiyeti aynı ise de, cezaları aynı değildir. İşte mahkemede Hz. Peygamber de (s.a) bu şekilde karar vermiştir. Allah Teâlâ da Mümtahine Suresi’ndeki bu ayetlerle, O’nun verdiği kararı teyid etmiştir. Sözkonusu üç ayeti dikkatlice okuduğumuzda, Hz. Hatip hakkında vaki olan azarın, bir mümini azarlamak şeklinde olduğunu ve bir münafığın azarlanmasına hiç benzemediğini gayet sarih bir şekilde görürüz. Ayrıca ona hiçbir mali ve bedeni bir ceza da verilmemiş, sadece yapılan davranış açıkça kötülenmiştir. Yani İslâm toplumunda bir müminin hata yapması, toplumun kendisine olan güvenini sarsar ve ona bu ceza tek başına yeterli olur. Zaten bu olay üzerine inen ayetler de, Hatip’e ağır bir azarlama cezası olmuştur;  “Ey iman edenler! Benim düşmanımı da sizin düşmanınızı da dostlar edinmeyin. Siz onlara sevgi gösteriyorsunuz, halbuki onlar, size gelen hakkı inkâr ettiler. Peygamberi ve sizi, Rabbiniz olan Allah’a iman ettiğiniz için yurdunuzdan çıkarıyorlar. Eğer siz benim yolumda cihad için ve rızamı talep için yurdunuzdan çıktıysanız, onları dost edinmeyin. Onlara olan sevginizi gizlersiniz. Oysa ben, sizin gizlediklerinizi de açığa vurduklarınızı da çok iyi bilirim. İçinizde kim, benim ve sizin düşmanlarınızı dost edinirse, şüphesiz o, doğru yoldan sapmıştır. Eğer sizi ele geçirirlerse hemen size düşman kesilirler. Ellerini ve dillerini size kötülük yapmak için uzatırlar. İsterler ki keşke inkâr etseniz” (1-2).

Sıradaki âyetlerde, kıyamet gününde akraba ve çocukların insana fayda vermeyeceği, kişiyi sadece iman ve amelinin kurtaracağı anlatılmıştır. Buna örnek olarak  4.ayetteşöyle buyuruluyor; ‘’İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimle­rine demişlerdi ki, “Biz sizden ve sizin Allah’tan başka taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda de­vamlı bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.’’ Yani, “Bizi sizin dininizi tanımıyor ve sizlerin de hak üzerinde olmadığınıza inanıyoruz” Bir kimsenin Allah’a iman etmesi, onun Tağut’u inkar etmesini gerektirir. Fakat ayetin devamındaki şu ifadeler bir tartışmaya sebebiyet vermiştir; ‘’ Yalnız ibra­him’in babasına, “Andolsun ki senin için mağfiret dile­yeceğim. Fakat Allah’tan sana gelecek herhangi bir şeyi önlemeye gücüm yetmez” demesi hâriç.’’ Burada kastedilen şey, İbrahim as’ın müşrik olan babasına her fırsatta dua ediyor olmasıdır. Yani Kuran ayetin başında müşriklerle olan bağları yasaklıyor, sonra İbrahim’in babasına dua etmesi iyi bir örnektir diyor. Burada kaçırılan şöyle bir ayrıntı var, İbrahim as babası tarafından evden kovulduğunda, babasına dönerek ‘’Senin için Allah’a dua edeceğim’’ buyurmuştur. Bunu neredeyse 6-7 defa Mekki surelerde görmüştük. Burada yine bazılarının aklına, İbrahim as nası allahın yasakladığı bir şeyi yapıp bir müşriğe dua etmiş sorusu geliyor. Ama ayet dikkatle incelendiğinde onun ‘’Ben sana dua ederim fakat allah’ın takdiri muhakka bunun önündedir.’’ Teslimiyetinde olduğunu anlamak da mümkün. Yani bu ayeti çok fazla tartışma meselesi etmeden, bir peygamberin babasına olan sözünü, Allah’ın emrinden çıkmadan nasıl yumuşaklıkla yapmaya çalıştığını görüyoruz. Bu konu hakkında daha fazla yorum yaparsam benim olduğu gibi sizin de aklınız karışırsa diye diğer ayetlere geçelim istiyorum. Çünkü ben müfessirlerin arasında şu konunun arasında kalıp, yine teslim olmayı seçenlerdenim. Bu mesele benim imanımı güçlendiren bir mesele değil sonuçta, üstünde takılıp kalmanın bir alemi yok. Ahirette İbrahim as’ı görürsek sorarız, nasıl ve ne düşünerek duayı terketmediğini. Sonuçta kendisi Allah dostu diye bilinen bir peygamber, muhakkak o Allahın emri dışında bir iş yapmaz. Biz Peygamberlere de iman etmiş müminleriz.

Surenin 5.ayetinde İbrahim as’ın duası olarak düşünülen çok güzel bir dua var;   “Rabbimiz! Bizi, inkar edenlerle deneme; bizi bağışla, doğrusu Sen, güçlü olan, Hakim olansın.” “Ey Rabbimiz, bizi kâfirlere fitne konusu yapma. Onlara fırsat verip, bize mûsâllat edip onların işkence ve azaplarıyla bizi fitnelere düşürme. Onları bize karşı galip ve üstün bir konuma getirip bizi kâfirlerin elinde oyuncak konumuna düşürme. Çünkü böyle bir durumda dinlerinden habersiz yaşayan kimi zavallı mü’minler onlar karşısında ezilmişliği yaşayarak yollarını, dinlerini sorgulamak durumunda kalabilirler. Onlar karşısında dinlerinden, yollarından şüpheye düşebilirler. Onları haklı yolda görerek, tavizler vererek onların düşüncelerine uygun bir hayat programı geliştirmeye, bir din icat etmeye kalkışabilirler. Dinlerini, inançlarını onlara doğru eğip bükmeye kalkışabilirler. Onlar kaynaklı bir hayatın içine girebilirler.” Ne kadar da güzel dua etmiş değil mi atamız?

Şimdi de 7.ayette, okuduğumda benim çok aklımı karıştıran bir ifadeye değinmek istiyorum.  “Allah’ın sizinle, düşmanlık gösterdiğiniz kimseler arasında bir sevgi yaratması umulur; Allah Kâdirdir, Allah bağışlayandır, acıyandır.” Önceki âyetlerde Rabbimiz mü’minlere yasasını bildirdi. “Eymü’minler, kâfir ve müşriklerle ilişkilerinizi koparıp onlardan ayrılın. Onlarla sevgiye dayanan bir ilişki içine girmeyin. Mü’minler aleyhine kâfirler lehine bir davranışta bulunmayın. Allah için akrabanız bile olsa onlarla aranıza bir mesafe koyun” dedi. Tarihten, yasal bir örnekten misâller sundu. Sonra da şöyle buyurdu: “Ey mü’minler, umulur ki sizin Allah için düşmanlık gösterdiğiniz, dininiz için tavır koyduğunuz kâfirlerle sizin aranızda Allah yakında bir dostluk peyda edecektir.” dedi. Sonra da tefsirleri okuyunca aklımdaki karışıklık gülümsemeyle son buldu. Çünkü müminlerin kâfir akrabalarla ilişkiyi kesme emrini aldıktan sonra onların bu konuda zorlanacaklarını çok iyi bilen Rabbimiz, hemen bu müjdesiyle onları rahatlatıverdi. “Umulur ki, çok yakında onlar da sizler gibi Müslüman olurlar da aranızdaki kinden sonra bir muhabbet, nefretten sonra bir sevgi, ayrılıktan sonra bir kavuşma var olur. Yarın nelerin olacağını, Rabbinizin sizin için neler yaratacağını ne bilirsiniz? Ne bilirsiniz belki yarın şu andaki düşmanlıklarınızın yerini bir dostluk alıverecektir.” Nitekim aynen Rabbimizin buyurduğu gibi de oldu. Çok kısa bir süre sonra Mekke’nin fethi gerçekleşti ve bu olmaz gibi görünen müjde de gerçek oluverdi. Dün Allah için düşman oldukları Mekkeliler de Müslüman olunca aralarında tam bir sevgi ortaya çıkıverdi. Böylece anlıyoruz ki, cihadın hedefi düşmanlık, kan dökmek, insan öldürmek değil, dostluğu umumîleştirmektir. Allah her şeye kâdirdir, bağışlayan, merhamet edendir.

Surenin 10.ayetiyle yeni bir konuya başlıyoruz ve bu konu fıkıh’ın kadın konusundaki en derin kısımlarından biri; ‘’Ey iman edenler, mü’min kadınlar hicret etmişler olarak size geldikleri zaman, onları imtihan edin. Allah, onların imanlarını daha iyi bilendir. Şayet onların (gerçekten) mü’min kadınlar olduklarını bilip-öğrenirseniz, artık sakın onları kâfirlere geri çevirmeyin.’’ Bu kararın arka planı şu şekildedir: “Hudeybiye Antlaşması’nın sonrasında, Mekke’den kaçıp Medine’ye gelen Müslüman erkekler, antlaşma gereğince geri iade ediliyorlardı. Daha sonra Müslüman kadınlar da gelmeye başladılar ve ilk olarak Ukbe bin Ebi Muayt’ın kızı Ümmü Gülsüm hicret edip Medine’ye geldi. Mekkeli müşrikler antlaşma gereğince onun da iadesini talep etmiş ve bu yüzden Ümmü Gülsüm’ün iki kardeşi Velid bin Ukbe ile Umare bin Ukbe kardeşlerini geri almak amacıyla Medine’ye gelmişlerdi.

O zaman antlaşma gereğince, erkekler gibi kadınların da iade edilip edilmeyeceği meselesi ortaya çıkmış ve Allah bu meseleyi çözmek üzere, “Ey iman edenler, mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman onları imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer onların mümin olduklarına kanaat getirirseniz, onları kafirlere iade etmeyin” ayetini indirmiştir. Bununla ilgili olarak daha sonra çok fazla tartışma çıkmış ve Efendimiz’in toplumu dağıtmadan ayet çerçevesinde kararlar vererek hareket etmeye çalışmıştır. Hayli uzun bir mesele olduğu için ve kesin delillere dayandıramadığım için bu konuya burada girmeden geçiyorum, dileyenler hamdi yazır tefsirinde ayrıntılı okuyabilirler. Ayetin devamına geçelim bakalım daha ne diyor; ‘’Çünkü bu kadınlar ne onlara helaldir, ne onlar bunlara helaldir. Onlara kâfir kocalarına kendileri için harcadıklarını verin. Onlara mehirlerini verdiğiniz takdirde onların nikâhlamanızda sizin için bir güçlük yoktur’’ Yani, hicret eden mümine kadınların, kafir kocalarından aldıkları mehri İslâm Devleti iade edecektir. Serbest kalan bu kadınlar herhangi bir Müslüman ile, mehir alarak yeniden evlenebilirler. Ve ayetin son kısmında; ‘’ Bu, Allah’ın hükmüdür. Sizin aranızda hükmeder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.’’ Diyerek kararın sorgulanmasının önüne geçiyor. Yani Allah’ın kararı budur, siz bilmezsiniz o bilir, teslim olun ve sorgulamadan itaat edin. Bu ayeti geçip gitmeden önce genel bir toparlama aktarmak da fayda var. Çünkü bu ayette, aile ve uluslararası ilişkilerle ilgili dört önemli ilke açıklanmıştır. 1) Müslüman bir kadın, kafir bir kocaya, kafir bir koca da Müslüman bir kadına helâl değildir. 2) Evli olan Müslüman bir kadının nikahı, kafirlikten islam’a hicret ettikten sonra kendiliğinden fesholur. Artık o dilediği bir Müslümanla mehir karşılığı evlenebilir. 3) Müslüman bir erkeğe, kafir bir kadını nikahı altında bulundurmak caiz değildir. 4) Kafirler ile müslümanlar arasında bir barış anlaşması olduğunda, her iki devlet ‘’ Evli Müslüman bir kafirlikten İslâm’a hicret ettiğinde onun mehrini İslâm yönetimi ödeyecek, kafirlikte kalan fakat Müslümanla evli bir kadının mehrini de, küfür hükümeti ödeyecektir” şeklinde bir antlaşma yapmalıdır.  Bu dört ilke dönemin kuralları esas alınarak belirlenmiş, şuan ise dördüncü madde dışında diğerleri hala zaman zaman karşılaşabileceğimiz durumlar.

Daha sonra 12. âyette Peygamber Efendimiz (s.a.s)’e biat etmek isteyen kadınlarda bulunması gereken vasıflar şöyle anlatılır: “Ey Peygamber! İnanmış kadınlar sana gelip, Allah’a hiç bir şeyi ortak koşmamaları, hırsızlık etmemeleri, çocuklarını öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira uydurup getirmemeleri, iyi bir işte sana karşı gelmemeleri hususunda sana biat ederlerse onların biatlarını al ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Şüphesiz Allah, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir”  Daha önce de beyan ettiğimiz gibi, bu ayet Mekke’nin fethinden az bir zaman önce nazil olmuştur. Mekke’nin fethinden sonra ise, Kureyşliler biat etmek için kitleler halinde Hz. Peygamber’e (s.a) gelmişlerdir. Rasûlullah Efendimiz, Rabbimizin bu âyetinde gösterdiği gibi bu şartlar üzerine Müslüman kadınlardan biat almıştır. Tek tek, ya da toplu halde bu şartlara riâyet etmek üzere Müslüman kadınlar peygambere biat vermişlerdir. Bu konuda elimizdeki muteber hadis kitaplarının rivâyetlerine baktığımız zaman, kadınların biatlerinin erkeklerinkinden farklı olduğunu görürüz. Erkeklerden alınan biat konularıyla kadınlarınkiler arasında fark olduğu gibi, biatın alınış şeklinde de farklılıklar vardır. Erkekler ellerini Rasûlullah Efendimizin elinin üzerine koyarak biat ederken, Allah’ın Resûlü kadınların eline dokunmadı. Buhârî’de, Ayşe annemizden yapılan bir rivâyete göre, onlarla sadece sözle biat etti. (Bu konuda birçok kadın sahabeden birçok farklı hadis okumak da mümkün. Fakat ben Efendimiz’in bu temas mevzusunda hassasiyet sahibi olacağını ve en güvenilir kaynağında Ayşe validemiz olacağını düşündüğümden, buraya onu yazmak istedim) Bu arada kadınlardan alınan biatin konusu, şartları da şöyleydi: 1- Şirk koşmamak, Allah’a hiçbir şeyi ortak tanımamak, Allah’a yetki sınırlaması getirmemek, hayatta Allah’tan başka etkili ve yetkili varlıklar kabul etmemek. 2- Hırsızlık yapmamak. Allah’ın haram dediği haksız kazanç ve mal elde etme yollarına tevessül etmemek. 3- Zina etmemek. Gayr-ı meşrû ilişki içine girmemek 4- Çocuk düşürmemek, kız çocuklarını diri diri gömmemek. Fakirlik korkusuyla çocukları öldürmemek. 5- Bir başkası hakkında iftirada bulunmamak. Bir başkasına ait olan gayr-ı meşrû bir çocuğu kocasına nisbet etmemek. 6- Maruf üzere, maruf konularda peygambere itaat etmek. (Maruf, Allah’ın emirlerine itaat etmektir. Fakat burada Efendimiz’e itaat etmek de bu şartlar arasında sayılmıştır.)

Bu sûre, baştaki gibi mü’minleri, kâfir Allah düşmanları ile dost olmak­tan sakındırarak sona erer. Bununla ilgili olarak 13.ayette şöyle buyuruluyor; “Ey İnananlar! Allah’ın gazabına uğramış milleti dost edinmeyin; inkarcıların kabirde bulunan kimselerden umutlarını kestikleri gibi, onlar da, âhiretten umutlarını kesmişlerdir.” İnananlara uyarı çok açık bir şekilde tekrar edilirken, biz oradaki benzetmeye odaklanalım. ‘’İnkarcıların kabirde bulunan kimselerden umutlarını kestikleri gibi’’ ifadesi için birkaç yorum alıntılamak istiyorum. Birincisi, “Kafirler kabirlerde yatan akrabalarının yeniden dirileceklerinden ümidi kestikleri gibi, ahiretteki iyilikten ve sevaptan da öyle ümidi kesmişlerdir; zira onlar ölümden sonraki hayatı inkar etmektedirler.” Olduğu yönünde. Bu yorum İbn Abbas’tan, Hasan Basri, Katade ve Dahhak’a aittir. İkincisi, “Onlar kabirde yatan kafirlerin ümitsiz oldukları gibi, ahiretteki rahmet ve mağfiretten öylece ümitsizdirler; zira onlar azaba yakalanma konusunda bilgi sahibi olmuşlardır.” İbn Mesud, Mücahid, İkrime, İbn Zeyd, Kelbî, Mukatil ve Mansur ise bu yorumu tercih etmişlerdir. Sonuç olarak ayetten almamız gereken mesaj şudur; Onlar kabirde yatan kâfirlerin ümitsiz oldukları gibi,  âhiretteki rahmet ve mağfiretten ümitlerini kesmiştirler. Çünkü onlar yaşadıkları hayatla âhiret azabını hak ettiklerini bilmektedirler. Böyle kâfirleri, zalimleri asla dost bilmeyin. Onlarla birlik olmayın. Onlar kaynaklı bir hayattan yana olmayın.

Sadakallahulazim.

Yorum yapın