Meal Okumaları 63 – Münafikûn Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

 

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم


Münafikûn sûresi Medîne’de inmiştir. Bunun durumu da Medine’de inen ve ahkâm konularını işleyen ve İslâm’ın amelî yönünü, yani ahkâm konularını anlatan diğer sûrelerin durumu gibidir. Mushaftaki sıralamada altmış üçüncü, iniş sırasına göre yüz dördüncü sûre­dir. Hac sûresinden sonra, Mücâdele sûresinden önce nazil olmuştur.  Ve İlk âyetinde geçen ve “münafıklar” anlamına gelen “münâfîkûn” kelimesi sû­reye ad olmuştur. Sûrede ağırlıklı olarak, iman ettiklerini söyledikleri için müslüman muame­lesi gören ve onlarla iç İçe yaşayan ama gerçekte inanmayan ve müminler aleyhi­ne çalışmalar yapan münafıklar hakkında önemli bilgi ve tasvirlere yer verilmek­te, onların görünüşlerine aldanmamalan ve sinsi faaliyetlerine karşı uyanık dav­ranmaları konusunda müslümanlar uyarılmakta, münafıkların bu tutumlarına de­vam etmelerinin kendilerinin aleyhine olacağı yönünde dolaylı bir ikazda bulunul­maktadır. Yine de biz ayetleri kategorize edelim de düzenimiz bozulmasın;

1-8: Münafıklar konusundaki ikazlar
9-11: Müminlere çıkarılacak ders

Bu sure, belirli bir hadise üzerine nazil olmuştur. Ancak bu hadise zikredilmeden önce, o dönemde Medine’deki münafıkların tarihine bir göz atılması gerekir. Çünkü sözkonusu hadise bir tesadüf eseri vukubulmamıştır. Bilakis ardında birtakım zincirleme hadiseler vardır ve bu hadise onların son halkasıdır. Daha önce anlattığımız üzere Efendimiz Medine’ye gelmeden önce kabileler arasında bir gerginlik zaten mevcuttu. Onlar orta yolu bulmak adına bir anlaşma yapmışlar ve bir lider altında toplanma kararı almışlardı. Bu lider ise  Hazrec Kabilesi’nin reisi, Abdullah İbn Übey İbn Selûl olacaktı. Yine son iki suredir anlattığımız Medine atmosferi düşünüldüğünde, bu planların gerçekleşmediğini anlamak çok zor olmaz. Çünkü Peygamberimiz hicret edip, Medine’ye geldiğinde, İslâm her eve girmiş bulunmaktaydı. Abdullah İbn Übey ise çaresizliğinden ve kabilesinin kendisine olan güvenini kaybetmeyi istemediğinden, Müslüman olmaktan başka çıkar yol bulamayıp, İslâm’ı kabul etmiş gibi görünüyordu. İki kabilenin de ileri gelenlerinden bazı kimseler, her ne kadar onun gibi İslâm’a girmiş iseler de, aslında kalplerinde hased ateşi yanmaktaydı. Özellikle İbn Übey içlerinde bu işe en çok üzülenlerdendi. Çünkü Hz. Peygamber’in (s.a) Medine’ye gelişi, onun kral olmasını engellemişti. İşte bu yüzden O, yıllarca iki yüzlülüğü sebebiyle tuhaf ve birbirine zıt davranışlarda bulunmuştur. Öyle ki bir taraftan, her Cuma namazına iştirak eder ve Hz. Peygamber (s.a) hutbe için minbere çıkar çıkmaz ayağa kalkarak şöyle derdi: “Ey cemaat! Allah’ın Rasulü aranızda bulunmaktadır. Allah onunla sizleri şereflendirmiştir. Bu yüzden o ne söylüyorsa tasdikleyin, emirlerini dikkatle dinleyin ve ona itaat edin.”  Diğer taraftan da içindeki hasedi hissettirecek ve ikiyüzlülüğünü ortaya çıkaracak tavırlarda bulunuyordu. Özellikle Efendimizle karşılaştığında ona küstahça konuşup, toplum içinde olduğunda saygı gösteriyor olması onun bu ikiyüzlülüğünün en büyük ispatıdır.  Birkaç zaman böyle devam ettikten sonra Bedir Savaşı gelip çattığında Übey münafıklığını çok daha açık bir şekilde belli etmeye başlamıştı, çünkü o savaş sırasında Efendimiz’in üzerine yürüyerek Yahudi kabilesi olan Beni Kaynuka’yı savunmuştu. Yine Uhud Savaşı esnasında, aynı şahıs açıkça Müslümanlara ihanet etmiş ve 300 arkadaşı ile birlikte savaş meydanından geri çekilmiştir. Üstelik Kureyş 3.000 askeri ile Medine’ye saldırıya hazırlandığında, Hz. Peygamber (s.a) sadece 1.000 kişiyle birlikte onlara karşı koymak için Medine’den dışarı çıkmıştı. O münafık ise, bu 1.000 kişiden üçyüzünü yanına alarak savaş meydanını terketmiş ve böylece Hz. Peygamber (s.a) 3000 kişilik düşman ordusuna, 700 kişi ile karşı koyma durumunda bırakılmıştır. Bu vakıadan sonra Medine’deki tüm Müslümanlar bu şahsın kesinlikle münafık olduğunu ve yanındaki adamların nifaklarını açığa vurduklarını anlamışlardır. Bu yüzden, Uhud Savaşı sonrasında Hz. Peygamber (s.a) Cuma namazında hutbe irad etmek için minbere çıktığında her zaman olduğu gibi ayağa kalkmış, fakat yanında oturan Müslümanlar hemen elbisesinin eteğini çekerek, ona oturmasını ve konuşmaya layık olmadığını söylemişlerdir. Medine’de ilk kez birisinin kendisini böylesine küçük düşürmesi üzerine, İbn Übey öfkeden kızarmış ve cemaatin başları üzerinden geçerek, mescidi terketmiştir. Mescidin kapısında Ensar’dan bazı kimseler ona, “Sen ne yapıyorsun? Git ve hemen, Hz. Peygamber’den (s.a.) özür dile” demişlerse de, o buna daha da öfkelenerek, özür dilemeyeceğini söylemiştir.  Artık Abdullah İbn Übey ve arkadaşlarının münafık oldukları tüm açıklığıyla belli olmasına rağmen, Hz. Peygamber (s.a) onların yaptıklarına göz yummaya devam etmiştir. Fakat daha sonra Übey, Mustalık gazvesinden hemen sonra müslümanlar savaşı kazanmış evlerine dönerlerken ortaya bir fitne atıp, müslümanları birbirine düşürmeye çalışınca artık sahabeler bu konuda bir şey yapılması gerektiğine karar verirler. Hz.Ömer “Ya Rasulellah! İzin verin bana, bu münafığın kellesini uçurayım. Yok eğer bana izin vermeyi uygun görmüyorsanız, Ensar’dan Muaz bin Cebel ve Ubade bin Beşir’e yahut Sa’d bin Muaz veya Muhammed bin Mesleme’ye emredin, onlar bu münafığı öldürsünler.’’ Der.  Hz. Peygamber (s.a) ise, “Böyle yapmayın. Çünkü ben bu şekilde davranırsam, Muhammed arkadaşlarını öldürtüyor derler” buyurur ve daha sonra hemen tekrar yola çıkmaları emrini verir. Oysa bu emir, hiç uygun bir vakitte verilmediği gibi, Hz. Peygamber’in (s.a) de böyle aniden yola çıkması adeti değildi. Bir gazveden hemen sonra, 30 saat hiç dinlenmeden yola devam edilmesi sonucunda, herkes yorgun ve bitkin düşünce durmak zorunda kalmışlardı. Bu sırada  ensar’ın ileri gelenlerinden biri olan Hz. Usad bin Hudeyr Hz. Peygamber’e (s.a) “Ya Rusülellah! Bu saatte hareket etmemizi emrettiniz. Ancak münasip değildir. Ayrıca siz hiçbir zaman bu şekilde yola çıkmazdınız. Bunun sebebi nedir acaba?” diye sordu ve Hz. Peygamber (s.a) da; ‘’Efendin, Medine’ye döndüğümüzde şerefliler şerefsizleri çıkaracaktır diyormuş” diye cevap vermişti. Bu haber yavaş yavaş Ensar arasında yayılmış ve onlar da İbn Ubey’e karşı müthiş bir öfke oluşturmuştur. Hemen İbn Ubey’e giderek, Hz. Peygamber’den (s.a.) af dilemesini söylemişler fakat o kabul etmemiş. Daha sonra Medine’ye vardıklarında tam şehre gireceklerken, İbni Ubey’in oğlu kılıcını çekerek babasının karşısına dikilip  “Sen, Medine’ye döndüğümüzde şerefli olanlar şerefsizleri çıkaracak demişsin. Sen şerefin Allah’a ve O’nun Rasulü’ne ait olduğunu şimdi anlarsın. Allah’a yemin ederim ki, Rasulullah izin vermedikçe Medine’ye giremezsin.” diye üzerine yürüdü. Bunun üzerine İbn Ubey, “Ey Hazrec kabilesi! Bakın oğlum, benim Medine’ye girmeme mani oluyor” diye bağırmaya başladı. Bu olay Hz. Peygamber’e (s.a.) ulaştırılınca O, “Abdullah’a babasının girmesine izin vermesini söyleyin” der. Söz kendisine iletilince, Hz. Abdullah, babasına “Madem Hz. Peygamber (s.a) izin vermiş, o halde girebilirsin” diyerek babasının önünden çekilir. Herkes Medine’ye girdikten hemen sonra da bu surenin indirildiği rivayet edilir.

Sûre, ilk âyetine münâfıkların çalışma metodunu anlatarak başlıyor. Onlar küfürlerini kalplerinde gizler, müslüman olduklarını, Peygamber’i tasdik ettiklerini söylerler. Müslümanlara karşı yaptıkları hile ve oyunlarında bir açık verdikleri veya İslâm’a karşı söyledikleri kötü sözleri duyulduğu zaman, hemen yemin ederek küfürlerinin açığa çıkmasını önlemeye çalışırlar. Allah Teâlâ, bu durumlarını Peygamberine hitaben şöyle açıklıyor: “Münâfıklar sana geldikleri zaman “Biz şehâdet ederiz ki sen mutlaka Allah’ın Resûlüsün” derler. Ve Allah da bilir ki elbette sen, O’nun peygamberisin. Ve Allah şehadet eder ki, münâfıklar muhakkak yalancıdırlar. Onlar yeminlerini kalkan edindiler de insanları Allah yolundan alıkoydular, gerçekten işledikleri ne kötüdür”  Yani, her ne kadar söyledikleri doğru olsa da, inançları ile dillerindeki bir değildir. Onlar yeminlerini kendi çıkarlarından dolayı ediyorlardır. Bu kimselerin durumu 3.ayette şöyle açıklanıyor; ‘’Onlar inandılar sonra inkar ettiler, bu yüzden kalplerinin üzeri mühürlendi. Artık onlar anlamazlar.”  Yani bu insanlar Efendimiz Medine’ye geldiğinde çıkarları doğrultusunda iman ettiler, fakat iş planladıkları gibi gitmeyince tekrar inkara geçtiler. Hal böyle olunca da Allah onların kalplerini mühürledi. Peki acaba Allah niye mühürlüyor onların kalplerini? Bir daha anlamasınlar diye mi? Ya da eğer Allah bunların kalplerini mühürlediği için eğer bu adamlar duyamaz, anlamaz hale gelmişlerse, o zaman acaba bu adamların suçu nedir? Kalbin mühürlenmesi ne demektir? Kalbin mühürlenmesini nasıl anlayacağız? Allah’ın Resûlü şöyle buyurur: “Günahlar insan kalbini bir kılıf gibi öyle bir sarar ki, sonunda o kişi artık bir şey duymaz oluverir.”

İşte kalbin mühürlenmesinin mânâsı budur. Yani kalp günahlarla örtülünce, Allah da onun üstüne mührü vuruverir.
Yine bu kimseler için 6.ayette Efendimiz’e şöyle söyleniyor; ‘’ “Onlara mağfiret dilesen de, dilemesen de onlar için birdir. Allah onları bağışlamayacaktır. Çünkü Allah, yolundan çıkmış bir toplumu asla yola iletmez.” Bu Tevbe Suresi’ndeki ifadeden -ki Münafıkun Suresi Tevbe Suresi’nden 3 yıl sonra nazil olmuştur- daha şiddetli bir ifadedir. Tevbe Suresi’nde Hak Teâlâ, Rasulü’ne hitap ederek, münafıklar hakkında “Onlar için ister af dile ister dileme, onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez. Böyledir; çünkü onlar Allah’ı ve Rasulü’nü tanımadılar; Allah yoldan çıkan kavmi doğru yola iletmez” buyurmuştur. Bu ayetlerin iki anlamı vardır: a) Dua, hidayet üzerinde olanlar, yani Müslümanlar için fayda sağlar. Dini reddeden ve itaat yerine fısk ve tuğyan yolunu benimseyen kimse için, değil sıradan bir kimse, Allah Rasulü dahi dua etse, yine de bir yararı olmaz. b) Hidayete talip olmayan kimseye hidayet vermek Allah’ın sünneti değildir. Allah’ın hidayetine sırt çeviren ve davet edildiğinde kibirle reddeden bir kimseye, Allah hidayeti kabul etmesi için ısrar etmez.

Sûrenin son kısmında mü’minler, münâfıklara ait bütün vasıflardan temizlenmeleri için uyarılıyor. Burada uyarı konusu, dünya imtihanında insanoğlunu sapıtmak için baş sırada yer alan mal ve çocuklardır. İnsan bunların kendisine veriliş hikmetini kavrayamazsa, onları gerektiği gibi değerlendiremez ve onlarla oyalanmaya başlar. Böylece yaratanını unutur ve hüsrana uğrayanlardan olur. Bununla ilgili olarak 9.ayette şöyle buyuruluyor: “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah’ı anmaktan alıkoymasın. Kim böyle olursa, işte onlar hüsrana uğrayanlardır”  Bu tür ayetlerde sürekli olarak mal ve çocuklar ön planda tutulsa da, aslında kastedilen, insanı Allah’tan gafil eden dünyadaki herşeydir.

Ve surenin son ayetlerinde mümin ile münafıkın en büyük ayrımı olan infaktan bahsedilir. Bununla ilgili olarak indirilen ayetler de ibret alınması gereken cinsten; ‘’Herhangi birinize ölüm gelip de “Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka ve­rip iyilerden olsam!” demesinden önce, size verdiğimiz rızıktan harcayın. Allah, eceli gelince hiçbir nefsi geri bırakmaz. Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır.’’ Bu Allah’ın, kullarını infak etmeye davetidir. Şimdi fırsatınız varken mallarınızı paylaşın sonra bir daha fırsatınız olmaz deme şeklidir. Çünkü ayette görüyoruz ki, ölüm gelip çattığında kimi insanlar bahaneler sunacaklar ‘’Allah’ım ben verecektim, şimdi beni dünyaya döndür, verenlerden olayım’’ diyecekler. Fakat yine aynı ayet onlara bu şansın verilmeyeceğini de açıklıyor. Üstelik bu ayet gayet müminler için söyleniyor. Daha öncede fark ettiyseniz cimrilik Kuran’da en çok kınanan davranışlardan biri, özellikle müslüman ile asla bağdaşmayan bir özellik. Allah muhafaza eğer az da olsa kendinizde böyle bir şey hissediyorsanız, bir an önce bununla mücadele etmelisiniz. Ve hiç şüphesiz bu imtihandan en çok daha çok vererek kurtulabilirsiniz. Parayı sevmek, biriktirmeyi sevmek ya da faydalı harcayacağını düşünüp sürekli kenara yığmak gibi davranışlarınız olabilir, bunlar önemli değil. Önemli olan tüm bunları yaparken sadaka vermeyi unutup unutmadığınız? Mesela kenara para koyarken ihtiyaçlarınızdan yahut lükslerinizden kısabiliyorsanız fakat iş birine yardım etmeye geldiğinde “Benim de şu ihtiyacım var ya” diyerek elinizi daha aza götürüyorsanız eyvah. Bunlar nefsin, insanı kandırmak için kullandığı en alışıldık ifadeler. Unutmayın ki, dünyada birileri yoklukla imtihan oluyorsa, birileri de onlara karşı nasıl davrandığıyla imtihan oluyor. Bunu biliyor ve hala verirken tereddüt yaşıyorsan, daha da çok vermeye alıştır ellerini. Hem Allah amellerinin karşılığını fazlasıyla verendir, hiç senin bu güzel amelini zayi eder mi?

O zaman şimdilik hepinizi Allah’a emanet ediyor ve Aldananları anlatmak için diğer yazıya geçiyorum.

Sadakallahulazim.

Yorum yapın