بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Kalem sûresi Mekke’de inen, iman ve inanç esasları üzerinde duran sûrelerdendir. Adını El-Kalem veya En-Nun kelimelerinin geçtiği birinci ayetten almıştır.Mushaftaki sıralamada altmış sekizinci, iniş sırasına göre İkinci sûredir. Alak sûresinden sonra, Müzzemmil sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 17. âyetten 50. âyete kadar olan kısmının Medine’de indiği yönünde bir rivayet bulunsada âyetlerin üslûp ve İçeriğinden bunların da Mekke’de indiği anlaşılmaktadır. Muhtevadan bu surenin, Mekke’de Allah Rasulü’ne karşı çıkışların şiddetlendiği bir zamanda nazil olduğu anlaşılmaktadır. Bu surede üç konu ele alınmaktadır: Muhaliflerin ileri sürdükleri itirazlara cevap; onları ikaz edip tavsiyede bulunmak; ve Allah Rasulü’ne (s.a) sabrın ve istikametin telkin edilmesi. Şimdi konuları kategori olarak da inceleyip, ayetlere geçelim:
1-7: Yemin ve açıklama
8-16: Kötü ahlakın tanımı
17-33: Bahçe sahiplerinin kıssası
34-47: Kafirlere hitap
48-52: Son tavsiyeler
Surenin ilk ayetlerinde bir yemin karşılıyor bizi; ‘’ Nûn, Kaleme ve (kalem tutanların) yazdıklarına andolsun ki (Resûl’üm), sen Rabbinin nimeti sayesinde- mecnun değilsin.’’ Bu yeminin kaynağı Mekkeli müşriklerin inançlarıdır. Onlar sihirbazların ve şairlerin cinlerle iletişim kurduklarına inanırlardı. Ve Hz. Peygamber’in de onlar gibi cinlerin etkisi altına girdiğine ve söylediklerinin ona cinler tarafından telkin edildiğine inandıkları için ona şair, kâhin, sihirbaz ve mecnun diyorlardı. Bu nedenle Allah Teâlâ kaleme ve kalem ehlinin yazdığı satırlara yemin ederek onun, İddia edildiği gibi mecnun olmadığını, aksine Allah’ın lütfuna yani peygamberlik gibi bir şerefe erdiğini ifade buyurdu. Bu âyetin asıl gayesi kâfirlerin Kur’ân yüzünden Allah Rasûlüne mecnun dediklerini ve bu iftiraya en açık kesin bir cevabın Kur’ân’ın bizzat kendisinin verdiği anlatılmaktadır.
“Şüphesiz sen yüce bir ahlâk sahibisin” (3). Rasûlüllah yalnızca Kur’anî talimatları insanlığa tebliğ etmekle kalmamış, o talimatları kendi zatında da tatbik ederek buna örnek olmuştur. Rasûlüllah’a yapılan ithamlara karşı Allah O’nun yüce bir ahlâkta olduğunu böylece beyan eder. O’na dil uzatanlar şiddetle kınanarak “O kimse herkesi kınar ve laf taşır, iyiliğe engel olur, haddi aşandır, kötü amel sahibidir, kabadır. Üstelik soysuzdur”(11-13) denilerek onların vasıfları anlatılmakta ve onların bütün itham ve karalamalarla müslümanlardan taviz koparmaya çalıştıkları anlatılmaktadır. “Onlar istediler ki sen taviz veresin… ” (9). Yani, onlar senden İslamî tebliğde biraz gevşeklik göstermeni isterler. Karşılığında da sana karşı muhalefetlerini hafifletecekler. Onların sapıklıklarına uyarak yönetim ve dinlerini reddetme konusunda kendi dininden taviz verirsen onlar da seninle uzlaşacaklar. Onların bu hain ve sinsice planlarına karşı Allah; “Yakında onun burnunu dağlayarak damgalayacağız” (16) buyurmuştur. Onlar böylece zelil olacak, hem dünyada hem de âhirette verilecek zilletten hiç bir zaman kurtulamayacak ayeti ile Allah’ın Rasûlü teselli edilmekte ve müşriklere uymaması hatırlatılmaktadır. Bu müşriklerin net isimleri verilmeden ahlaki bir imaj çizerek birkaç ayet boyunca karakterleri anlatlmış ve bunlar bizim için önemli ayrıntılar. Bizim uzak durmamız gereken ahlaki özellikler olarak şu ayetleri işaretleyebiliriz; ‘’Sürekli yemin eden, aşağılık, dâima kusur arayıp çekiştiren, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecaviz, günaha dalmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimseler’’ Bu ayetlerde hangi şahsın kastedildiği müfessirler arasında ihtilaflıdır. Bazıları bunun Velid bin Muğiyre olduğunu, bazıları ise Esved bin Abd-i Yagus olduğunu söylüyorlar. Bu sıfatların Ahnes bin Şureyk’e ait olduğunu söyleyenler de vardır. Öte yandan, bunun başka şahıslar olduğunu söyleyenler de vardır. Kur’an-ı Kerim’de bu kişinin isim anılmadan zikredilmesinden anlıyoruz ki bu şahıs Mekke’de bu özellikleriyle çok meşhur birisiydi ki ismini anmaya gerek görülmemiştir. Bu özellikler söylenince herkes bundan kimin kastedildiğini hemen anlamaktaydı.
Bundan sonra, 17’den 33.ayete kadar olan bölümde Allah Teâlâ’ya karşı nankörlük yaptıklarında içlerinden biri ikaz etmiş olmasına rağmen ona kulak vermediklerinden sonunda Allah Teâlâ’nın onları bu nimetten mahrum bıraktığı ve bilahare gerçeğin farkına vardıkları bahçe sahiplerinin öyküsü anlatılmaktadır. Malları ve mülkleriyle şımaran insanları nasıl bir sonucun beklediğini gözümüzde canlandırmamızı sağlayan ayetler şöyle başlıyor; ‘’ Biz vaktiyle “bahçe sahiblerine” belâ verdiğimiz gibi, bunlara da belâ verdik. Hani onlar; Sabah olurken (kimse görmeden) onu devşireceklerine yemin etmişlerdi. Onlar istisna da etmiyorlardı. Fakat onlar daha uykudayken Rablerinin katında kuşatıcı bir âfet bahçeyi sarıverdi’de bahçe kapkara kesildi. Onlar, sabah olurken “Madem devşireceksiniz, hadi erkenden gidin!” diye birbirine seslendiler. Derken, “Aman bu gün yanınıza hiç bu yoksul yanınıza sokulmasın!”diye fısıldaşa fısıldaşa yola koyuldular.’’ “Evet yoksullara yardıma” güçleri yettiği halde, onları yardımdan mahrum etmek gayesiyle erkenden yola düştüler. Fakat bahçeyi gördüklerinde, “Mutlaka yolumuzu şaşırmış olmalıyız!.. dediler. Yanlış yere geldiklerini anlayınca da şöyle dediler; bizi mahrum bırakılmışız” Daha sonra 28.ayette şöyle buyuruluyor; ‘’ İçlerinden olan biri dedi ki: “Ben size dememiş miydim? (Allah’ı) Tesbih edip yüceltmeniz gerekmez miydi?’’ Yani, ertesi gün bahçeden meyveleri toplayacaklarına yemin ettikleri zaman onlara birisi “Allah’ı unutmayın, inşaallah (Allah izin verirse) niye demiyorsunuz?” demişti. Onlarsa buna hiç aldırış etmemişlerdi. Ayrıca miskinlere, fakirlere hiçbirşey vermemeyi kararlaştırdıklarında yine aynı kişi onları “Allah’ı unutmayın ve bu çirkin niyetinizden vazgeçin” diye uyarmıştı. Fakat onlar yine kulak asmamışlar ve kendi fikirlerinde ısrar etmişlerdi. Bahçeyi gidip gördüklerinde ise “herhalde biz yolumuzu şaşırdık ve yanlış bir yere geldik ” (26) dediler. Biraz düşündükten sonra bunun gerçekten kendi bahçeleri olduğunu farkederek hayıflanmaya başladılar. Bu olaydan önce Mekke’nin ileri gelenleri Müslümanlara, “Allah dünyada bu nimetleri bize vermiş” diyerek bunun kendilerinin Allah’ın makbul birer kulları olduklarının alameti olduğunu, “sizin bu kötü durumunuz ise sizin, Allah’ın gazap ettiği kişiler olduğunuzun delilidir. Dolayısıyla eğer öbür dünya varsa, ki siz var diyorsunuz, orada da yine biz refah içerisinde, siz ise azab içerisinde olacaksınız.” demekteydiler. Bu ayetler bu sözlere cevaptır. Zaten 35.ayette ‘’ Biz müslümanlar ile günahkarları eşit kılar mıyız?’’ diyerek, durumun özeti yapılıyor. Anlayanlardan olalım inşallah.
Sûre bu kıssadan sonra müslümanların büyük mükafata uğratıldığı, Allah’tan korkanlar için Rableri katında nimetler dolu cennetin beklediği anlatılmaktadır. Daha sonra itaat eden müslümanların mücrim olamayacaklarını müşriklerin bu iddiaları, “Ne biçim hüküm veriyorsunuz yoksa Kur’an’dan ayrı bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz” (37-38) gibi cevaplarla karşılık verilir. Bu ayetlerle müşriklere özetle şu mesaj verilmeye çalışılıyor; ‘’ Siz kendi kendiniz hakkında hüküm vermektesiniz. Bunların hiçbir temeli yoktur. Akıl ve mantığa terstir. Üstelik, Allah’ın gönderdiği hiçbir kitaptan da bir delil gösteremezsiniz. Hiç biriniz Allah’ın böyle bir vaadde bulunduğunu iddia edemez. Öte yandan sizin mabud kabul ettikleriniz de sizi Cennete sokacaklarına dair bir garantide bulunamıyorlar. O halde bu yanlış fikirleri nereden alıyorsunuz.’’ İşte bu Kur’an’ı yalanlayanlar Allah’ın azabından kurtulamaz. Bu dünyada onlara verilen mühlet kendilerini aldatmaktadır. Bu yalanlamalarına rağmen azap olunmayacaklarını ve azap gelmediğinde de doğru yolda olduklarını zannediyorlardı. Halbuki helâke doğru sürüklendiklerinden habersizdiler. Ellerinde, Allah Rasûlü’ne karşı direnmeleri için hiçbir makul sebepleri yoktur. Çünkü O, hiçbir menfaat ve karşılık gözetmeyen bir habercidir. Bunda hiçbir şahsî menfaati yoktur. Ayrıca O’nun Allah’ın Resulü olmadığını ve getirdiği şeyin ise asılsız bir yalan olduğunu da ileri sürecek bir bilgileri yoktur. Fakat buna rağmen inkarlarından bir adım geri sapmadılar. Böylelikle 44.ayetin bizzat muhattabı oldular; ‘’ Sen bu sözü yalan sayanı bana bırak. biz onları, bilmedikleri bir yönden yavaş yavaş azaba yaklaştırırız.’’ Peki bir insan nasıl bilmeden azaba yakınlaşır? İşte bu sorunun cevabı, insana dünyada verilen nimetlerde saklıdır. Bazılarına sıhhat, mal, evlat, başarı gibi nimetler bol bol verilir. Böylece kendisinde hiç bir eksiklik ve yanılgı olmadığını zannederek battıkça batar. Bu nimetlerin kendisine ikram değil de, felaket sebebi olduğunu bir türlü farkedemez. Çünkü yaşadığı rahat hayatı iki şeye bağlar; ya kaderidir, ya da Allah ondan razı olduğu için onu mükafatlandırıyordur. Oysa nimetler bazen imtihan olarak verilir insanlara. Dünya oyalaması olarak verilirler. Böylece dünya nimetlerine dalıp da Allah’ı unutup unutmayacakları izlenir. Kimi tamamen unutur Rabbini, kimi yerinde saymaya başlar. Artık istediği herşey vardır çünkü, keyfi yerinde, huzur tamdır. Bunun bir ikram olduğuna öyle inandırır ki kendini, artık ne fazladan bir vakit namaz ekler namazına, ne içten bir amin kalmıştır dilinde. Sonra imtihan vakti biter, verilen herşey geri alınır. Ve ortada sadece imtihanını verememiş bir insan kalır. Peki sizce gerçekten ortada mı kalır? Aslında hayır, çünkü onun için çoktan yeni bir imtihan hazırlanmıştır. Şimdi kaybettiği için dövünecek ve sızlanacak mı, yoksa bir imtihanda olduğunu farkedip tövbe kapısını çalacak mı diye bakılır. Hangi yoldan giderse gitsin yeni bir sürü imtihanla karşılaşacaktır. Bir yol hep hayıra, hep güzele çıkacaktır. Ve Allah, iman etmiş kullarını doğru kapıya ulaşana kadar rahat bırakmayacaktır.
Surenin son bölümünde nüzûl sırasına göre ilk defa bir peygamber kıssasına yer verilir. Allah’ın kutlu elçisi Hz. Yunus’un yaşadığı bir tecrübe anlatılır. Bununla ilgili olarak 47-49.ayetlerde şöyle buyuruluyor; ‘’Sen Rabbinin hükmünü sabırla bekle. Balık sahibi gibi olma. Hani o, dertli dertli Rabbine niyaz etmişti. Şayet Rabbinden ona bir nimet yetişmemiş olsaydı o, mutlaka, kınanacak bir halde ıssız bir diyara atılacaktı. Fakat ardından, Rabbi onu seçti ve onu sâlihlerden kıldı.’’ Yani, sabırsızlığı dolayısıyla balığın karnına düşen Yunus (a.s) gibi olma. Burada Peygamber’e, Allah’ın kesin emri gelene kadar sabretmesi söylenilmiş ve Yunus gibi olmaması tenbihlenmiştir. Yunus (a.s) Allah’ın (c.c) emri gelmeden sabırsızlık göstererek bir iş yapmış ve Allah’ın itabına müstehak olmuştur. Enbiya Suresi’nde bu husus tafsilatlı bir şekilde izah edilmiştir. Ve ayetlerde öğreniyoruz ki Yunus as daha sonra pişman olup, denizin karanlıklarında, balığın karnında şöyle dua etmişti: “Senden başka İlah yoktur, Seni tenzih ederim. Şüphesiz ben zalimlerden oldum.” Bunun üzerine Allah onun bu feryad ve figanını dinlemiş, onu bu kederli durumdan kurtarmıştır. Bu ayeti, Saffat Suresi 142-146 arasıyla birleştirerek okuyacak olursak görürüz ki: Yunus (a.s) yaptığı hata neticesi balığın karnına düştüğü zaman Allah’ı tesbih ederek hatasını itiraf etmişti. O zaman da balığın karnından çıkarılarak çorak ve çıplak bir yere hasta bir halde bırakılmıştı. Artık affolunmuş ve yerilmekten kurtulmuştu. Allah Teâlâ lütfuyla, onun meyvesiyle açlık ve susuzluğunu gidereceği ve gölgeleneceği bir bitki yaratmıştı. Yani az önce anlattığımız insanın imtihan sahneleri ile bu kıssa birleştirildiğinde harika bir vaat çıkmıyor mu ortaya? Bu ifadeler ‘’Dünyalıkları yüzünden imtihanını kaybeden adamın kapıları kapanmamıştır, muhakkak tövbesi kabul olacaktır, yeter ki Rabbine dönsün’’ diyor gibi değil mi? Elhamdulillah.
Surenin son ayeti çok kısa ve net ‘’Oysa Kuran, alemler için bir öğüttür.’’ Yani isterseniz kabul etmeyin bu kitabı! İsterseniz reddedin bu peygamberi! Ama bilesiniz ki sadece size değil, sadece Araba değil, sadece Mekke’ye, Mekke ehline, sadece Türk’e, sadece o çağa, sadece bu çağa değil, bütün çağlara, bütün insanlara, bütün mahlukât ve mevcudata, bütün alemlere bir uyarı, bir zikir, bir öğüttür bu Kur’an. Sizler bugün burada, bu ülkede, bu şehirde, bu zamanda bu Kitaba sahip çıkmazsanız bile elbette ona sahip çıkacaklar ve bu Kitapla izzet kazananlar olacaktır. Çünkü bu Kitap ne bu memleketle, ne de bu zamanla sınırlı değildir. Yine de bizim duamız, Kuran’a sahip çıkacak tek biz kalmışız gibi yaşamak, ona sıkıca sarılmak, canımızın önüne koymaktır. Çünkü bizi ahirette kurtaracak en güzel amel, Allahın dinine sahip çıkmaktır.
Sadakallahulazim.