بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Meâric sûresi, Mekke’de inen ve İslâm inanç esaslarını ele alan sûrelerdendir. Mushaf’taki sıralamada yetmişinci, İniş sırasına göre yetmiş dokuzuncu sûredir. Hakka sûresinden sonra, Nebe’ sûresinden önce Mekke’de inmiştir. 24. âyetinin Medine’de indiğine dair rivayet genel kabul görmemiştir. Muhtevasından bu surenin hemen hemen el-Hakka Suresiyle aynı zamanlarda nazil olduğu anlaşılmaktadır. Bundan önceki el-Hâkka suresinde ahireti inkâr edenlerin durumu ve görecekleri cezalar, kıyamet gününün dehşet dolu tabloları gözler önüne serilerek işleniyor ve Kur’an’ın hak olduğu gerçeği kalplere yerleştirilmeye çalışılıyordu. Bu surede ise aynı inkârcıların, ahiret gününde karşılaşacakları azapların korkunçluğu anlatılarak ondan kurtulmanın yolu gösteriliyor. Surenin konu dağılımı hayli geniş olduğu için genel bir açıklama yerine direk kategorilere geçelim istiyorum;
1-7: Mekkelilerin azgın inatlaşmaları
8-18: Kıyamet günü kafilerin durumu
19-22: İnsan tabiatını özetleme
22-35: Müminlerin ahlaki özellikleri
36-44: Kafirlerle kıyamet konusunda alay ediliyor
Surenin ilk konusundan Mekkelilerin azgınlığından bahseder. İlk olarak Peygamber’e itaat hususunda inat göstermeleri ve korkutuldukları azap ile alay etmelerinden söz ederek giriş yapılır. Hz. Peygamber (s.a.s), onları ahiretteki azaptan sakındırmaya çalıştığında onlar; “Biz seni tekzip ediyoruz. Sana göre biz kıyamette cehennem azabına çarptırılacakmışız. Hadi o bizi korkuttuğun kıyamet gelsin de bir görelim” diyerek, Allah Teâlâ’nın vaadine karşı meydan okumakta idiler. Ayrıca onlar, Kur’an’ın hakikati karşısında bocalayıp duruyorlardı. Düşüncelerini cahiliyye yaşantısının pislikleri körelttiği için akılları bu gerçeği bir türlü idrak edemiyordu. Haber verilen azabın, eğer gerçekten varsa kendilerine getirilmesini istiyorlardı. İlk üç ayet bu konuda şunları söylüyor: ”Birisi, huzuruna yükselmenin birçok yolu bulunan Allah katından inkarcılara gelecek olan ve hiç kimsenin savamayacağı azabın gelmesini istedi.” Burada azabı isteyen kişi müfessirlerimize göre Nadr b. Hâris’dir. Ayetler bunu bir taşkınlık olarak görür. Nadr, Allah’ın kıyamette vaaddediği o âcil azabı kendisi ve kavmi üzerine indirmesini istedi ki, âhiretten önce onu dünyada tatsınlar. Bunu, aşırı derecedeki inat ve inkârından dolayı yapmıştılar. Onlar alay ederek kıyamet hemen gelsin istiyorlardı, fakat bu çok korkunç bir şeydi. O geldiği zaman bu mücrimlerin hali ne kadar kötü olacaktı bilmiyorlardı. Ve sıradaki ayetlerde onlara başlarına gelecek durumları tek tek anlattı; O gün dost, dostun halini sormaz. Günahkâr kimse ister ki, o günün azabından kurtuluş için oğullarını, karısını, kardeşini, kendisini koruyup barındıran aşiretini ve yer yüzünde kim varsa hepsini Allah’a fidye olarak versin de, tek kendini kurtarsın.” Yani o günün korkunçluğu ruhları etki altına alacak ve bütün değer yargılarını alt üst edecektir. O gün ortaya çıkacak olan manzaranın dehşetine kapılmaları sonucu o inkârcılar, kendi nefislerinden başkasını düşünemeyeceklerdir. Bu ayetlerden sonra da insanın rûhî yapısını, imanlı ve imansız durumlardaki tavırlarını gösteren ayetler geliyor. Kâfirler ve azabı yalanlayanlar, yaradılışlarındaki sabırsızlık ve hırsın esiridirler. Bir zorlukla karşılaştıkları zaman ye’se düşer, feryad etmeye başlarlar. Bir iyilik gördükleri ve Allah tarafından mal ile sınandıklarında ise kaskatı kesilir, hiç kimseye faydası olmayan bir şekle girerler, bununla ilgili olarak 19-21.ayetler şöyle buyuruyor: “Gerçekten insan, sabırsız ve hırslı yaratılmıştır. Başına bir felâket geldiği zaman feryad eder. İyiliğe uğradığı zaman da çok cimrileşir”
Surenin bu kısmından sonra kafirleri bir grup insandan ayırmaya başlıyoruz. Bu ayrışan insanların ilk özelliği 22.ayette ”Ancak namaz kılanlar müstesna” diyerek belirtilmiş. Fakat bir sonraki ayette ”Namazı sürekli kılanlar” diye ayrıntı getirilmiş. Yani bir kimsenin namaz kılması onun muhakkak, Allah’a, Rasulü’ne, Kitabı’na ve ahiret gününe inanmakta ve bu imana göre amel etmek gayretinde olduğu anlamına gelir. Fakat bir tembellik, bir gevşeklik ya da bir meşguliyet onların namazına mani olamaz. Namaz vakti gelince her şeyi bırakarak Allah’ın huzuruna dururlar. Biliyoruz ki namaz, dinin ayakta kalmasını sağlayan temel direklerden biridir. O imanın bir alâmeti olmakla beraber, kulu Allah’a bağlayan ve ruhunun o ilâhî kaynaktan beslenmesini sağlayan, Allah’ın rububiyetine boyun eğmenin samimi bir göstergesi olan bir ibadettir. Allah Teâlâ’nın, kurtuluşa erecek olanların hallerinden bahsederken, namazı en evvel zikretmesinin sebebi budur. Yani ailelerimiz bize illa namaz illa namaz, önce namaz önce namaz derken elbetteki boşa konuşmuyorlardı. Daha sonraki ayetlere baktığımızda ise insanların daha ahlaki özelliklerinin sıralandığını görüyoruz. ”Mallarında, isteyene ve (isteyemediği için) mahrum kalmışa belli bir hak tanıyanlar; Ceza (ve hesap) gününün doğruluğuna inananlar; Rablerinin azabından korkanlar, Irzlarını koruyanlar, Emânetlerine ve ahidlerine riâyet edenler; Şahitliklerini (dosdoğru) yapanlar; Namazlarını koruyanlar;” İşte bunlar ikramlara mazhar olunacak kişilerin özellikleridir. Heri maddeyi anlamak mümkün fakat şu son ”namazlarını koruyanlar” ifadesi biraz derinlik gerektiriyor. Zaten en başta bunu iki kere uyarmıştı, şimdi tekrar neden dedirtiyor. İşte bundan, namazın önemi anlaşılmaktadır. Cennete sahip olacak o yüksek meziyetli kimselerin sıfatı namaz ile başlar ve namaz ile biter. Namaz kılmak onların birinci sıfatlarıdır. Namaz kılmaya devam etmek ise onların ikinci sıfatıdır. Namazlarını korumak ise son sıfatlarıdır. Namazı korumaktan kasıt, onları vaktinde eda etmektir. Namazdan önce hem bedenlerinin ve hem de üzerindeki giysilerin temiz olmasına ve abdestlerine özen gösterirler. Abdestte vücut azalarını iyice temizlerler. Namazın farzlarına, vaciplerine, sünnet ve müstehaplarına tam manasıyla uyarak namazın adabına da riayet ederler. Allah’a karşı gelerek namazlarını heba etmezler. Bunların hepsi “namazı korumak” içerisinde sayılmaktadır.
Daha sonra sûre, Peygamber ile alay eden ve Naîm cennetlerine girmeyi arzu eden kâfirlerden söz eder: “O kâfirlere ne oluyor ki, bölük bölük, sağından ve solundan sana doğru koşuyorlar. Onlardan herbiri Naîm cennetine sokulacağını mı umuyor.” Yani, önceki ayetlerde izah edilen, “hak sesi” duymaya bile tahammül edemeyen ve o sesi boğmak için çalışan insanlar nasıl olur da cennete girmeyi ümit ederler? Allah cenneti bunlar için mi yaratmıştır? Burada Kalem, 34-41 arası ayetleri göz önünde tutalım. Orada Mekkeli kafirlerin “Eğer ahiret olursa orada da bu dünyada olduğu gibi biz istifade edeceğiz, siz ise bu dünyada olduğunuz gibi mahrum olacaksınız” iddialarına cevap verilmekteydi.
Son olarak son ayetlerde her gördükleri yerde koşarak Allah Rasulu ile alay etmeye giden Mekke’deki kafirlere “Eğer inanmayacaksanız Allah sizin yerinize başkasını getirecektir” denilerek ikazda bulunulmaktadır. Allah Rasulü’ne de bunların alay ve dalga geçmelerine aldırış etmemesi telkin edilmektedir. “Sen onları bırak da, tehdit edildikleri günlerine kavuşuncaya kadar dalsınlar, oynayadursunlar.” Müşrikler inkârlarını inatla sürdürdükleri için Allah Teâlâ Peygamber’e onları kendi hallerine bırakmasını, zamanı geldiğinde inkâr ettikleri o günü göreceklerini, hatta o zaman -inkâr etmek şöyle dursun- bir hedefe koşan yarışçılar gibi kabirlerinden kalkıp koşarak hesap yerine gideceklerini haber vermektedir. Ancak Hz. Peygamber ile alay ettikleri zamanki gibi şen şakrak değil, orada kibirleri kırılmış, gözleri düşmüş, utançlarından başlarını kaldıracak halleri kalmamış bir halde ve derin bir üzüntü içerisinde olacaklardır. Bi-iznillah.
Ve bir de
Sadakallahulazim.