Meal Okumaları 81 – Tekvîr Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Tekvir Suresi Mekke’de inen surelerdendir. Mushaf’taki sıralamaya göre seksenbirinci, Nüzûl sıralamasına göre yedinci suredir. Sure, ismini ilk ayetinde geçen ‘kuvvirat’ kelimesinden almıştır.  Rivayetlere göre güneşin dürülmesinden bahsedildiği için bu adı almıştır. Üslûbuna bakılırsa kendinden önceki Abese ve diğer sureler gibi Mekke döneminin ilk zamanlarında nâzil olduğu anlaşılmaktadır. Surede kıyamet ve risalet olmak üzere iki konu işlenmektedir. Bu konu dağılımını da şöyle yapabiliriz;

1-6: Kıyametin ilk safhası
7-14: Kıyametin ikinci safhası
15-29: Risalet konusu ile Efendimiz’in varlığının önemi

Surenin girişinde Allah Teâlâ, kıyamette gerçekleşecek olayların o korkunç hallerini ayetleriyle tek tek açıklayarak, inkâr eden veya gaflet içerisinde bulunan kimseleri uyarmaktadır. İşte bu uyarı kıyametin ilk safhasını anlatan ayetlerle başlıyor; ‘’ “Güneş dürülüp söndürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp düştüğü zaman, dağlar yerinden sökülüp yürütüldüğü zaman, on aylık hamile develer dahi terkedildiği zaman, yabanî hayvanların, korkudan bir araya toplandıkları zaman, denizler birbirine karışıp kaynadığı zaman”  Gerçekleşecek olan bu olaylar, bilinen her şeyi tamamıyla değiştirecek, başka bir şekle sokacak olan kıyamet, kainat çapında bir inkılaptır. Allah Teâlâ, kıyamet anında olacak hadiseleri tasvir ederek bir tablo halinde ibret almaları için insanlara sunmaktadır. Ve ibrete sıradaki ayetleri de ekleyerek kıyametin ikinci safhası olan ‘’öldükten sonra’’ dirilmesi bahsini de açıklar; “Diri diri toprağa gömülen kız çocuğunun, hangi suçla öldürüldüğü sorulduğu zaman, amel defterleri dağıtıldığı zaman, cehennem alevlendirildiği zaman, cennet yaklaştırıldığı zaman herkes önceden hazırladığını görecektir.” Allah Teâlâ’nın en çok gazaplandığı şeylerden biri zulümdür. İslâm öncesi Arap cahiliye toplumunda alışkanlık haline getirilmiş zalimliklerden biri de kız çocuklarının canlı olarak toprağa gömülmesiydi. Araplar, fakirlik korkusu veya bir kız çocuğuna sahip olduğundan dolayı ayıplanılacağı duygusu ile doğan çocukları kız ise kurtulmak için onu gömerek yok etme yoluna gidiyorlardı. Allah Teâla bu vahşi, akıl almaz davranışlarını ve onları bu davranışa sürükleyen ruh hallerini bir âyet-i kerimede şöyle ifade etmektedir: “Onlardan biri, kız çocuğu ile müjdelendiği zaman, içi öfkeyle dolar, yüzü simsiyah kesilir. Kız çocuğunun kendisine müjdelenmesinden utanarak halktan gizlenmeye çalışır ve şöyle düşünür. Kız çocuğunu zillet ve ar pahasına korusun mu, yoksa diri diri toprağa gömüp öldürsün mü? Dikkat edin; verdikleri hüküm ne kötüdür?” (en-Nahl, 16/58-59) İşte bu sapkın ruh hali içerisinde işlenen caniliklerin hesabı bir bir sorulacak ve suçlular korkunç bir şekilde cezalandırılacaklardır. O gün herkesin işlediği amellerin en ince teferruatına kadar kayıtlı bulunduğu amel defterleri dağıtılacak, cehennem tutuşturulup alevlendirilecek, cennet ise insanlara yaklaştırılacaktır. Herkes işlediklerinin karşılığı olarak kendisi için hazırlanan yeri görecektir.

Surenin ikinci kısmına gezegenlere, geceye ve sabaha yemin edilerek başlanıyor. Kur’an-ı Kerîm’in şeref sahibi bir elçi tarafından getirilmiş olduğunu anlatmaya çalışan ayetlerde şöyle buyuruluyor; ‘’ Şimdi yemin ederim gündüzleri gözden kaybolan yıldızlara, O akıp akıp yuvasına gidenlere, Yöneldiği an geceye, Nefeslendiği (ağardığı) an sabaha ki, Kuşkusuz o Kur’an, değerli bir elçinin sözüdür.’’ Birkaç sure önce Allah’ın neden rüzgara yıldıza buluta yemin ettiğini açıklamaya çalışmıştık. Bunun yerine göre muhakkak anlamı olacağını ifade etmiştik. Burada da yıldızlara ve geceye yemin ediliyor olmasının elbetteki bir anlamı var. Yani Hz. Muhammed (s.a) bir rüya görmemiştir. Yıldızlar kaybolduktan, gece geçtikten ve güneş ortaya çıktıktan sonra gündüzün aydınlığında gökyüzünde şerefli elçiyi görmüştür. Rasûlullah (s.a) size ne anlatıyorsa, onu bizzat kendisi müşahade ve tecrübe etmiştir. Sonuç olarak Kur’an, şerefli, güvenilir, güçlü ve Rabbi indinde itibar sahibi bir elçi olan Cebrail (a.s) tarafından getirilmiş bir kitaptır. Onu getiren elçi o kadar güvenilirdir ki, onun sözü her yerde dinlenir. Dolayısıyla, böyle bir elçinin, Resulullah (s.a.s)’e getirdiği vahiy hakkında şüphe duymak büyük bir sapıklıktır.

Peşinden gelen ayetler, Resulullah (s.a.s)’in davetini tesirsiz bırakmak ve insanların kafalarını karıştırmak için onun hakkında çeşitli iftira ve karalama kampanyalarına girişen müşriklere cevaplar vermekte, ayrıca onlar uyarılarak Kur’an’ın doğru yolu bulmak isteyenler için bir öğüt ve kurtuluş aracı olduğu vurgulanmaktadır. Bununla ilgili olarak 25-28.ayetlerde şöyle buyruyor;  “Kur’an, Allah’ın huzurundan kovulan Şeytanın sözü değildir. O halde nereye gidiyorsunuz? Kur’an âlemlere ancak bir öğüt ve uyarıdır. Bilhassa içinizden doğru yolu bulmak isteyenler için”   25.ayetteki ‘’şeytanın sözü değildir’’ ifadesiyle anlatılmak istenen şudur; Şeytan, Muhammed’e vahyediyor şeklindeki düşünceniz yanlıştır. Çünkü şeytan insanı şirk, putperesetlik, dehriyet ve ilhada doğru yönlendirir. Ona Tevhid’i öğretmez ve Tevhid’e doğru da yönlendirmez. Ayrıca insana sorumsuzluk aşıladığı gibi, Allah’ın (c.c.) huzurunda sorumlu bir kişi olarak yaşamaya da teşvik etmez. Kısaca insanı cahiliyye geleneklerinden, zulm, ahlaksızlık ve fuhuştan menederek, pâk ve temiz bir hayata, adalet, takva ve üstün ahlâk’a yönelmesine yardımcı olmaz. Devamında gelen ayetteki ‘’Kuran alemlere bir öğüttür’’ ayetiyle, onun tüm insanlık için bir hidayet rehberi olduğu vurgulanmaktadır.  Düşünün İslâm’ın ilk günlerini. Kur’an’ı çevresine duyurmaya çalışan bir Nebî ve çevresinde 35 Müslüman var. Hepsi bu kadar. Rasul ile alay ediyorlardı, Kur’an’la alay ediyorlardı, ona gönül verenlerle alay ediyorlardı. Çoktular, çoğunluktaydılar. Fakat müslümanlar hiç ümitsizliğe kapılmadılar. Sadece bu kitaba inanmadılar diye, bu kitabın kadrini kıymetini bilemediler diye üzülüyorlardı. Sonra Rabbimiz de onlara buyuruyor ki, “Bu kitap tüm âlemler için bir öğüttür.” Sanki Rabbimiz bu ayette Peygamberine şöyle söylüyor; ‘’ Öyleyse ey peygamberim! Ey kulum hiç korkma sen! Hiç üzülme! Bu inandığın, bu yolunda olduğun, bu bayraklaştırdığın dâvâ öyle ulvî öyle yüce bir dâvâ ki, sadece Kureyş’e, Mekke’ye, Bizans’a ve Roma’ya, Osmanlı’ya Selçukluya, Türkiye’ye değil, tüm âlemlere bir zikradır. Unut-ma ki bu kitap benim kitabımdır. Bu dâvâ benim dâvâmdır. Bu dâvânın arkasında ben varım. Sen hiç üzülme, bu dini, bu dâvâyı insanlara ben duyuracağım. Bu kitabı insanların gönüllerine ben yerleştireceğim.” Subhanallah. Ve tabi ki anlayanlardan olabildiğimiz için elhamdulillah.

Sure “Âlemlerin Rabbi dilemedikçe siz bir şey dileyemezsiniz” ayetiyle son bulmaktadır.  Bu ayette kainatta cereyan eden her şeyin Allah Teâlâ’nın iradesi çerçevesinde ortaya çıktığı, başka hiç bir varlığın O’nun dilemesi dışında bir şeyi gerçekleştirmeye asla güç yetiremeyeceği dile getiriliyor. Kimi müfessirler bu ayeti genel yorumlasa da kimisi de kafirlere ithaf edildiğini düşünerek şöyle söylüyor; Kâfirler “Biz de dosdoğru olabiliriz. Biz de hidâyeti bulabiliriz. Bu bizim kendi elimizdedir.’’ derler. Fakat Allah da buyuruyor ki: “Hayır, âlemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe sizler hiçbir şey dileyemezsiniz. Allah izin vermedikçe sizin yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur.” İmanı da, inkârı da Allah diler ve yapar, öyleyse bize düşen teslim olmaktır. Biz sadece O’nun takdirine, O’nun meşietine teslim olacağız o kadar. Yani elhamdulillah müslümanım diyebiliyorsak, buna imkan veren de allahtır. Bizi islam ile şereflendiren de allahtır. Bizi isterse inkarcılardan kılamaz mıydı? Allah muhafaza. İşte bunlar hep şükür gerektiren nimetler. Bu yüzden ibadetlerimiz, gelecek güzelliklere teminat değil, verilmiş güzelliklere şükür mahiyetinde olmalıdır. Namazlar ‘’ben kıldım allah şimdi bana güzel bir gelecek yazsın’’ düşüncesiyle değil, ‘’verdiğin nimetler için şükürler olsun’’ dercesine kılınmalıdır. İnşallah bu iki ayrımı yapabilir ve doğru bir yol izleyebiliriz. O halde;

Sadakallahulazim.

Yorum yapın