Meal Okumaları 85 – Burûc Suresi

Gönül Ayyıldız

Updated on:

 

Bu surenin en sevdiğim kısmı müslümanlara eziyet edenlerin bir gün muhakkak karşılığını bulacağını en şiddetli şekilde anlatan kısmı. Lütfen okuyun, okuyun ve safınızın aslında ne kadar kıymetli olduğunu bir kere daha anlayın. Rabbim safımızda savaşmayı ve inananlardan olmaktan asla vazgeçmemeyi nasip etsin.

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

Bu mübarek sûre de Mekke’de inen sûrelerdendir. Mushaftaki sıralamada seksen beşinci, iniş sırasına göre yirmi yedinci sûre­dir. Şems sûresinden sonra, Tın sûresinden önce nazil olmuştur. Sûre adını birinci âyetinde geçer ve “burçlar” anlamına gelen “burûc” keli­mesinden almıştır. Sûrenin ana konusu kendilerine “Ashâbu’l-uhdûd (hendek ehli)” denilen in­karcıların, müminlere verdikleri sıkıntılar ve müminlerin İnançları uğrunda bunla­ra karşı gösterdikleri sabır ve dirençtir. Ayrıca inkarcıların âhiretteki kötü akıbet­leri ve müminlerin mutlu sonları, Allah’ın bazı sıfatlan hakkında kısa açıklamalar yer almaktadır. Ayetlerin konu ayrımını şu şekilde yapabiliriz

1-9: Ashab-ı Uhud’un Kıssası
10-16: Rabbin gücü ve tehtidi
17-22: Helak olmuş kavimlerin hatırlatılması

Bu mübarek sûre, içinde büyük yıldızlar ve bunların döndüğü büyük yörüngeler bulunan göğe, kıyamet günü­ne, peygamberlere ve mahlûkâta yemin ile başlar. Yüce Allah, mü’minleri dininden döndürmek için ateşe atan kâfirlerin helak ve yok olacaklarına dâir bunlar üzerine şöyle yemin eder: “Burçlarla donatılmış göğe, geleceği bildi­rilmiş olan kıyamet gününe, şahitlik eden ve edilene yemin ederim ki’’ Bu yemin grubunda bulunan ilk ayetteki Büruc kelimesi “görünen şey, yüksek köşk” anlamlarına gelen “burc”un çoğuludur. Astronomi terimi olarak güneşin bir yılda takip ettiği düşünülen yörün­genin içlerinden geçtiği, belli sembollerle gösterilen on iki takım yıldızından her birini ifade eder. Modern astronomide “yıldız kümeleri” veya “galaksiler” olarak anlamak mümkündür. Ayetlere dönecek olursak, şöyle devam ediyor; ‘’ İçi yanan, ateşle dolu hendek yapanlara lanet edildi. Çünkü onlar yaptıkları hendeklerin başlarına oturmuşlar ve mü’minlere yapmakta oldukları işken­ceyi seyrediyorlardı.” Ashab-ı Uhdud ile müslümanları ateş dolu hendeklere atarak diri diri yakan kimseler kastedilmektedir. Onları yakarlarken bir de seyrederek eğlenmişlerdir. “Vay onların haline!” Yani onlar lanetlenmişler ve Allah’ın azabına müstehak olmuşlardır. İşte yukarıda bu hususun teyidi için üç şey üzerine yemin edilmiştir. Birkaç sure önce değindiğimiz soruya gelip de ‘’Allah neden sürekli bir şeylerin üzerine yemin ediyor, bunun sureler ile bir alakası var mı?’’ dersek eğer şu cevapları verebiliriz. İlk olarak göğe yemin edildi, .ünkü Allah (c.c.) mutlak kudret sahibidir, yeryüzüne ve gökyüzüne hükmedendir. Zavallı insan O’ndan nasıl kaçabilir? İkinci de kıyamet gününe yemin edildi; çünkü, bu dünyada zulmedenler iyi bilmelidirler ki, o gün çok uzak değildir. Müslümanlar insaf ve adaletle karşılaşırlarken, kâfirler işledikleri cürümlerin cezasını çekeceklerdir. Üçüncü olarak kıyametin dehşetli halinde kafirlerin çekeceği sıkıntılara değinildi, kâfirlerin çaresiz Müslümanları ateşe atarak seyretmeleri ve eğlenmelerine karşılık, kıyamet günü de herkesin onları seyredecekleri ve eğlenecekleri anlatılmak isteniyor. Bu kısmı anlayabildiysek geçelim, Ashab-ı Uhud’un kıssasına.

Bu hendek sahibi kimselerin, kimler olduğu ve ne zaman nerede yaşadığı hakkında çok değişik rivâyetler vardır. Her bir rivâyetin uzunca birer hikâyesi vardır. Bu rivâyetlere göre olay; Yemen, Necrân, Irak, Şam, Habeş, Mecûsî veya Yahûdî kralları tarafından meydana getirilmiştir. Bu rivâyetlerden herhangi birinin doğruluğu kesin değildir. Zaten Kur’an da bu olayı; yer, zaman ve faillerini belirtmeden zikretmektedir. Biz de Kuran’da verilen genel bilgilerden kopmadan, ve hikayeleştirilmiş efsaneliklere dalmadan anlatalım; Allah’a inanmayan kâfir bir beldenin kralı, Allah’a inananları dinlerinden çevirmek, tekrar kendi sapık dinine döndürmek için müminlere eziyet eder, uzunlamasına ve derin hendekler, kanallar (Uhdûd) kazdırır. Bu hendeklerin içine büyük ateşler yakılır. Allah’a inanmaktan başka hiçbir günahı olmayan müminler hendeğin başına getirilir, Allah’a imanda ısrar edenler ateşe atılır, küfre dönenler ateşten kurtarılır. Bütün bu zor durumlarına rağmen müminler imanından dönmez ve ateşe atılırdı. Müminleri ateşe atan bu zalimler, hendeğin etrafına oturmuş olarak yaptıkları bu zulmü zevkle seyrederlerdi. Fakat Cenâb-ı Allah o kâfirleri, aynı ateşle veya başka bir yolla helak etmiştir. Çeşitli rivâyetlerin bildirdiğine göre, binlerce mümin bu hendeklere atılmış, fakat Allahu Teâlâ müminlerin ruhunu, ateşe düşmeden önce kabzetmek suretiyle onları, ateşin azabından kurtarmıştır. İşte bu son cümle çok efsanevi görünen fakat birçok müfessirin de anlatırken kullandığı bir kısım. İnanıp inanmama tercihini size bırakıyorum. Herkes muhasebesini kendi yapsın, yaparken de Rabbimiz’in rahmetinin genişliğini unutmasın.

Rabbimizin bu ayetlerde bize ulaştırdığı bilgilere göre tarihin bir döneminde Yemen’de, Bağdat’ta, Irak’ta, Şam’da, Habeşistan’da veya Roma’da, ya da tarihin değişik dönemlerinde, değişik bölgelerinde kâfirler sırf îmanlarından ötürü, sırf Müslümanlıklarından ötürü müminleri içi ateş dolu çukurlara, hendeklere atarak diri diri yakmışlar. Hangi dönemde ve nerede olmuş bu? İstense bildirelemez miydi? Evet ama bildirilmedi, çünkü bu bir örnekti ve ilerleyen zamanlarda yaşanacak aynı tip olaylar bu ayetlerle genellenmişti. İnsanlar var, inananlar var, mü’minler var ve kâfirler var ve bunların akıbetleri var. O günden bugüne geldik, asırlar devirdik fakat hala kâfirler mü’minlerin varlığına tahammül edemiyorlar, îmansızlar onlara eziyet ve işkence etme adına onları içi ateş dolu hendeklere atıyorlar ve cayır, cayır, diri diri yakıyorlar. Nerede? Her yerde. Nerede olduğu önemli mi? Şimdi de farklı biçimleri görülüyor bunun. Dün hendek kazılıyordu, bugün başka oyunlar döndürülüyor. Bir ülkede hala yakılanlar, bir ülkede bomba altında yaşayanlar, bir ülkede derileri yüzülenler, bizimkin de ise bambaşka sosyal hendekler. Nice milyonlar gömüldü bu çukurlara farkında olmadan. Can vererek gömülen de oldu –rabbim şahadetlerini kabul etsin-, yaşamaya devam ederken gömülen de. Ne demek yaşarken gömülen? Ülkemizde elhamdullilah müslümanlar eziyet eden bir diktatör yok, elhamdullilah imanımızla imtihan olmuyoruz, yerimizi yurdumuzu bırakıp dinimizi yaşamak için ülkeyi terketmek zorunda da kalmıyoruz peki biz başıboş mu bırakıldık? Bu kadar müslüman canıyla imtihan olurken, biz imtihan olmadan yaşayacağız sandınız? Bizim birileri tarafından atıldığımız ateş dolu çukurlarımız yok, bizim kendi kendimizi attığımız dünyalık çukurlarımız var. Mal çukuru, makam çukuru, menfaat çukuru , zevk çukuru, oyun çukuru, eğlence çukuru, moda çukuru, futbol çukuru, müzik çukuru, televizyon çukuru gibi yığınla çukur var önümüzde. Her birinin tadına baka çıka yaşıyoruz fakat galiba bir gün birine öyle bir düşeceğiz ki, bir daha çıkışımız olmayacak –allahmuhafaza-!

Ayetlere tekrar dönecek olursa, sırada kafirlerin yaptıkları o çirkin ve âdi işten dolayı tehdit ve uyarı gelir: “Kuşkusuz inanmış erkek ve kadınlara fitne yoluyla işkence edip sonra tevbe etmeyenlere cehennem ve orada yanma azabı vardır.’’  Yani cehennemde görecekleri azabtan ayrı bir ateşe daha gireceklerdir. Çünkü onlar mazlumları ateş dolu hendeklere atarak diri diri yakmışlardır. Herhalde bu ateş cehennemdeki ateşten farklı ve daha şiddetli olacağı için, bunlar oraya atılacaklardır.

Surede benim en sevdiğim kısım bu kısım, burada  kullarını ve dostlarını işkence yolu ile fitneye düşüren düşmanlarından, Allah’ın intikam almaya gücünün yettiğin­den bahseder; “Şüphesiz, Rabbinin yakalaması şiddetlidir. İlk önce yaratan ve öldükten sonra da tekrar diriltecek olan mutlaka O’dur. O, bağışlayan ve sevendir. Yüce Arş’ın sahibidir. Dilediğini yapandır. ”  Arşın sahibi ifadesi ile de, insanoğlunun yeryüzü ve gökyüzünün, yani kainatın tek sahibinin Allah (c.c.) olduğu ve bütün saltanatın ona ait bulunduğu ve O’na isyan edenlerin O’ndan kaçamayacakları kastediliyor. Ve Yüce’dir denilerek insanoğluna aciz bir varlık olduğu hatırlatılıyor. Sizi yaratana karşı gelmeye nasıl cüret edebiliyorsunuz? En sonunda ise O istediğini yapandır! buyuruluyor. Yani kainatta hiç kimse Allah (c.c.) gibi güçlü değildir. O’nun iradisine karşı çıkabilecek ve O’na engel olabilecek hiç kimse yoktur. Bu kısım biraz gözdağı, biraz gizli uyarı, biraz aklınızı başına alın çağrısı olarak görülebilir. Fakat benim sevdiğim kısım tam olarak ‘’bağışlayandır, sevendir’’ kısmı. Dedi ki, burada düşmanlara seslenilecek. Nereden çıktı bağışlanmak? Diri diri yakanları bağışlamak? Hendek kazanları bağışlamak? Nereden çıktı yani şimdi? İşte az önce bahsettiğim Rabbin koca rahmeti çıktı, koca merhameti çıktı, affediciliği çıktı, azameti çıktı. Tam bu ayette Allah affedicidir denilerek ümit kapısı açık bırakılıyor. Yani şayet bir kimse günah işlemekten vazgeçerek tevbe ettiği takdirde Allah’ın rahmetinden yararlanabilir. Seven denilerek Allah’ın mahlûkatını sevdiği ve onlara eziyet etmekten hoşlanmadığı, ancak ne zaman insanoğlu isyanda ısrar ederse, o vakit onları cezalandırdığı anlatılmak isteniyor. Subhanallah. İman güzel, Rabbim güzel fakat tüm bunları idrak edebilmek bambaşka bir güzel. Rabbim rahmetinden ümidi kestirmesin arkadaşlar, gerisi hakikaten hallolur.

Surenin sıradaki kısmında azgın ve zorba Firavun’un taşkınlıkları sebebiyle onun ve kavminin başına gelen helak hatırlatılır;  “Firavun ve Semûd ordularının haberi sana geldi mi?” Evet o orduların haberi gelmedi mi size? Firavun’un ordusunun,Semûd’un ordusunun haberi gelmedi mi sana? Orduların güçlerinin, kuvvetlerinin bilgisi, haberi size ulaşmadı mı? Hani onlar daha güçlüydü? Hani Firavun ve orduları güçtü, güçlüydü, her şeydi? Hani karşısındakiler zayıftı, güçsüzdü, paryaydı, köleydi? Hani Mûsâ (a.s) ve beraberindeki bir avuç Müslüman güçsüzdü, yalnız ve korumasızdı? Hani ezip geçecekti Firavun’un düzenli ordusu bumustaz’afları? Hani ne oldu? Ordular ne oldu? Tüm dünyanın gözleri önünde nasıl bitip tükendi bu düzenli ordu? Nasıl kahroldu bu süper güç? Bunu bilmiyor musunuz da korkuyorsunuz bu ordulardan? Ne çekiniyorsunuz? –Haşa- Allah’a güvenmiyor musunuz?

İşte geldik son ayete; ‘’ Doğrusu sana vahyedilen bu Kitap, Levh-i Mahfuz’da bulunan şanlı bir Kur’an-dır.” Levh-i Mahfuz; Arapça’da korunmuş levha demektir. İslâm’da olmuş ve olacak her şeyin yazılmış olduğu manevî levhayı dile getirir. Olmuş ve olacak şeyler Allah’ın bilgisine bağlı olduğundan Levh-i Mahfuz doğrudan Allah’ın ilim sıfatı ile ilgilidir. Korunmuş (mahfuz) olarak nitelenmesinin nedeni, burada yazılı olan şeylerin herhangi bir müdahale ile değiştirilmekten, bozulmaktan uzak olmasıdır. Levh-i Mahfuz adı Kur’an’da yalnız bir âyette geçer. Bu âyetteKur’an’ın Levh-i Mahfuz’da bulunduğu bildirilir. Ancak hiçbir tanım ge-tirilmez. Buna karşılık birçok âyette nitelikleri belirtilerek tanımlanır. Bu bilgiler doğrultusunda bu ayeti şöyle anlayabiliriz; Kuran korunan bir kitaptır, onda hiçbir şey değişmez ve ne yazılmışsa o gerçektir. Tüm kainat onu yok etmek istese dahi birşey yapamazlar. Evet, işte elimizde böyle korunmuş şanlı bir kitap durmaktadır. Öyleyse sağda solda kurtuluş aramaya gerek yok, kurtuluşumuz avuçlarımızın arasındadır!

Sadakallahulazim.

Yorum yapın