بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Gâşiye sûresi Mekke’de inmiştir. Mushaftaki sıralamada seksen sekizinci, iniş sırasına göre altmış sekizinci sûredir. Zâriyât sûresinden sonra, Kehf sûresinden önce nazil olmuştur. Sûre adını ilk âyetindeki “örten” anlamına gelen “gâşiye” kelimesinden almıştır. Muhtevasından da anlaşılacağı gibi bu sure, Mekke’nin ilk dönemlerinde nazil olmuştur. Bu Rasulullah’ın (s.a.) Mekke’de tebliğe başladığında, müşriklerin daha pek hassas davranmadıkları bir dönemdir. Surenin konusunu ise kategoriler halinde ele alacağız;
1-7: Kıyamet günü ateş ehlinin hali
8-16: Kıymaet günü cennet ehlinin hali
17-20: Çevrede kainat mucizeleri
21-26: Efendimiz’e tebliğ düsturu
Surenin girişindeki ayetler kıyameti ve onun dehşet verici durumlarını ve kâfirlerin orada karşılaşacağı sıkıntıları ele alır. Bununla ilgili olarak şöyle buyuruluyor; “Yüzler var ki o gün korku içindedir, eğilir. Çalışmış, fakat boşuna yorulmuştur. Kızışmış ateşe girerler. Kaynamış bir gözeden su içirilirler. Onlar için kuru dikenden başka yiyecek de yoktur. Ne besler, ne de açlığı giderir” Kur’an’ın bazı yerlerinde, cehennemliklerin zakkum ve irin’den başka yiyeceklerinin olmadığı ifade edilirken, burada kuru bir diken’den başka yiyeceklerinin olmadığı anlatılmaktadır. Bu iki farklı ifade arasında bir çelişki yoktur, çünkü cehennemde farklı farklı dereceler vardır. Cehennemliklerin suçlarına göre, yani her suç için, ayrı bir azabın verilmesi sözkonusudur. Şu şekilde de anlaşılması mümkündür. Onlar zakkum yemekten kaçınacaklar ve onlara irin verilecektir. Ondan da kaçınacaklar ve bu kez onlara yemeleri için kuru diken verilecektir. Kısaca onlara sevdikleri bir yiyecek verilmeyecektir. Cehennemliklerin durumu bu şekilde tefsir edilirken bakalım cennet ehli ne durumda olacakmış; “Yüzler de var ki o gün nimet içinde mutlu. (Dünyadaki) çalışmasından memnun. Yüksek bir cennettedirler. Orada boş söz işitmezler. Orada akan bir kaynak vardır. Orada yükseltilmiş tahtlar, konulmuş kadehler, dizilmiş yastıklar, serilmiş halılar vardır” Yani onlar, çektikleri meşakkatlerden ve işledikleri salih amellerden sonra, ahirette tüm bunların karşılığını görecekler ve memnun olacaklardır. Ayrıca kesinlikle emin olacaklardır ki, dünyada salih ameller işlemeleri takva üzerine hayatlarını sürdürmeleri, heva ve heveslerini terk ederek, Allah’ın emirlerini yerine getirmek için dünyadaki musibet ve zahmetlere katlanmaları, ahiret için zararı göze almaları ve dünyadaki lezzet ve nimetlerden vazgeçmeleri, tüm bu nimetler karşısında gerçekten değermiş! Aynı zamanda onların önünde sürekli dolu kadehler bulunacak ve isteme ihtiyacı bile hissetmiyeceklerdir. Bu iki grup arka arkaya anlatılınca insan elbetteki ikinci gruba dahil olmak istiyor. Zaten Kur’an’ın anlatım metodu böyledir. Zıtları yanyana zikrederek onları gözler önüne serer ve mukayese imkânı verir. Böylece insan kendi mukayesini yapıp tarafını seçsin ister. O halde siz düşünüp tarafınızı seçerken, ben de son ayetlere geçeyim.
Surenin son konusunda tevhid ve Ahiret hakkında birşey duyar duymaz öfkelenen kimselere sorular yöneltilir. ” Bakmıyorlar mı deveye nasıl yaratıldı? Göğe: Nasıl yükseltildi? Dağlara; Nasıl dikildi? Yere; nasıl yayılıp döşendi?” Bu soruların arkasında saklanan asıl soru şu; ‘’Çevrenizde sürekli bulunan şeylerin nasıl uygun özellikler ile bezenmiş olduğunu görmüyor musunuz?’’ İlk olarak devenin zikredilmesi, dönemin şartlarından ötürü olabilir. Çünkü birkaç surede böyle deve zikrediliyor ve develerin dönemin Arabistan’ın da ne kadar kıymetli bir hayvan olduğunu islam tarihi bilgilerinden biliyoruz. Ayetler devenin nasıl yaratılmış olduğunu düşünmeye sevkediyor. Develer çevresine uygun özellikler taşımaktadır, çünkü çöl hayatına ancak bu vasıflara sahip bir hayvan dayanabilir. Eğer deveye çöl hayatına dayanabilecek vasıflar vermeseydi, onlar yaşayabilirler miydi? Bir balığı çöle, bir deveyi suya koyarak yaratsaydı onlar yine aynı ömrü geçirebilirler miydi? Hayır, elbette onların yaratılması da hayatları da ölümleri de Allah’ın elindedir. O deveyi çöle, balığı suya, insanı dünyaya koymuştur.
Bu kısa ve etkileyici ifadelerden sonra, kafirler devreden çıkarılır ve artık Rasulullah’a hitap edilmeye başlanarak şöyle buyurulur: “(Ey Muhammed), sen öğüt ver, çünkü sen ancak öğüt verensin; onların üzerinde zorlayıcı değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve inanmazsa Allah ona en büyük azabı çektirir. Muhakkak dönüşleri bizedir. Sonra onların hesabını görmek bize düşer” Yani eğer bir kimse bunca makul delile rağmen inanmamakta ısrar ediyorsa onları zorlayarak inandırmak senin vazifen değildir. Senin vazifen onlara doğru ya da yanlış yolları göstermek ve yanlış yolun sonucu hakkında onlara haber vermektir. Sen anlatmaya devam etmelisin!
O halde
Sadakallahulazim.